başvuranlarada sıklıkla rastlanmaktadır. Bazı çiftlerin terapiste başvurma amaçları;ilişkilerini, evliliklerini kurtarmaktır. Hem terapi ortamı, hemde terapist evliliğin bitmesine ya da devam etmesine karar veremez. Terapi ortamı; İletişimi açık ve net hale sokan, üçüncü bir kişinin (terapist) yardımıyla karşılıklı anlaşılabilir konuşmayı öğreten, kişinin olaylara tek yön olan bakış açısını zenginleştiren, kendinin farkındalığını sağlayan bir ortamdır. Bu ortamdan yeteri derecede faydalanabilmek yinede çiftlerin kendilerine bağlıdır. Terapinin amacı iletişimi sağlıklı hale getirmektir. Bir ilişkinin sağlıklı şekilde devam etmesi, çiftlerin uzlaşmazlıklarını çözebilme yeteneğine ve isteğine bağlıdır. Çiftler arasında ilişkinin sorun haline geldiği durumlarda şu cümleler sıklıkla kullanılmaya başlamıştır artık. “Beni sen hiç anlamıyorsun. ” “Ben kendimi sana anlatamıyorum. ” “Sen önceden böyle değildin, çok değiştin. ” “Sen hep böylesin. ” “Hiç değişmeyeceksin” “Artık senin bu kadar duyarsız olmana dayanamıyorum” Çiftlerde ortaya çıkan sorunlar, aslında problem diye görülmeye başladığı zamandan daha önce den de vardır. Fakat yaşam döngüsünün çeşitli devrelerinde(evlilik, çocukların doğumu, çocukların okulu, eşlerin iş-meslek rolleri, geleceği yapılandırma)çiftler belirli amaçlar üzerine odaklaşırlar. Böylece ilişkinin yürümesini engelleyen “şeyleri” göremez ya da görsede farketmemeye, farketsede bir süre sonra bunun değişeceğine kendini inandurmaya çalışır. Fakat bu yaşam döngüsü içinde ani ve büyük değişimler, zorlanmalar, kayıplar ve bu döngünün oturtulmasıyla, kişiler o ana kadar belkide hiç yapmadıkları, yada bazen düşündüğü hatta bazen deneyime geçirdiği “kendinin farkındalığı” üzerine yoğunlaşmaya başlar. Ben neyim? ne oluyor? ne istiyorum gibi kendine yönelik sorular sormaya başlar. Farkına varmaktan kaçındığı “şeyler” üzerine gidip onları araştırmaya, çözümlemeye çalışır. İlişkinin bileşenleri olan üçlü; kominikasyon-güç-duygu o anda gerçek sorunlar olarak görülmeye başlanır. İlişkide o ana kadar çıkıpta başedilen sorunlar bir anda üstesinden gelinemez bir hal almaya başlar. Çatışmalar, aşağılamalar, tehditler. ve “sen” çatışması ortaya çıkar. İlişkinin tanımını yaacak olursak;özel belirli bir bağlamda kişiler arasında oluşan duygu ve düşünce, davranışlarda şekillenen bir mesaj iletimi, daha da ötesi arzu, istek ve ihtiyaçların cevap bulmasına yönelik bir alış-veriştir. İlişkinin olması için iki kişinin olması ne kadar olmazsa olmaz bir kuralsa, ilişkide hangi kontekstin geçerli olduğı konusuda o kadar önemlidir. İlişkinin şekillendirilmesi; belirli bir durum, ortam dahilinde olmalıdır. Eşlerden birinin sevgisini ifade etme şekli diğerinde sevgi değilde öfke, kızgınlık şeklinde algılanabilir. İlişkide önemli olan bir noktada “burada ve şimdi” dir. Kişiler arası ilişkilerde, kişilerin çevrelerindeki üçüncü ve dördüncü kişiler (anne, kayınvalide, baba, arkadaş) tarafından ilişkiye yandan müdahale yapılacağı gibi, bir profesyonel (terapist) tarafından da terapötik müdahaleler yapılabilir. Gerçek yaşamda ilişkilerde belirlemeler, tanımlamalar ve yorumlar olduğu müddetçe, müdahaleler her zaman bir şekilde vardır. Fakat bir problem yaşandığında:kişilerin “eylem kapıları yapılanmış” olması veya “sonu gelmeyen oyunlar”söz konusu olduğunda, sistemin dışından bir kişinin müdahalesine gereksinim vardır. Çünkü sistemin devam etmesi için, sistemin kurallarının değişmesi gerekmektedir. Sistemi değiştirmek, o sistem içindeyken olası değildir. Ancak dışardan birisi(terapist)sisteme ihtiyacı olanı verebilir “Kuralların değişmesi” “Yeniden çerçeveleme” çift-aile terapisinde en temel müdahale tekniklerinden biridir. Böylece danışanın olaylara ait olan şemasını değiştirerek(farklı bakış açısı sunarak)daha fazla seçenek sahibi olmasını ve duygularının daha az ayağına dolaşmasını sağlamaktır. Örnek1: Kadın”Eşim benim bu durumuma karşı o kadar duyarsız ki” Terapist “Belkide eşiniz bu şekilde kendini acıdan koruyor olabilir. ” Erkek “Aslında eşimin bu sorunu karşısında kendimi çaresiz hissediyorum, çok üzülüyorum, ne yapacağımı bilemiyorum. Örnek2: Erkek:”Eşim sürekli zırzır ağlar, onun tartışma anında ağlaması beni daha da kırıyor, bağırıp, çağırıp kapıyı vurup gidiyorum. Terapist:”Eşiniz dile getiremediği duygularını, acısını ancak ağlayarak ifade etmeye çalışıyor. İlişkinin iyisi-kötüsü yoktur, gerçeği vardır. İlişkide rahatsızlığın olması, rahatsızlık veren olgunun ortadan kalkmasıyla düzelmiyor. Çünkü asıl olan ilişkidir. Yardım isteği ile başvuran çiftlerden biri “ben boşanmak istemiyorum veya ben boşanmak istiyorum” isteğiyle geldiğinde, ilk müdahalemiz ;boşanmak için ilişkinin düzelmesinin gerektiği çünkü burada sorunun, ilişkinin aslı olduğunu söylemektir. Sorunlu ilişkilerde boşanmak;ağızdan kolayca çıkan basit bir çözüm olarak gelsede gerçeğe yakınlaştıkça, uzaklaşılan ve alınması zor bir karar haline gelmektedir. Çiftlerde, terapide kullanılan ilk önerilerden biri;ilişkinin bir süre askıya alınmasıdır(askı modeli). 15 gün süre ile asla yüz yüze görüşme yapılmaması, telefonla konuşulmaması, ayrı yerlerde yaşama ve bu sürede varlıklarından bile haberdar olunmaması önerildiğinde, buna “boşanmak en iyi çözüm “diye yaklaşan çiftlerde dahi ilk tepki red etme olabilmektedir. Çift terapisine başvuranların çoğunluğunu kadınların oluşturduğu ve bir kısım eşlerin terapiye sıcak bakmadıkları göz ardı edilmeyecek bir gerçektir. Terapiye her iki tarafında katılması sonuç almayı kolaylaştırdığı gibi terapi süresinide kısaltır. Fakat çok önemli olan bir gerçekte, ilişkide magdur olan bireyin; (çoğunluğu kadın) tek başına yapacağı terapi yolculuğunda hem ilişki adına hem de kendi adına çok yol katedebileceğidir. İLİŞKİ BİR ALIŞVERİŞTİR VE BUNDA ŞİMDİ ÖNEMLİDİR. Psikolog Aynur Ünal
Hızla değişen dünyamızda insanın yaşayabilmesi ,bir bakıma en yakın çevresiyle olan ilişiklerine ve çevrenin kişilerin davranışları üzerindeki etkisini anlamasına bağlıdır.İnsanın en yakın çevresi evi ve ailesidir.Anayasamızın 41.maddesinde “Aile Türk Toplumunun Temelidir.”hükmü yer almaktadır.Kişi veya aile olarak tüm insanlar,devamlı olarak değişen ,bir dünyada yaşamak ve bu dünyaya uyum sağlamak zorundadır.bir yandan sanayi ve teknolojideki değişikler aile yaşantısını da etkilemekte kitle iletişim araçlarının da yardımıyla bu etkileşim artık çok hızlı olmaktadır. Nüfus durumunda,sosyal ve ekonomik yapıdaki değişmeler,doğrudan ve dolaylı olarak aileye yansımakta ve bunun sonucunda aile yaşamı devamlı olarak değişmektedir.Bu nedenle aile konusu işlenirken,ailenin durumu belirlenirken,ailenin içinde bulunduğu toplumdaki gelişme ve değişmeleri birlikte incelemek gerekmektedir.Ailenin bugünkü durumunu bilmek değişimleri izlemek için şart olmaktadır.Ancak bu sayede ;ailedeki değişimi analiz etmek ,ailenin değişimine neden olan veya neden olacak faktörleri incelemek ,aile refahını artırıcı yönde alınacak önlemlerin gerçekçi olmasına imkan sağlamak mümkün olacaktır. Aile,insanlık tarihi boyunca var olan ve değişmeler karşısında sürekliliğini her zaman koruyan bir kurumdur.Bu güne kadar kurulmuş olan bütün medeniyetlerde,bütün hukuk sistemlerinde ve dinlerde toplumsal hayatı,birlik ve bütünlüğü sağlamaya yönelik düzenlemelerin esas objesi aile olmuştur.Aile ,insanoğlunun en derin eğitim etkilerini aldığı ,pek çok şeyler öğrendiği ve hayata hazırlandığı bir okuldur.Diğer yandan aile ,dünyaya masum ve nötr bir özellikte gelen çocuğa hem ferdi hem de sosyal ve kültürel yönden kimlik kazandıran bir yerdir.Çocuğun şahsiyeti bir nevi aile eğitimi vasıtasıyla oluşmaktadır.Verdikleri eğitimle çocuklarının şahsiyetini çizen aileler ,dolayısıyla mensubu bulundukları milletinde şahsiyet ve kaderini çizmektedir.Bu sebepledir ki aile eğitiminin değeri ve sorumluluğu büyük önem arz etmektedir. En küçük toplum birimi olarak da tanımlanan aile insan yaşantısı içinde doğudan önce başlayan ve doğundan sonraki ilk gelişim yıllarından yaşamın sonuna değin etkinliğini sürdüren bir kurumdur.Ailenin çocuk üzerindeki etkilerinin kalıcı olduğu düşünüldüğünde aile kavramının önemi dağa da belirginleşmektedir.Çocuk ,bir topluluk içinde nasıl yaşanıldığını ailesinden görerek öğrenmektedir.Çocuk yetiştirmede amaç sağlıklı bir kişilik oluşturmaktır.Bütün toplumlarda aile kişiliğin ortaya çıkmasında ve gelişmesinde etkili olan ilk sosyal etkendir.İnsanın ihtiyaçlarına karşılık vermeyen bir aile yapısı,o insanın,dolayısıyla o toplumun temel yapı ve özelliğini de kısa veya uzun vadede derinden etkiler. Ailenin dayandığı temel değer onun yansıyış şartları arasında beyin,duyan kalp ile vücuttaki organlar ve duyumlar arasında ortaya çıkan uyumsuzluğu hatırlatabilir.Ki bu durumda olan insana özürlü diyoruz.bu durumda olan insana özürlü diyoruz.Gerçi bu durumda olan insanlarda da normal insanlarda gördüğümüz organlar ,beden yapısı ve ihtiyaçlar küçük farklar dışında aynıdır.Fakat arda sırada bir ilişki kesikliği veya giderememe vb.. gibi durumlar söz konusudur. Tıpkı benzer şekilde ailenin dayadığı değer ile bu değerin yansıması gereken ortam ve şartlar arasında mütekabiliyet bir uyum ve uygunluk, bir ilişki eksikliği veya kesikliği söz konusu ise o taktirde ortada bir dizi önemli sorun var demektir. En azından sorunların ortaya çıkabileceği hazırlıklı olunması kaçınılmaz hale gelir. Türk topumu olarak hayatiyetini korunması ve sürdürmesi belirtilmek istenen bu aile yapısına bağlıdır. Ancak bu aile yapısının dayandığı ve hayatiyetini sürdürmekte etkili olan değer ile onun yansıyacağı ortam ve şartlar arasındaki mesafe her geçen süre giderek açılmakta, en azından bulanıklaşmakta çeşitli lekelerin yansıdığı bir ortama dönüşmektedir. Bu durumu zaman içinde ve şartlara uygun olarak değerin yorumlanması olgusuyla karıştırmamak mecburiyeti vardır. İnsan yapısı gerekli değişikliğe veya ilerlemeye teşne bir varlıktır. Elbette aile kurumu toplumsal örgütlenme ve yapılanmada bunun dışında düşünülemez. Fakat insan aynı zamanda hafızası ve hatırası tarihi ve geçmişi olan bir varlıktır da. Bu yönüyle insan koruyucu, gözetici, sadık kısacası bazı değerlere sıkı sıkıya bağlı kalmak durumundadır ki insanın değişmeyen , kalıcı olana ilişkisi de buradadır. Başka bir söyleyişle insan ve toplum açısından zaman ve şartlar gereği bilirli değişikliklerin olması gereklidir. Bu değişim isteği insanın fıtratında kaynağını bulan bir olgudur. Çünkü değişim insanın insan olarak iyiye güzele ve doğruya yönelmesiyle vazgeçilmeyecek bir süreç olarak kabul edilmelidir. Kaldı ki insan iyiye güzele ve doğruya yöneldiği anda kendi özünü,asıl insan olma olgusunu yavaş yavaş gerçekleştirmeye başlar. İnsan değişmeyen fıtratını değişen ortam ve şartlar bakımından tanımak,bu tanıyışına bağlı olarak da belli bir değişim içinde,yani sürecinde olmak durumundadır.ahlaki idealin gerçekleştirilme kaynağı burada söz konusu edilmektedir.kısacası insan,değişmeyen değerlerini değişen şartlar ve ortama göre yeniden tanımlamakta,belirlemekte,anlamakta ve anlaşılır kılmaktadır. AİLENİN TANIMI, YAPISI VE İŞLEVLERİ Aile bir ilişkiler sistemidir. Aile demekle neyi kastediyoruz? Soyut anlamda kişiler arası ilişkileri içeren belli kuralları olan bir düzendir.Aile sistemi dediğimiz zaman aile içindeki bireylerin birbirleriyle nasıl etkileşimde bulunduklarını düzenleyen kuralların tümünü kastederiz. Birey Davranışları İle Tüm Aileyi Yansıtır: Her birey kendi benlik tanımlaması içinde ailenin tüm düzenini yansıtır;koşullar olanak verildiğinde, kendi bildiği türden bir aile ortamı yaratmaya girişir. Daha doğrusu koşul ve olanakları kendi bildiği aile türünden bir aile yaratacak biçimde kullanır. Bu nedenle babası alkolik olan bir kız alkolik bir adamla evlenir; annesi tarafından ilgi, sevgi görmemiş, yalıtılmış bir erkek ise anneleri gibi duygusal yönden soğuk kadınlarla evlenirler. Aile içindeki roller böylece kuşaktan kuşağa kendi kendini böylesine yinelerAile kan bağlılığı,evlilik ve diğer yasal yollardan, aralarında akrabalık ilişkisi bulunan ve çoğunlukla aynı evde yaşayan bireylerden oluşan;bireylerin cinsel,psikolojik,sosyal ve ekonomik ihtiyaçlarının karşılandığı, topluma uyum ve katılımlarının sağlandığı ve düzenlendiği temel bir birimdir. Sistem perspektifine göre aile bir geçmişi paylaşan,duygusal bağı olan,bireysel aile üyelerinin ve ailenin bütününün ihtiyaçlarını karşılamak için stratejiler planlayan bireylerden oluşmuş kompleks bir yapı olarak tanımlanır.Öğeler arasında etkileşim vardır ve bu etkileşim sistemdeki öğelerin özelliklerinden etkilenir. Aile bir geştalttır; üyelerinin toplamından daha fazlasını ifade eder.sistem bir küme değildir.çünkü öğeler arasında kararlı bir iletişim vardır ve sistemdeki parçalar birbirine bağlıdır.Aile biçimleri çok genel olarak “çekirdek”ve “geniş aile” olarak sınıflanabilir.çekirdek aile ana baba ve evlenmemiş çocuklardan oluşur.diğer akrabalarla da ilişkiler söz konusudur.ancak göreli olarak aile sorunlarında ve diğer ilişkilerde daha bağımsızdır.geniş aile ise ,birden fazla kuşağın bir arada oturduğu,ortak mülkiyet esasında ekonomik bir birimdir.evrensel nitelikte olan çekirdek ailenin biyolojik,toplumsal ve psikolojik işlevleri vardır.bu işlevlerden özellikle bakım ve toplumsallaştırmayı eğitim örgütleri büyük ölçüde üstlenmektedir.fakat çekirdek aile temas sosyalleşme gurubu olarak önemini korumaktadır.en azından çocuk köylerindeki bakımlarda bile ailedeki ana baba rollerini oynayan kişiler görevlendirilmektedir.ayrıca bir çok sosyal bilimcinin ortaklaşa önemsediği işlev maneviyata psikolojik gereksinmelerin karşılanmasıdır.yakın sevgisi ve anlayış duygusu ailede başka hiçbir gurubun gereğince karşılayamadığı temel işlevdir.geniş aile ;geleneksel tarıma dayalı toplumlarda ekonomik ve sosyal birlik olarak daha çok sayıda işlevi yerine getirmekle yükümlüdür.geniş ailenin ekonomik, üreme,eğitim,koruma,dinsel,boş zaman değerlendirme,eğlenme,konum sağlama gibi daha pek çok işlevi vardır.kentsel çekirdek ailede ise bu işlevlerin çoğu başka toplumsal kurum ve örgütlerce karşılanmaktadır. BİR PSİKOLOJİK SİSTEM OLARAK AİLE Ailenin bir sistem olarak incelenmesine olanak sağlayan hatta belirleyici özellikleri sayabileceğimiz bazı ölçütler: a-) Her sosyal grupta olduğu gibi, aile bireylerini bir arada oluşlarını ortak bir amacı vardır. Ailenin amacı üyelerini ayrı ayrı bireysel güdü, niyet ve gereksinimlerinden bağımsız ve ötedir. Üyelerin adeta gizli antlaşma ile ve ortaklaşa belirlenen bu amaç bütün üyelerinin gereksinimlerini aynı anda karşılayabileceklerin sosyal, psikolojik, fiziksel v.b. bir ortam yaratmaktır. b-) Her sosyal organizasyon gibi ailenin de bir örgütlenmesi / yapılanması vardır. c-) Aile bir insan sistemidir.aileyi insan üyeler ,sosyokültürel kurultular,kişiler arası ilişkiler ve fiziksel çevre bir sistem yapar. d-) Aile kendi içinde alt sistemlerden oluşur.Bir birey birden fazla alt sistemde yer alabilir.bu alt sistemlerde yine kendi amaçları ve diğer küçük sosyal grup özellikleri olan ,ancak “aynı aile sistemi “içindeki birliklerdir. e-)aile ,belili koşulların gerektirdiği bazı değişiklikleri kendi yapısında gerçekleştirme ve gereksinimler için etkileşimsel yeterliği olan bir birimdir. f-)aile içinde değişen durumlara en belirgin örnek,tıpkı bir birey gibi,yani gelişen bir sistem olarak karşılaştığı yaşam döngüsüdür.aile yaşam döngüsü kuramcıları,belirli bazı plato ve geçiş dönemleri olan evrelerden söz ederler.plato dönemleri göreli yapısal bir durgunluğa,geçiş dönemleri ise yapısal istikrarsızlığa ve ana değişimlere işaret eder g-)aileler aynı sonuca farklı yollardan da gidebilirler.yani insan gelişiminde söz konusu olan eşsonluluk ilkesi aileler içinde geçerlidir.farklı eğitim,ekonomik,kültürel,psikolojik donanımlara sahip iki ailenin”bireylerine destek olma,sahip çıkma”hedefleri ortak,ancak buna ulaşma biçimleri son derece değişik olabilir. h-)aile yapısındaki dönüşümlere belirti üretmekte dahildir.özellikle ailenin yapısını değişen koşullara uydurma ve etkileşimsel yeterlik özelliği dikkate alındığında,bazı durumlarda yapının ancak psikolojik belirti üretmeye yetecek şekilde değişebildiği ve sistemin gereksinimlerini böyle doyurabildiği daha kolay görülecektir. YAYGIN DÖRT AİLE YAPISI KAPALI AİLELER Kapalı ailelerde genellikle”geleneksel”olarak bilinirler.bu ailelerde kararları veren belli bir lider ve hiyerarşi sistemi vardır.bu lider anne veya baba olabilir.bu tip aileler üyelerinin ihtiyaçlarını sabitlik /durağanlık,yapı ve ait olma duyguları ile karşılamaya çalışırlar. Ebeveynlik otoriteye dayanır.kapalı aileler iyi işlerlerse kurallar ve sınırlar belli olur.ancak,bu ailelerde çocukların özellikleri yadsınır.çünkü kapalı ailelerde zıtlıklara karşı çok az hoşgörü vardır.ebeveynler katı kurallarla davranışları kontrol altında tutmaya çalışırlar.bu aileler oldukça katıdır ve üyeleriyle içi içedir. GELİŞİGÜZEL AİLELE Kapalı ailenin tam tersine,gelişigüzel aileler gurup yerine bireye önem verirler.Yani aile her üyenin ihtiyaç ve amaçlarını karşılamasına yardım eder.Aile yapısı hiyerarşik değil izin vericidir.Aile üyelerinin bağımsız olarak kendi problemlerini çözebilmeleri için cesaretlendirilir.Bu tip iyi işleyen aileler,çocuklarının yaratıcılığını ve bireyselliğini geliştirirler.ancak,gelişigüzel ailelerin iki zorluğu vardır.birincisi sınırlarını veya güvenli yapısını kurmada yetersizdirler.ikincisi ,gücü kullanmada ve ebeveynlikte zayıftırlar.bu nedenle etkileşim karışık hale gelir.gelişi güzel ailelerde ergen çocuklar kendilerini bir yapıya dahil etmek için çeşitli alt kültür guruplarına katılabilirler AÇIK AİLELER Açık ailelerde değerler karışıktır, hem bireyselliğe hem de guruba önem verirler. Kararlar bütün aile üyeleri tarafından alınır, bilgiler paylaşılır, işbirliği yapılır. Gelişigüzel ailelerin tersine, açık ailelerde iletişim fazladır. Açık aileler bireylerine güven verir. EŞ ZAMANLI AİLELER Eş zamanlı ailelerde iletişim kapalıdır. Bu nedenle sözel olmayan iletişim çok önemlidir. Başarılı aile üyeleri sözel olmayan bu mesajları okuyabilecek beceriyi geliştirirler. Eş zamanlı ailelerde çocuklar rutin ve düzenli bir ortam içinde güvenli ve ait olma duygularıyla yaşarlar. Ebeveynlerin iletişimi doğrudan ve açık olmadığı için bunları anlamak çok zordur. Bu tip ailelerde etkileşim az olduğu için samimiyetlik duygularını kaybetmişlerdir. Yinede bu tip aileler çocuklarına güvenlik ve ait olma duygularını yaşatmaya çalışırlar. Eğer ailede büyük bir değişim ortaya çıkarsa üyeler bunu inkar etmeye çalışırlar. Eş zamanlı aileler sakinlik ve huzur istedikleri için inkar edemeyecekleri kadar büyük bir problem oluncaya kadar üyelerine yardımcı olmazlar. AİLENİN TEMEL GEREKSİNİMLERİ 1.Değerli Olma Duygusu: Aile içindeki etkileşim çocukları ya “ben değerliyim” ya da “değersizim” duygusuna götürür. Bu gereksinim aile içinde yerine getirilmezse çocuk her türlü davranışla bu duyguyu elde etmeye çalışır. Ergenlik çağındaki erkek çocukların çete(gang) kurarak çoğu kez ölümle sonuçlanan çatışmaları da, kendilerini önemli görmeyen aile ortamlarına bir tepki olarak yorumlanır.”Ben değerliyim” duygusunu aile içinde elde eden birey kendisini kanıtlamak için aşırı davranışlarda bulunmaya gerek duymaz. 2.Güven Ortamı: Aile içindeki bireylerin emniyette olduğu, dışarıdaki tehlikeli olayların aile içine girmeyeceği duygusu, bu gereksinmenin temel nedenidir. Eğer çocuk ev içinde kendisini güven içinde bulmuyorsa çocuk ailenin dışında bir yere yönelir. Aile ile olan bağlarını koparır. 3.Yakınlık Ve Dayanışma Duygusu: Aile içinde temel güven ve dayanışma varsa aile dışında bireyin karşılaştığı stres getirici olumsuz olaylar yıkıcı etkisini pek göstermez. Güven duygusunun baskın olduğu aile dış dünyanın yaratmış olduğu sıkıntı ve kaygılarından kendisini kurtarır. Bu tür aile içinde olan kimseler kendilerine olduğu gibi çevresine de güvenirler. Eğer aile içinde güven ve dayanışma sağlanmamışsa bu insanlar yoğun stres ve gerginlik yaşarlar. Bu kişiler kendilerine dahi güvenemezler. Dolayısıyla çevresinde yakın ilişkiler kuramazlar. 4.Sorumluluk Duygusu: Aile sistemi içindeki anne ve babalar davranış ve sözleri ile sorumluluk duygusunu ifade ederler. Aile içinde sadece anne baba değil herkes sorumluluk duygusunu paylaşır. Elbette ki çocuklara yaşları oranında sorumluluk yüklenmelidir. Tüm sorumluluğu kendi üzerine alan, çocuğunu sorumluluktan kurtaran anne ve babalar kendi yaşamını biçimlendirmekten aciz sürekli başkalarının yönetiminde olmaya yönelik bireyler yetiştirirler Bu tür tutumlar sonucunda yetişmiş bireyler yaşamlarında yer alan olaylardan sürekli başkalarını sorumlu tutarlar. Gelişimsel dönemi göz önüne alınarak çocuğun odasını toparlaması, ev işlerine yardım etmesi gibi konularda sorumluluğu sağlanabilir. Bunu yaparken kız ve erkek işleri kesin çizgilerle ayrılmamalıdır. 5.Zorluklarla Mücadele Ederek Onların Üstesinden Gelmeyi Öğrenme: Çocuğa her şey hazır verilmemelidir. Sorumluluk duygusunun gelişimi ile ilgili anlatılanlar zorluklarla mücadele etme ile ilgilidir. Çocuğun içinde bulunduğu gelişimsel dönem göz önünde bulundurularak çocuk kendi sorunları ile baş başa bırakılmalıdır. Bu durum onların zor sorunları ile mücadele ederek, uğraşmasına olanak vermek, kendisine güvenli sorun çözme becerileri gelişmiş bireyler olarak yetişmeleri için gereklidir. Karşılaştığı her zorluğa aşırı yardım eden ana babaların çocukları sürekli başkalarına muhtaç, kendilerine güvensiz olur. Böyle kişiler yetenek becerilerini keşfedemezler 6.Mutluluk Ve Kendisini Gerçekleştirme Ortamı: Aile ortamı bir mutluluk ortamıdır. Şimdiye kadar anlatılan gereksinimlerin karşılanması mutlu olmayı getirir. Evde değerli olduğu duygusunu tadan birey mutlu olur ve yaptığı şeylerden doyum alır, kendini gerçekleştirme olanağı bulur. 7.Sağlıklı Manevi Yaşamın Temellerini Oluşturma Ortamı: Katı din kuralları altında yetiştirilmiş çocuk sürekli yargılanacağı, cezalandırılacağı korkusunu yaşar. Kendi yaşantı ve deneyimlerini zenginleştirecek iç ve dış dünyasını araştırıp keşfedeceği yerine körü körüne itaati, kendi düşünce ve duygularından utanmayı öğrenir. Sağlıklı manevi yaşam ailenin çocuğuna verebileceği en önemli süreçtir. Sağlıklı bir manevi temeli olan insanlar kendisi ile barışık, insan ilişkileri olumlu ve kuvvetli saygılı bireyler olarak yetişirler. KORUNMASI GEREKEN BEŞ TEMEL ÖZGÜRLÜK 1.Şimdi ve burada olanı duyma ve görme (algılama) özgürlüğü 2.Kendi düşündüğünü olduğu gibi ifade edebilme özgürlüğü 3.Kendi duygularını olduğu gibi ifade edebilme özgürlüğü 4.Kendi arzularına göre bir şeyi isteme ya da reddetme özgürlüğü 5.Olmak istediği yönde gelişerek kendi özünü gerçekleştirme özgürlüğü ANA BABALARIN YAYGIN TUTUMLARI ŞİDDETLİ RET EDİCİ ANA BABA TUTUMU Ret etme ,bir anlamda çocuğun bedensel ve ruhsal gereksinmelerini karşılamayı aksatacak kadar çocuğa karşı düşmanca duygular beslenilmesidir.Şiddetli ret edici tutumu olan ailelerde çocuğa karşı düşmanmış gibi davranılır. Şefkat,sevgi,sıcaklık verilmez. Öz evlatları olduğu halde anne baba tarafından çocuk üvey evlat muamelesi görmektedir. Bazen sadece anne bazen de sadece baba çocuğu ret eder. Ama genelde aile içinde çocuğa soğuk davranılır.Beğenilmez ve devamlı her yaptığı eleştirilir.Çocuğun eksik ve yanlış davranışları araştırılır.Çocuğa baskı yapmak için her türlü fırsat kollanır.Çocuğun iyi yönleri değil de devamlı kötü yönleri su yüzüne çıkarılır. Her türlü angarya bu çocuğa yıkılır. Bazen diğer çocuklar da bu muameleden nasiplerini almaktadırlar.Ama genel de günah keçisi olarak bir çocuk seçilir. Ret edilen çocuğa evdeki diğer çocuklardan farklı davranılır.Aile sıcak,sosyal ve güven verici havadan kesinlikle yoksundur.Aile içi yaşam gerilim,çatışma ve kavgalarla doludur.Anne baba çocuğu sevmemekte ,anlamamakta ve onu diktatörce yönetmeye çalışmaktadır. KAYITSIZ VE PASİF ANNE BABA TUTUMU Pasif ve kayıtsız ebeveyn ,çocuğun davranışları karşısında “ilgisiz ve kayıtsız” davranışlar sergileyen anne babadır. Onlar için çocuğun varlığı ve yokluğu belli değildir. Bu gruba giren anne babalar hoş görü ile boş vermeyi birbirine karıştırmaktadırlar. Anne baba çocuğa karşı çocuğun kendisini rahatsız hissedecek kadar kayıtsız kalabilmektedir.Çocuğu ihmal eden anne baba zorunlu olduğu zamanlarda, çocukla yüzeysel bir ilişki kurabilmektedir. Çocuk anne babayı rahatsız etmediği müddetçe ,görünürde çocukla ilgili pek bir problem yoktur.Eğer çocuk anne babayı rahatsız eder ve onların yollarına çıkıp engel teşkil ederse ,anne baba çocuğa karşı düşmanca bir tutum ve tavır takınır. Çocuğu düşman kuvvet ilan ederler.Daha sonra ise çocuğa karşı yine kayıtsız tutum sergilerler. Anne babaların kişilik yapıları değişkendir.Rahat ,sessiz ,vurdumduymaz pasif oldukları gibi saldırgan da olabilirler. BASKICI ,OTORİTER,KATI VE SIKI ANNE BABA TUTUMU Çocuğunu ,kendi ideallerinde yaşattığı kalıplara uygun küçük bir yetişkin yapma çabasıyla ,yola çıkan ana babaların çoğunlukla katı,baskıcı ve hoşgörüsüz bir tutum içinde olduklarını görürüz.Çocuğumuz bizden yaşça be-dence ve ruhça küçük olabilir fakat bu çocuğumuzun bizim bir model küçüğü- müz olması anlamına gelmez.O henüz bir çocuktur.Evet çocuktur.Yaramazlık ve hatalar yapması kadar doğal olabilecek ne olabilir ki? DENGESİZ,KARARSIZ VE TUTARSIZ ANNE BABA TUTUMU Çocuk eğitiminde tutarsızlık çok yönlüdür.Çocuğun belli bir davranışı kimi zaman hoş görülmesi kimi zamanda aynı davranış yüzünden ceza alması çocukta cezanın anlamı ve suçun niteliği hakkında kuşkular uyanmasına neden olur.Acaba çocuğun bu davranışı anne babanın belirli bir anında, örneğin işten yorgun argın geldiklerinde,sinirli olduklarında veya evde misafir olduğunda mı yanlıştır? Sakıncalıdır? Yoksa her zaman sakıncalı ve uygun değildir?. Örneğin çocuk evde ıslık çalıyordur AMAÇSIZ HOŞGÖRÜLÜ ANNE BABA TUTUMU Anne babanın çocuklarına karşı hoşgörü sahibi olmaları çocukların bazı kısıtlamalar dışında ,arzularını ,diledikleri biçimde gerçekleştirebilmelerine izin vermeleri anlamına gelmektedir.Düzeyli hoşgörü sahibi olan anne babaların çocukları evlerine yönelik olumlu bireyler olurlar.Hoşgörü normal düzeyde ise , çocuk kendine güvenen ,yaratıcı ve toplumsal birey olarak karşımıza çıkar. Amaçsız hoşgörüde ise yukarıda anlatmaya çalıştıklarımdan biraz farklıdır.Anne baba ev içinde ve dışında çocuğun kendilerini rahatsız etmemesi şartıyla ,çocuğun tüm davranışlarında serbestlik vardır. Çocuk bir müddet sonra anlar ki “Anne babayı rahatsız etmezsem, her şeyi yapabilirim.”Demeye başlar. Böyle anne babalar hoşgörülü tutumlarından kolay kolay ayrılmak istemezler.Çünkü çocuğa dilediğini vermenin ona karşı koymaktan daha kolay olduğu düşüncesini kendilerine yerleştirmiştirler.Çocuğu en kolay metotla büyütmektedirler.Çocuğun istekleri “Bırak ver de ağlamasın,çocuk üzülmesin.” Veya “Çocuktur yapar,siz hiç çocuk olmadınız mı?”denilerek yerine getirilmeye çalışılır.Kendi yaşamadıkları çocukluklarının ;çocukları tarafından yaşanmasını isterler. Böyle bir tutum çoğunlukla çocuğu cezalandırmaktan korkmanın ve çocuğa bebek muamelesi yapmanın bir dönüşümü olarak ortaya çıkmaktadır. MÜKEMMELİYETÇİ ANNE BABA TUTUMU Mükemmeliyetçi anne baba her şeyin en iyisini çocuğundan bekler.Kendi gerçekleştiremediği yaşantıları çocuklarının gerçekleştirmesini ister. Mükemmeliyetçi anne babanın çocuğu sınıfın birincisi ve hatta okulun birincisi olmalıdır.Ayrıca çok iyi resim yapmalı,şarkı söylemeli,iyi konuşmalı,lider olmalı, iyi yüzmeli,koşmalı herkesin parmakla göstereceği örnek davranışlar sergileyen çocuk olmalıdır. Hayır !Böyle ailelerde çocuk asla çocuk olmaz.Çocukluğunu yaşayamaz. KABUL EDİCİ,GÜVEN VERİCİ HOŞGÖRÜLÜ VE DEMOKRATİK ANNE BABA TUTUMU Anne babanın çocuğu kabulü,sevgi ve sevecenlikle ele alması,çocukla ilgilenmesi şeklinde davranışa yansımaktadır.Kabul eden anne baba,çocuğun ilgilerini göz önünde tutarak ,onun yeteneklerini geliştirecek ortamı çocuk için hazırlar.Kabul gören çocuk,genellikle sosyalleşmiş,işbirliğine hazır,arkadaş canlısı,duygusal ve sosyal açıdan dengeli ve mutlu bir bireydir. Anne baba birbirlerine ve çocuklarına karşı olan duygularında net ve açıktır.Aile içinde güven ve şeffaflık vardır.Aile huzurludur.Problemlerle nasıl baş edebileceklerini birlikte araştırırlar.Bu ortamda yetişen çocuğa kişilik özelliği olarak aynen yansır. Ana babaların çocuklarına karşı hoşgörülü sahibi olmaları,çocuklarını desteklemeleri,bazı kısıtlamaların dışında çocuğun istek ve arzularını yerine getirmeleri anlamına gelmektedir. ANNE-BABA DAVRANIŞLARININ ÇOCUK ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ Çocuğun zeka ve kişilik gelişiminin temelinde annenin ve babanın davranışlarını buluyoruz. Onların tek tek kişilikleri, birbirlerine olan davranış ve tutumları ve çocuklarına gösterdikleri ilgi ve davranış biçimleri gerçekten çok önemlidir. Çocuğun zeka ve kişilik gelişiminde, özellikle anne ve baba davranışlarının büyük rolü vardır.Bazı çocuk ileriki yaşamında tıpkı anne ve babası gibi davranır.Bazı çocuk öyle zorlanmıştır ki, reaksiyon olarak, kendisine yöneltilen davranış ve eğitim tarzının tam tersini seçer. Doğru ya da yanlış olduğunu gözetmeden… İçinde birikmiş acı ve sorunlar nedeni ile… Bazıları da, kendi anne ve baba davranışlarını bilinçli bir yorum süzgecinden geçirir ve en iyisini, en doğrusunu uygulamaya çalışır. “Benim doktor olmamı isterdi, annem… Olamadım… Bari oğlum doktor olsun. Bunu sağlamak zorundayım…” YA DA “Okutmak için boşuna zorladılar beni… Zamanım boş yere harcandı. Ben çocuğumu okutmayacağım. Bir an önce hayata atılsın ve para kazansın.” YA DA “Onun annesi ve babası olarak görevimizi seve seve yapacağız. Neye yeteneği varsa ve ne olmak isterse öyle olsun. Eğitmek, yetiştirmek, mutlu ve verimli olmasına yardım etmek en büyük görevimiz bizim…” Bu ve benzeri davranışlara çok sık rastlamaktayız. Genellikle çocukların öğrenim ve eğitimlerinde anne ve babanın, idealleri büyük rol oynamaktadır. Çocuklarında adeta kendilerini gerçekleştirmek istemektedirler. Kişilik özellikleri tam gelişmemiş olan “BÜYÜK ÇOCUKLAR” dır bunlar… Kendi geçmişlerinden , kendi çocukluk sorunlarından sıyrılamamış olan büyük çocuklardır AİLEDE PROBLEMLER Türk ailesini olumsuz yönde etkileyen pek çok problemler vardır. Kısaca bu problemleri şöyle sıralayabiliriz: Köyden şehre göç, hem sosyal yalda, hem de ailede büyük değişikliklere yol açmıştır. Başta köydeki gelenek ve göreneği kontrol edici baskısından kurtulup, başıboş bir ortama itilmişlerdir. Özenilen, gıpta edilen, taklit edilmeye çalışılan yabancı bir çevreye gelmişlerdir. Kitle iletişim araçlarının tesiri ve moda, aileyi derinden sarsmaktadır. Birçok aileler bu sıkıntıya ve perişan hayata, sırf kuru bir kavga uğruna katlanmaktadırlar. Diğer taraftan özenti sonucu bütçelerini zorlayan harcamalara gitmektedirler aile bütçesinin sarsılması önce geçimsizliğe, daha sonrada boşanmaya kadar varan bir dizi hususlara sebep olmaktadır. Sırf maddi mülahazalarla yurt dışına giden vatandaşlarımızın aile ve çocukları, hem kendileri hem de milletimiz için büyük bir problemdir.götürülmeyip yakınları yanına bırakılan çocuklar ,aile şefkatinden mahrum ,birazda başıboş olarak yetişmektedir.yabancı ülkelerde doğan ve yaşayanları ise ,büyük kültür ve kimlik buhranıyla karşı karşıya gelmektedir. Devamlı reklamlara muhatap olan aile israfın içine itilmektedir.buda aile bütçesini zorlamaktadır hatta geçimsizlik sebepleri arasıda,israfın önemli payı olduğu unutulmamalıdır. Günümüzde ailelerin kendini müdafaa mekanizmaları zayıflamıştır.bunları canlandırmak gerekir.mesela,saygı,iyi örnek olma annenin mürebbilik rolü gibi.Türk ailesinin dayandığı temel değer ile şartlar ve ortamı arsında bir uyumsuzluk,belki e bir çatışkıdan söz edilebilir.bu uyumsuzluk veya çatışkıyı iki guruba ayırabiliriz. Bu hususta özetle şu tespitin yapılabileceği söylenebilir. Ailede içi uyumsuzluk, eğer ailenin dayandığı temel değer değiştirilmek istenmiyorsa, belli sarsıntılara yol açsa bile, giderilebilir. Bu konuda Türk ailesinin geçirdiği önemli deyimlere sahip olduğu belirtilmelidir. Ancak burada vurgulanması gereken ailenin dayandığı temel değerlerin reddedilmesi, ortaya çıkan şartlara karşı destekleyici düzenlemelerin yapılmasıdır. Nitekim bugün için Türk ailesinin çeşitli nedenlerin oluşturduğu bir iç uyumsuzluk yaşadığı söylenebilir buna karşı alınacak kısa vadeli önlemlerin tespit edilmesi gerekir. Ancak sadece önlemler sınırında kalmak sağlıklı bir sonuca götürmez bu önlemlerle birlikte eğitime, kültürel değerlerin fonksiyonel hale getirilmesine, toplumsal ve ekonomik sorunların çözümünde destekleyici yöntemlerin uygulanmasına ihtiyaç vardır.ailedeki iç uyumsuzluk, ailenin dayandığı temel değerden değil, bu değerin algılanma ve yorumlanma yetersizliğinden kaynaklanmışa benzemektedir. Bu bakımdan aile fertlerinin eğitilmesi bir dereceye kadar mümkün ise de bir noktadan sonrada toplumun duyarlılığına ve devletin rasyonel ve yerinde düzenlenmesini sorumlu kılmaktadır. 2- Dış Uyumsuzluk Devletin yada siyasi iktidarların, iletişim organlarının, bazı çevre ve kuruluşların topluma, aileye ve insana rağmen kültürel bir değişime, yani dünya görüşünü ikame etme çabalarına ağırlık vermesi. Şüphesiz bunun tarihi, siyasi kültürel bağlamda yürütülmeye çalışılması sorunun çok yönlülüğünü ortaya koyar. Türk ailesinin karşı karşıya kaldığı dış uyumsuzluğun anlaşılmasında , yorumlanmasında ve çözümlenmesinde mutlaka dikkate alınmak durumundadır. Belki de çatışma olgusunu bu bağlamda temellendirmek gerekebilir. EVLİLİKTE KAVGA Evlilik aylarında çiftlerin çoğu gerçekle pek ilişiği olmayan hayal dünyalarında yaşarlar. Daha evliliklerinin ilk aylarında, bir arada yaşamaya alışma devrelerinde kavga etmek bir çokları için ölüm demektir. Bu bakımdan da ilk aylarda her iki tarafta kavgadan sakınmak için ellerinden gelen çabayı harcar eşlerinde kendilerini kızdıran rahatsız eden yanlar bulsalar bile bunları içlerine atarlar. Sonunda içe atıla atıla bu duygular günün birinde ufak bir söz veya davranış sonucu taşıverir ve o zaman da kavga patlak verir. Böyle bir kavga çözümlenmeleri pek de güç olmayan çeşitli sorunların dile getirilmesine yardım eder. Bazıları kavgayı günlük çeşitli olaylarla gerilen sinirlerine bir rahatlık verme aracı olarak kullanırlar. Günlük yaşamın sinerlerimiz üzerindeki baskısı o derece fazladır ki, pek çoklarımız zaman zaman bu baskıyı azaltmaya gereksinim duyarız. Yalnız basıncı azaltmada, evdekilerle kavga etmeden daha uygun yollar vardır: Açık havada idman yapmak, sinemaya, tiyatroya gitmek, spor yapmak gibi. Bununla birlikte sık kavga etmek eşler üzerinde birikici bir etki yapar. Her kavgada kullanılan bazı acı sözleri unutmak güç olacaktır. Kavga anında bu acı sözlerin eşleri fazlasıyla ve bunların uzun süre unutulmaması olasıdır.Evli eşler arasındaki kavgaların sıradan iki insanı kavgalarından çok daha tehlikeli ve zararlı olmasının bir nedeni de eşlerin birbirlerinin zayıf yanlarını çok iyi bilmeleridir. Kavga esnasında onun benliğini ve kişiliğini en çok kırabilecek ve dile gelip söylenmesinden korktuğu gerçekleri ortaya döküverme, içten bile değildir. ÇOCUĞUN YANINDA AİLE MÜNAKAŞALARI Çocuğun yanında aile münakaşalarının ve bunun yinelenmesi doğru değildir. Çocuk bunlardan endişe duyar. Bu endişenin bir şekli kendi benliğinin ne olacağı tarzındadır. Kendine ve geleceğine dair güven hissi bir bakıma emniyet hissi yetersizliği burada söz konusudur. Gayet tabii anne ve babalarına sevgisi, onları kaybetme korkusu da böyle anlarda belirecektir. Çocuğun ruh sağlığı olumsuz yönde etkilenecektir. Aile münakaşaları eğer çok gerekli ise çocuk uyuduktan sonra yapılmalıdır. Zira çocuğun bu münakaşalardan yaralanması hiç kimsenin işine yaramayacaktır. Sorunlu bir çocuğun bakımı aile için daha da güç olacaktır. Çocuk kendisine iyi bir hayat sağlamak için gösterilen gayreti bilmelidir. Bu ağırlığın anne baba ve diğer sosyal çevre bireyleri üzerinde olduğunu öğrenmelidir. Fakat bu hal asla çocuğun başına kakılmamalıdır. Sıkıntılar altında ölmüş, bitmiş intibaa da verilmemelidir. Zira bu yaşta anne ve babası çocuk için abide denilebilecek ölçüde üstündür. ÇOCUKLARINI İHMAL EDEN ANNE VE BABALAR Çocuklarını ihmal eden ona veya onlara kötü muamele yapan anne ve baba çoğu zaman bunu istemeyerek yapar. Bu çemberi kırmak aileye hizmet gereklidir. Çocukların içinde onları büyümeye yönelten kuvvetli bir çaba vardır. Eğer gayretlerimizi çocuğun bu kuvvetli çabası ile bağdaştırırsak onun tam olarak gelişmesini sağlamış olma yönünde çok önemli adım atmış oluruz. Çocuklarını ihmal eden anne babaların büyük bir kısmı çocuğu tanımamakla yanılgıya düşmektedirler. Çocuk arkasında ana ve babasının desteği, önünde ise onların kuvvetli tecrübe bilgisi bulunduğu müddetçe başarı yolundadır. Etkili Aile İletişimi Her zaman bilinen bir söz vardır:” Eğitim ailede başlar” Gerçekten de çocuğa aile içinde gereken becerileri kazandırmaya çalışıyoruz. Ama ne kadarını ve nasıl. Zaten önemli olanda “Nasıl” sorusunun cevabı.Her aile başarılı çocuklar yetiştirmek ister. Bunun için çocuklarına mümkün olduğunca iyi bir gelecek sağlamaya çalışırlar. Onları iyi okullarda okutmak ister. Bunun için aile varını yoğunu ortaya koyar tüm özverisini çocuğuna verir. Ancak yadsınan bir konu vardır ki oda çocuğun sağlıklı bir kişilik nasıl geliştireceği. Aslında hayatta her şey başarı değildir. Önemli olan çocuğun içinde bulunduğu dönemi nasıl atlattığı, nasıl bir kimlik oluşturduğudur.Çocuk aileyi yansıtır. Aile içindeki bireylerin kişilik yapısı çocuğun kişiliğini şekillendirir. Yani aile iletişim becerilerini kullanmazsa çocukta iletişim becerilerini kullanamaz. Dolayısıyla çocuk hem ailede hem de sosyal çevrede sürekli çatışa içine girer.O halde “aile çocuğa nasıl eğitim verecek, çocukta nasıl sağlıklı bir kişilik oluşturacak?”. Elbette ki her anne baba çocuğunu en iyi şekilde yetiştirmek ister. Çocuğuna iyi niyetle yaklaşmaya çalışır. Ama anne baba iyi niyetleri kullanmasına rağmen yanlış yöntemleri kullanabiliyor. Burada ailenin vereceği iyi bir eğitim çocuğuyla kurduğu sağlıklı iletişim becerilerini kullanmasına bağlıdır. Bu sağlıklı iletişimi çocukla kurabilmek için önce onu tanımak ve onun temel gereksinimlerine saygı duymak gerekir.İşte ben de bunu düşünerek etkili iletişim kurma yollarını basit olarak size anlatmaya çalıştım . Bu kitapçıkta çocuğunuzun temel gelişimsel özelliklerini görecek, onu daha iyi tanıyacak ve daha iyi anlayacaksınız. Ayrıca sorun çözme, ben dilini kullanabilme, etkin dinleme gibi temel iletişim becerileri ile çocuğunuza daha olumlu yaklaşabileceksiniz Her şeyden önemlisi çocuklarınızı ayrı birer kişi olarak görüp onların kişiliklerine, bağımsızlıklarına saygı duymaktır. Çocukları tanımada ve anlamada en büyük yardım aslında kitaplar değil çocuğunuz ve sizlerin arasındaki o köprüdür. Yani: ETKİLİ İLETİŞİM. Etkili iletişim çocuğunuzla aranızdaki o köprüyü kurup ona ulaşmanızı kolaylaştıracaktır… AİLE İÇİ İLETİŞİM Etkili iletişimin temelinde bireyin kendisini tanıması, kendi değerlerinin ve tutumlarının farkında olması ve kendine güven yatar. İyi bir iletişimci ipuçlarını anında görür (jestler, mimikler, beden duruşu) ve onları gerçekçi olarak değerlendirir. İLETİŞİM ENGELLERİ 1.Emir vermek, Yönlendirmek: Bu iletiler kişinin duygularının önemsiz olduğu mesajını verir. Kişi diğer kişinin istediğini yapma zorunluluğunu hisseder. 2.Uyarmak, Gözdağı vermek: Bu iletiler de emir verme ve yönlendirmeye benzer; ancak kişinin vereceği yanıtın karşılığı olacak tümceleri de içerir. Kişinin isteklerine saygı duyulmadığı mesajını verir. Bu durum kişide öfke ve düşmanlık yaratır 3.Ahlak dersi vermek: Bu tür ilişkilerde otoritenin ve zorunlulukların gücü kişiye karşı kullanılır. “yapmalısın, etmelisin” mesajlarını iletir ve bireyi karşı koymaya zorlar. 4.Öğüt vermek ve çözüm önerileri getirmek: Kişinin sorunlarını kendi kendisine çözeceği yeteneğinin olmadığına inanıldığını gösterir. 5.Öğretme, nutuk çekme, mantıklı düşünceler önerme: Bu durum aile içinde o anda herhangi bir sorun yokken çocuklar tarafından kabul edilebiliyor; ancak, sorun anında bu durum kabul edilmiyor ve daha fazla çatışmalara neden oluyor. Mantıklı düşünceler önerme çocuğun mantıksız ve bilgisiz olduğuna dair mesaj iletir. 6.Yargılamak, eleştirmek, suçlamak,aynı düşüncede olmamak: Bu iletiler çocuk üzerinde diğerlerinden daha fazla olumsuz etki yapar. Bu değerlendirmeler çocuğun benlik saygısını düşürür. Çocuklar hakkında yapılan olumsuz değerlendirmeler çocuğun kendisini değersiz, yetersiz görmesine neden olur. 7.Övmek, aynı düşüncede olmak, olumlu değerlendirmeler yapmak: Genel inanç olarak bu durumun çocuğa zarar vereceği hiç düşünülmez. Çocuğun öz imgesine uymayan değerlendirmelerin yapılması çocukta kızgınlık yaratır. Çocuklar bu iletileri anne babanın kendilerini yönlendirme ve isteğini yaptırma girişimi için kurnazlık olarak yorumlarlar. “Siz böyle söyleyince sanki ben daha çok mu çalışacağım?” gibi düşünürler. Övgü ise başkalarının yanında yapılıyorsa çocuğu utandırır. Aşırı övgü sonucunda çocuk buna alışır ve övülmeye gereksinim duymaya başlar. 8.Ad takmak, alay etmek: Çocuğun benlik saygısı üzerinde olumsuz etki yapar. 9.Yorumlamak, analiz etmek, tanı koymak: Bu durum çocuğun konuşmasını, kendi duygularını ifade etmesini engeller. 10.Güven vermek, desteklemek, avutmak, duygularını paylaşmak: Anne babalar çocuklarının duygularını tam olarak anlamadıklarında ortaya çıkar. Böyle bir durumda sorun hiç yokmuş gibi algılanıp avutma eğilimine gidilir.” Üzülme yarın her şey düzelecek, kendini daha iyi hissedeceksin” gibi mesajların verilmesi çocuğun önemsenmediği hissini verir. 11.Soru sormak, sınamak, sorgulamak: Çocuk sorgulanıyor hissine kapıldığında bu durum onda güvensizlik, kuşku oluşturur. 12.Sözünden dönmek, oyalamak, alay etmek, şakacı davranmak, konuyu saptırmak: Böyle iletiler yüzünden çocuk anne babasının onunla ilgilenmediğini, duygularına saygı göstermediğini belki de onu dışladığını, dikkâte almadığını düşünür. Çocuklar sorunlarını dile getirdiklerinde çok ciddidir. Şaka ve espriyle karşılık vermek onları incitebilir ve itilmişlik kenara atılmışlık duygusunu verir. EŞLER ARASI UZLAŞMACI DİYALOG KONUSUNDA ON İLKE İLKE 1: SÖYLEYİN Aklınızdan geçen her şeyi söyleyin kaygılarınızı, korkularınızı ve isteklerinizi dile getirin. Sizin için önemli konulara eşinizin de önem vermesi için tercihlerinizi ortaya koymanız gerekir. Her duygunuzu açıklıkla paylaşmak, aranızda bir yakınlık bağı oluşturur. Bu da birbirinize olan bağın güçlenmesini ve derinleşmesini sağlar. Ayrıca kendinizi ciddiye alarak, duygu ve düşüncelerinize saygıyla kulak vererek, eşinizin de sizi anlayışla dinlemesi olasılığını arttırabilirsiniz. Gerçekten söyleyin: İpucu vermek yada dolaylı iletişim, riski fazla, kazanç umudu az bir stratejidir. Duygu ve istekleri açıklıkla ifade etmek her zaman daha etkilidir. Ummaktan ve merak etmekten kaçının: Eşinizin aklınızdan geçenleri okumasını ummanız, hem onu hem de sizin aklınızı karıştırır: Aynı sizin eşinizin aklından geçenleri okuduğunuzu zannettiğiniz gibi. Ummak ve merak etmek konularının alternatifi, söylemek ve sormaktır. “Biliyorsun, bence” lere dikkat edin: Eşinize belli bir konudaki düşüncenizi daha öncede ifade ettiğinizi düşündüğünüzde sözlerinizle biliyorsun, bence diye barlarsınız oysa “biliyorsun, bence” diye başlamak yerine düşüncenizi dolaysız olarak ifade etmeniz daha doğrudur, çünkü diğeri eleştirel yöntemdir ve karşınızdaki insanın hemen kendisini savunmaya çekmesine neden olur “İstediklerinizi söyleyin, istemediklerinizi değil”: İstemediklerinizi söyleyerek kaygılarınızı dile getirebilirsiniz, ama bu yolla istediklerinizi ifade etmiş olmazsınız. Birine istemediklerinizi söylemek, o insana renkli bir fotoğraf vermek yerine filmin negatifini vermeye benzer eşinize negatifler vermek yerine pozitifi verin, yani istediklerinizi ifade edin “Rica edin, şikayet değil”: Şikayetler geçmişe odaklanır, umutsuzluk yaratır. Ricalar tercihlerinizi ifade eder gelecekle ilgili davranışlarınıza odaklanır ve şimdiki durumunuzu düzeltmeniz yolunda size yol gösterirler. İLKE 2 : DUYGULARINIZI DİLE GETİRİN Duygularınız eşinizle paylaşmanız gereken önemli bilgilerdir. Aynı zamanda duygularımızı düşüncelerimiz için bir başlangıç noktası olarak almamız gerekir. Duygular, düşünceler ve eylemler birbirinden ayrılmazlar: Üçü bir arada iş başındadır. Bir duygunuzun farkına vardığınızda, aldığınız mesajı doğru değerlendirebilmeniz için, o duygu hakkında iyice düşünmeniz gerekir. Duygularınızı bu şekilde kullanabilirseniz, kaygılarınızın, korkularınızın ve tercihlerinizin neler olduğunu anlamanızda size yol gösterirler. “Duygular tek sözcükten oluşan etiketlerdir”: “Hissediyorum” demek bir takım duygular içinde olduğunuzu belirtir. Duygunuza utanç, neşe, sinirli, iğrenmek gibi bir etiket yapıştırıp, bu duygunuza odaklanmakla ilk adımı atmış olursunuz. “Senin …. tığını hissediyorum” şeklindeki ifadelerinize özellikle dikkat edin : “Senin yeterince uyumadığını hissediyorum şeklindeki bir ifade bir duygunun ifadesi değil, karşıdaki insan hakkında söylenmiş bir sözdür. Karşıdaki kişinin hemen savunmaya geçmesine neden olur, çünkü bir eleştirinin yolda olduğunu göstermektedir. Çözüm duygulardan önce düşüncelerin ifade edilmesindedir. “Duygularınızı sözcükler dökün davranışlara değil”: Duyguların davranışlarla değil sözcüklerle ifade edilmesi yanlış anlaşılma riskini azaltır ve eşinizin tepkilerinin de içten olmasını sağlar. “Kışkırtıcı bir dil kullanmaktan vazgeçin”:kullandığınız dil duygusal anlamda ne kadar yoğunsa eşinizin yanıtları da o kadar yoğun olacaktır. Her ikinizde ne kadar duygusal olursanız, tartıştığınız konu ne olursa olsun birbirinizi düşman görmeniz o kadar olasıdır.“Benim kendimi……. hisetmeme neden oluyorsun” dememeye özen gösterin: Örneğin “Benim kendimi çok kötü hissetmeme neden oluyorsun ve ne yapacağımı bilemiyorum.” Gibi bir cümle bir suçlamadır, duygularınızı ifade etme biçimi değil. Böyle bir ifade duygularınızın sorumluluğunu sizi dinleyen kişinin omuzlarına yükler. Oysa “Kendimi çok kötü hissediyorum” cümlesi yaşadığınız durumu tanımlar bir suçlama değildir. İLKE 3 GİRMEK YASAKTIR Eşinizin düşünceleri hakkında konuşmamalısınız kendi düşünceleriniz hakkında konuşmanız ve eşinizin düşüncelerini sormanız çok önemlidir: Ancak eşinizin düşünceleri hakkında konuşmakla, kendi kişisel duygu ve düşüncelerinizle eşinizin kişisel duygu ve düşüncelerinin arasındaki sınırı zorlarsınız.Eşiniz hakkında konuşmak, eşinizin özerkliğini tehlikeye atar ve iki ayrı birey değil de tek bir insanmışsınız gibi olağandışı bir durum ortaya çıkar. Bireyler bağımsız kimliklerini yitirmek istemezler. Eşinizin düşünceleri hakkında yorum yapmak aranızda zıtlık doğmasına neden olurken eşinizin kaygıları yada düşünceleri hakkında soru sormak sizi birbirinize yakınlaştırır. “Sınır ihlallerini bırakın iç görü kazanın”: Bir başkası adına konuşmak, ona ne yapması yada kendisini nasıl hissetmesi gerektiğini söylemek, o insanların sınırlarını zorlamak anlamına gelir. Bu tür sınır ihlalleri hiç farkına varmadan gerçekleşir ve ters bir tepkinin bedeli çok ağırdır.Sadece kendiniz hakkında konuşmanız ve eşinize hakkında soru sormanız gerektiğini unutmayın.Sınır ihlalinde bulunduğunuzu her fark ettiğinizde eğer duygu ve düşüncelerinizi hemen kendinize yönlendire bilirseniz iç görü kazanma becerisi elde edebilirsininiz.Sınır ihlallerinin türü:Akıldan geçenleri okumaya çalışmak.duyguları okumaya çalışmak,etiket(nitelikler)yapıştırmak eleştirmek,öğüt vermek yada yönetmeye çalışmak. “Kördüğüm haline gelmiş konuşmaları çözün”:kördüğüm terimini eşlerin birbirlerinin duygu ve düşüncelerini ifade etmelerinden kaynaklanan karışık durumlar için kullanılıyor.Eğer eşinizin kendinizce ne düşündüğü hakkında konuşuyorsanız ve eşiniz de size karşı aynı şekilde davranıyorsa,aranızdaki diyalog zamanla çözümsüz bir hal alır bu diyalogu çözebilmek için,cümlelerinize”ben”diyerek başlayın ve sadece kendi duygu ve düşüncelerinizden söz edin,yada eşinize soru sorun “Biz”diye konuşmamaya özen gösterin:”Biz” adılı iki özerk birey olduğunuz ve farklı duygu ve düşüncelere sahip olduğunuz gerçeğini maskeleyen bir sözcüktür.Duygu yada düşünceleriniz hakkında konuşurken biz adılını kullanmak gerginliklere yol açabilir. “Sen …dıgın zaman ben” ile başlayan cümlelerin yarattığı cümleler: “Sen sofrayı kurmadığın zaman ne yapacağımı bilemedim”.Diye başlayan cümleler eşinizin sizin sınırlarınızı ihlal etmeden size diyalogu sürdürme olanağı tanıdığının kanıtıdır. İLKE 4 :HAVA KİRLİLİĞİNE HAYIR Eşiniz hakkındaki küçük düşürücü yorumlarınız aranızdaki atmosferin kirlenmesine neden olur.Her tür mesaj karşıdaki insana nötr bir biçimde,ona değer verdiğinizi anlatır şekilde yada “seni sevmiyorum” anlamını veren zehirli bir biçimde verilebilir.Ses tonunuz neşeli olduğunuzu,zevk aldığınızı yada tatmin olduğunuzu ifade edebildiği gibi,bir şeyi onaylamadığınızı,alay ettiğinizi yada bir şeyden hiç hoşlanmadığınızı anlatabilir karşınızdaki insana.Karşıdaki insanı zehirlemek,bazen kullanılan sözcüklerin çağrıştırdığı gizli anlamlarla da mümkün olur.Zehir saçan yorumlar eşinizi kışkırta bilir. Ve birbirinizden uzaklaşmanıza neden olabilir. Bu yorumlar ilişkinizin gücünü bir birinize sevgi göstermekten,bir birinizi incitmeye yönlendirir ve benlik saygınızın ve evliliğinizin zarar görmesine neden olur “Yaşananlar hakkında bilgi verin,eleştirmeyin”:Yaptıklarınız hakkında bir başkasından bilgi almak,kendinizi değişik bir açıdan aynada görmeye benzer. Nasıl davranmanız gerektiği konusunda seçenekler sunar size. Davranışlarınız hakkında bilgi almak daima olumlu değişmelere neden olur. Eleştiri ise zehirli bir iğne gibidir. Duygularınızı incitir ve savunmaya geçmenize neden “zehirli sınır ihlallerinden kaçının”:Eşinizin sınırlarını ihlal eden yorumlar onun kendisini savunmaya geçmesine neden olur ,çünkü bu yorumlar onun sınırlarını aşmıştır. Eşinizi olumsuz bir şekilde yorumladığınız zaman onun hemen savunmaya geçtiğini görürsünüz,çünkü onun benlik saygısına zarar vermişsinizdir. Bu tür zehirli sınır ihlalleri aynı zamanda kaygılı,öfkeli ve ters tepkilere neden olur “zehirli sınır ihlallerinden vazgeçin,şefkatli davranmaya ve iç görü kazanmaya çalışın”:Sınır ihlallerinin panzehiri,iç görü sahibi olmaktır iç görü sahibi olmak kendinizi tanımaktan geçer,düşünce ve duygularınızın ifadesidir,eşinizi olası en iyi açıdan görme sanatı olan şefkattir. Eşinizin iyi niyetini ve olumlu davranışlarını tanıdığınız zaman ona karşı şefkatli ve anlayışlı davranırız. İLKE 5 :BİLGİ EDİNMEK İÇİN DİNLEYİN Öncelikle,eşinizin söylediklerinin doğru,yararlı ve mantıklı olup olmadığını anlamak için dinleyin . Eğer dinlerken amacınız eşinizin söylediklerinin yararlı olup olmadığını anlamak ise,onun size sunduğu bilgileri anlamak için dinliyorsunuzdur. Dinlemenizin amacı bilgi edinmektir bilgi edinmek için dinlemenin karşıtı,itiraz etmek için dinlemektir. Eğer eşinizin yanlışını bulmak için dinliyorsanız,çok değerli bilgilerden yoksun kalırsınız ve aranızdaki ilişki bir çekişmeye dönüşür. “ama”lara dikkat edin”:Ama sözcüğü daha önce söylenen her şeyi bir anda siler atar. Sizinle ilgili yorumları ama ile başlayan bir cümle ile başlarsanız,eşinizin size sunduğu bilgiyi kabul etmeyip,reddettiğinizi ifade ediyorsunuz demektir. Söylediğiniz herhangi bir şeye “ama”ile başlayan bir yanıt alırsanız ,söylediklerinizin dikkate alınmadığını düşünerek rahatsız olursunuz. “ama”yerine “ve” kullanın :”ama” nın panzehiri ve dir.”ve” sözcüğü sözlerinize yeni bir şeyler ekleyeceğinizin belirtisidir: oysa “ama” sözlerinizden bir kısmını geri alacağınızı ifade eder. “ve” sözcüğü yada “aynı zamanda” gibi benzeri ifadelerle diyaloglarda akış sağlanır “dikkatli dinleme konusunda alıştırma yapın” dikkat bir ışına benzer.dikkatli dinlerken eşinizin size söylediklerine odaklanırsınız. Çiftler farkında olmadan eşleri konuşurken onları dinleme konusunda ihmalkar davranabilirler. Dikkatli bir dinlemede eşler birbirlerinin sözlerine içtenlikle kulak verirler “Dinlemek daha güvenlidir” “ Bir savcı gibi dinlememeye özen gösterin “ “Bir dedektif gibi dinlememeye özen gösterin “ “Bir yargıç gibi dinlememeye özen gösterin” İşittiğinizi belli edin” “Stratejik yinelemelerde bulunun” İLKE 6:DUYGULARA KULAK VERİN Duygular önemli mesajlar taşır. Sözcükler gerçekleri dile getirir:duygular isi bu gerçeklere “lezzet” –olumlu yada olumsuz ,içten yada yaralayan ,tehditkar yada zevkli – katar ve böylelikle gereken tepkiyi vermenizi sağlar.Dışarıda güneş pırıl pırıl olabilir ,ama dışarı çıkıp, güneşte bir yürüyüş yapmanızı sağlayacak olan duygusal durumunuzdur. Duygulara çoğunlukla gerekli önem verilmez. Duygular dostluk yada ciddiyet gibi hep geri planda tutulur ve önemsenmez. “ona empati gösterin “duygulara kulak vermek güvenlidir” İLKE 7: İKİ TARAFLI DİNLEYİN Hem eşinizin hem de kendi sesinize kulak verebilme yeteneği ,özellikle bir eylem planı yaparken çok yararlı olur. Biri için önemli bir konu ,o anda diğeri içinde önem kazanır. Böylelikle birbirlerine “ benim için önemlisin “ mesajını veriyorlar.çiftlerin evliliklerinin yürümesi için kazanmaları gereken en önemli beceri iki taraflı dinleme olmalıdır. “Aşırı fedakarlık yapmamaya özen gösterin “sesleri eşit olarak yükseltin” “zorbalık yapmamaya özen gösterin” İLKE 8.: DİYALOGLARINIZI DOKUYUN Diyalog konusunda başarılı olanlar diyaloglarını dokurlar:her biri kendi perspektifini ,karşısındakinin perspektifiyle birlikte dokur ve ortaya tek ve karşılıklı anlayıştan kaynaklanan yeni bir görüş çıkar. Böylelikle de konuşurken bir fikir birliğine varılır. Dokunmuş bir diyalogda şunlar koşuldur _eşiniz konuşurken dikkatle dinlemek _aldığınız bilgiyi yüksek sesle yinelemek _Eşiniz sizi dikkatle dinlerken ,o konuda kendi görüşünüzü eklemek “kaygılarınızı paylaşın” “iyi dinleyiciler söz keser” “Yavaş davranmak her zaman hızlıdır” “Konuşmaları yinelerken genellemeler yapmaktan kaçının “ İLKE9: DÖRT ÖZELLİĞE DİKKAT EDİN Etkin bir diyalogun dört önemli özelliği vardır. “Simetri sağlayın” Diyalogda simetri yaşayan her birinin ne kadar konuştuğudur. Eşler eşit miktarlarda konuşuyorlarsa simetri sağlıyorlar demektir. “Kısa bölümler halinde konuşun” “Özel konuları paylaşın” “konuşmaları özetleyin” İLKE 10:HAVAYI KONTROL EDİN Çiftlerin,stresler ve gerginliklerle yüz yüze gelseler bile ,ilişkilerinin havasını kontrol etme şansları vardır. Genel koşullarınız ister sorunlu ,ister sakin olsun ,bir çift olarak kendi durumunuzu büyük ölçüde kontrol altında tutabilirsiniz. Buna hava kontrolü diyeceğiz. _ Isıyı ve hızı kontrol altıda tutun _Kullandığınız sözcükleri kontrol edin _Hızlandığınız taktirde ara verin _Çıkış ve giriş yollarını planlayın _Yorgunluk ,açlık ,hastalık ve bunalım anlarını kontrol altında tutun . 1- İç Uyumsuzluk Ailenin dayandığı temel değerin ,zaman içinde ortaya çıkan yeni şartlara göre yorumlanması yapılmadığından veya geç yapıldığından dolayı ortaya çıkan uyumsuzluk.bunun nedeni belli bir kültürel yeterlik, birikim yokluğu olabileceği gibi, siyasi, teknik veya ekonomik kararların uygulanması sonucu şeklinde de ortaya çıkabilmektedir. Elbette daha başka nedenlerin etkisi bu arada düşünülebilir.
Aile İçindeki Sağlıklı İletişimin İlkeleri Uzm. Psk. Çiğdem Demirsoy İletişim temelde konuşmaya dayanır. Ancak konuşmak, insan ilişkilerinde yapıcı olduğu kadar yıkıcı da olabilir. Karşımızdakini bize yakınlaştırabildiği gibi uzaklaştırabilir de. Demek ki iletişim dediğimizde konuşmaktan öte bir şeyden söz ediyoruz. Kişisel ilişkilerin sağlam bir temel üzerine kurulması açık iletişimle olur ancak bu insanların başlarından geçen olayları birbirine anlatmasıyla sağlanmaz. Kişiler etkileşimde bulundukları sırada, o anda, bu etkileşimden doğan düşünce ve duyguları paylaşabilirlerse kendilerini açmış olurlar. Kendini açmak ise ancak “güven duyulan” bir kişiye yapılabilir. Bir insanın karşısındakine güven duyabilmesi ise zaman içinde gerçekleşir. Kurduğumuz dostluk ilişkileri, o kişilerin geçmiş yaşantılarını öğrenip, ya da şimdiki yaşam olaylarını gözleyerek onları tanımamızla oluşmamıştır. Belki bu bilgilerin de katkısı olmuştur onların yaşantısını anlamamıza ama burada esas olan o anda, orada, bizimle ilişki içindeyken ne yaşadıklarını anlayabilmek ve paylaşabilmek ve kendi duygu ve düşüncelerimizi de ona aktarabilmektir, yani etkileşim sürecidir. Özetle söyleyecek olursak; iletişim kendini, ihtiyaçlarını, ne istediğini anlatabilmek ve karşısındakini, onun ihtiyaçlarını, ne istediğini anlayabilmektir. Dinleme: İletişim bir dil işlemi değil insan işlemidir, karşılıklı etkileşimdir. İletişimin en önemli özelliği iki yönlü olmasıdır. Bir konuşan, bir de dinleyen-duyan var. İletişim daima ileten ve algılayan arasında gerçekleşir. İletişimin aracı konuşmak, ama konuşmak sadece bir araç ve araçlardan sadece biri. Biz konuşmadan da karşımızdakine bir şeyler iletebiliriz, örneğin beden dilimizle. Ya da hiç bir jest ya da mimik kullanmasa bile bazen karşımızdakinin sessiz kalması pek çok anlam taşıyabilir, onun sessizliğinde bir şeyler işitebilir, duyabiliriz. İletişimde iletiler (mesajlar) sözlü ya da sözsüz gönderilir. Sözsüz iletiler jestler, tavırlar, mimiklerdir. İletişimde her zaman karşımızdakinin söylemek istediği ile duyduğumuz aynı olmayabilir. Bu şu demek oluyor; “dinlemek” başka şey “duymak” başka. Gönderilen mesajı doğru yorumlayabilmek (duyabilmek) için iyi bir dinleyici olmak sağlıklı iletişimin ön koşulu. Çünkü söylenen sözdeki anlam her zaman açık olmayabilir. İyi bir dinleyici cevabını hazırlamak için karşısındakinin konuşmasını bitirmesini bekler. Bazı dinleyiciler karşılarındakilerin ne diyeceğini bildiklerini varsayıp dinlemeyi bırakır, daha karşısındakinin konuşması bitmeden vereceği cevap hazırdır. Halbuki insanlar genelde söylemek istedikleri en önemli noktayı sona bırakırlar. Karşınızdakinin sözlerini sonuna kadar dinleyip, yanıtınızı sonra hazırlamaya başlayınız. * Dört temel dinleme becerisi var. 1- Pasif dinleme (Sessizlik): Sürekli konuşan sizseniz karşınızdakinin kendini ifade etmesi, bir duygusunu veya düşüncesini anlatması zordur. Pasif dinleme (sessizlik) ilişkide bulunulan kişiye görünmeyen güçlü mesajlar iletir: – Duygularını duymak istiyorum – Duygularını kabul ediyorum – Benimle paylaşmak istediğin konuda vereceğin karara güveniyorum – Bu senin sorumluluğun, sorumlu sensin vb. Ancak sessizlik tek başına yeterli değildir. 2- Anladığını, kabul ettiğini gösteren tepkiler: Sessizlikle karşımızdakine “gerçekten” tüm dikkatimizi verdiğimizi kanıtlayamayız. Pasif dinleme (sessizlik) araya aşağıda sayacağımız basit onaylar sıkıştırıldığında daha etkili hale gelir. Bunun için karşımızdakinin söz ve duygularını anladığımızı gösteren sözlü ve sözsüz işaretler kullanmak yararlı olur. Gerçek dinlemenin ilk koşullarından biri de kişiyi bedenen dinler duruma geçmektir. Bedensel dinleme ve dikkat işaretleri: Konuşan kişinin gözlerine bakmak. Konuşan kişiye doğru eğilmek, dokunmak, başı aşağı yukarı doğru sallamak, gülümsemek… Özellikle bir çocukla konuşulduğunda, ya çocuğun hizasına gelecek şekilde çömelmek, oturmak veya çocuğu kendi boyumuza göre yükseltmek, kucağa almak, yüzüne bakmak. Sözlü işaretler: “Hı hı..” , “Hmm..”, “Oh!”, “Ya”, “Evet”, “Anlıyorum”, “İlginç”, “Öyle mi?” gibi sözlü işaretler dinleyicinin sözleri takip ettiğini daha açık bir şekilde belirler. Bütün bu tutumlar, yani bedensel yakınlık ve bedensel dikkat, konuşanın yüzüne bakarak dinlemek, sessizlik ve dinlediğimizi belirten takip işaretleri, konuşan kişinin veya çocuğun bir sorunu olduğunda çok yardımcıdırlar. Ancak bazı sorunlar çok yoğun duygularla birlikte yaşanır. Sorun sahibi, sorunundan dolayı kızgınlık, öfke, üzüntü, dışlanma, endişe, kaygı, merak gibi güçlü duygular içinde bulunabilir. Özellikle çocuklar duygularını sözle ifade etmekte güçlük çeker ve bunları dolaylı bir şekilde dile getirmeye çalışırlar. Yetişkinlerin dünyasında da özellikle kızgınlık, öfke, kıskançlık, kaygı gibi olumsuz duygular direkt olarak ifade edilmez, bunları dile getirmek veya duymak çoğunlukla ayıp, güçsüzlük olarak değerlendirilir. “Sana çok kızıyorum” diyeceğimize”, “Sen zaten hep beni üzmek istersin” deyiveririz. 3- Kapı aralayıcılar ve konuşmaya davet: – Senin için yapabileceğim bir şey var mı? – O konuda konuşmak ister misin? – Günün nasıl geçti, anlatmak ister misin? – Düşüncelerin ilgimi çekiyor. – Duygularını merak ediyorum. – Benimle paylaşmak ister misin. – Seni üzen şeyi benimle konuşmanın sana yararı olur mu? – Bu konuda bir şeyler söyleyecek gibisin. – Bu senin için önemli gibi görünüyor… Bu tür tepkiler karşımızdaki kişiyi duygularını dile getirmeye, paylaşmaya yüreklendirir. Özellikle çocuklar sorun ve duygularını dile getirmekte zorlanırlar ve yüreklendirilmek isterler. Böyle bir durumda tepkilerin açık uçlu olmasına dikkat edilmelidir. Sorun (ya da duygu) anlatmak için kapı aralanıyor ama paylaşıp paylaşmama konusunda karşıdaki kişi özgür bırakılıyor. Anne-babaların çocuklarıyla ilişkilerinde sık yaptığı bir yanlış; paylaşma özgürlüğünü bırakmazlar, hatta “anneyle arkadaş olunmalı, aileyle paylaşmak gerekir, bana her şeyi anlatmalısın” gibi yargılarla ve baskılamalarla yaklaşırlar çocuklarına. Oysa doğru yaklaşılırsa ve çocuk iletişim engelleri ile karşılaşmayacağından emin olursa, yani güveniyorsa duygusunu paylaşacaktır. Sorununu bizimle konuşmak istemiyorsa bunun nedeni şimdiye kadarki ilişkide iletişim engellerinin yer almasıdır. Değerli olduğu, sayıldığı, önemli olduğu, kabul edildiği, ilgilenildiği hissettirilen kişi kendini karşısındakine yakın hisseder ve güvenir, kendine ve karşısındakine karşı olumlu, iyi duygular besler. Çocuklar da yetişkinlerden farklı değildir, aynı duygulara sahiptirler. Onlara sözlü bir çağrı yapın, sonra da yollarından çekilin. Bu işlem sırasında ya kendinizle ya da onlarla ilgili bir şeyler öğrenebilirsiniz. 4- Aktif (katılımlı)dinleme : Kapı aralayıcılar karşımızdaki insanı konuşmaya davet eder ama sadece kapıyı aralar. Bu kapıyı nasıl açık tutacağımızı öğrenmemiz gerekir. Bunun en iyi yolu aktif ya da katılımlı dinleme dediğimiz yöntemdir. Katılımlı dinleme, dinleyen kişinin duyduklarını tekrar etmesi, özümlemesi veya yansıtmasıdır. Yani dinleyenin kendi yorumunu, mesajını katmadan yalnızca duyduğunu geri ileterek söyleneni işittiğini ve karşısındakini doğru anladığını gösteren bir söz söylemesidir. 1) Kısaca tekrar edebiliriz, veya kendi kelimelerimizle özümleyebiliriz. 2) Konuşan kişinin duygularını dile getirebiliriz. Bize gönderilen mesajın her zaman açık olmadığını, kodlanmış olabileceğini ve yapacağımız çözümlemenin bir varsayım olduğunu unutmamak gerekir. Karşımızdakinin içinden geçeni tam olarak anlayamama, yanlış çözümleme yapma olasılığına karşı kesin bir dil kullanmaktan kaçınmalıyız. Çünkü bu yanlışlığı sıkça yapıyorsak eğer, karşımızdaki kişi anlaşılmadığını hissedecek, iletişim kesilecek, giderek bize güveni azalacak ve kızgınlık, öfke gibi olumsuz duygular gelişecektir. Aktif dinleme ne zaman kullanılır? Aktif dinleme karşımızdakini konuşmaya başlatmak için en iyi yol değildir. Başlangıç için basit kapı aralayıcılar ve çağrılar daha çok işe yarar. Karşımızdaki çocuk ya da yetişkin, çağrıyı kabul edip konuşmaya başlayınca duygularını anladığımızı ve kabul ettiğimizi bildirmek için aktif, katılımlı dinleme uygundur. Aktif dinleme için gereken tavırlar: 1. Karşınızdaki kişinin söylediğini duymak istemelisiniz. Bu zaman ayırmak anlamına gelir. Zaman yoksa bunu `uygun bir dille` söylemelisiniz. 2. O andaki soruna yardımcı olmayı gerçekten istemelisiniz. 3. Duygular ve düşünceler ne olursa olsun, sizinkinden ne denli farklı olursa olsun gerçekten “kabul edebilmelisiniz”. 4. Karşınızdakinin (yetişkin ya da çocuk) çözüm bulma yeteneğine güvenmelisiniz. Bu güveni onun kendi sorunlarını çözdüğünü gördükçe kazanırsınız. (Bu, o kişinin sorununu üstlenmemek, çözüm,öneri veya emir vermemek anlamına geliyor.) 5. Duygular sürekli değil geçicidir. Olumsuz şeylerin dile gelmesinden korkmamalısınız. (Çocuklarda korku,kıskançlık, üzüntü gibi duyguları algıladığımız zaman, kabul etmekten ve isimlendirmekten korkarız, çünkü kabul eder veya isimlendirirsek bunların kalıcı olacağını düşünürüz. Çocuğun o anda korkuyor olması mutlaka “korkak” olduğu, ya da o anda kıskanıyor olması “kıskanç” olacağı anlamına gelmez) 6. Karşınızdakinin sizden ayrı bir `birey` olduğunu unutmamalısınız. 7. Dinlediğiniz kişiyi duyabilmek, onu gerçekten anlayıp kabul edebilmek için en azından bir süre kendi düşünce ve duygularınızı askıya alabilmelisiniz (EMPATİ). Aktif dinleme, gerçekten de gönderilen iletiyle tam olarak ilgilenebilmek için kendi düşünce ve duygularınızı askıya almayı, yani empati kurmayı gerektirir. Bu kolay bir işlem değildir. Karşımızdakinin duygularını ve durumunu gerçekten anlayabilmek için onun yerine geçmek, kendini onun yerine koymak gerekir. Yani olaylara ve duruma karşı tarafın gözüyle, algılarıyla bakabilmek. Bu zordur, çünkü karşımızdaki insanın kendi görüş açısıyla ne düşünüp ne hissettiğini doğru olarak anlamak, dünyayı onun gözüyle görmek, o an için onun yerinde olmak için gösterdiğimiz çaba kendi tavır ve görüşlerimizin de değişme riskini getirir. Başka bir deyişle insanlar gerçekten anladıkları zaman değişirler. Karşımızdakinin “yaşadıklarına açık olma”nın, kendi yaşadıklarımızı bir kez daha yorumlamamızı gündeme getirme ihtimali vardır ve bu korkutucu olabilir. Neyin doğru, neyin yanlış olduğu konusunda değişmez ve çok güçlü düşünceleri olan kişiler başkalarıyla ilişkilerinde sıkıntı çekecektir. Çünkü bir kimse kendi değer ve inançlarından, bunların doğruluğundan ne denli eminse onları başkalarına kabul ettirmeye de o denli eğilimlidir demektir. Ve bunun da iletişim sorunlarına yol açması kaçınılmazdır. Etkili bir iletişim için aşağıdaki teknikleri kullanmak yararlı olacaktır. Dinlemek Soru sormak Başkalarının fikrini geliştirmek Yapıcı tartışma Açıklığa kavuşturmak Özetlemek Katılıma çağırmak Takdir etmek
ARAŞTIRMANIN TÜRÜ : UYGULAMALI ARAŞTIRMA ARAŞTIRMANIN KAPSAMI : TÜRKİYE GENELİ YÖNTEM : ALAN ARAŞTIRMASI BAŞLAMA TARİHİ : 1997 BİTİŞ TARİHİ : 1998 Aile içinde ve toplumsal alanda şiddet konulu araştırma ile aile içerisindeki ve toplumsal yaşam alanındaki bazı değişkenler ile bireylerin şiddet içeren davranışları ve şiddet eğilimleri arasında bir ilişkinin olup olmadığını ve eğer varsa ilişkilerin nicelik ve niteliklerini araştırmak amaçlanmıştır. Aile ve toplumsal yaşam alanlarındaki bazı değişkenler (ailenin ekonomik gelir düzeyi, bireylerin eğitim düzeyi, aile içi meslek yapısı, aile içindeki rol ve statü dağılımı, aile içi iletişim biçimi, gelecekle ilgili beklentiler gibi) ile aile içi şiddet arasındaki ilişki incelenmiştir. Araştırmanın çarpıcı bulgularına bakıldığında şiddet ölçeğinden alınan puanlara göre katılanların %35’inde şiddet eğilimi 40 puanın, %2’sinde 60 puanın üzerinde bulunmuştur. Kadınların aldığı puanlar erkeklere göre belirgin biçimde daha düşüktür. 15-22 yaş grubunda belirgin biçimde yükselen şiddet ölçeği puanları; şiddet gösterme eğilimleri açısından gençlerin en önemli risk grubunu oluşturduklarının adeta kanıtı niteliğindedir. Evli ve/veya başından evlilik geçmiş kişilerin, genel populasyona göre şiddet ölçeğinden aldıkları puanlar nispeten biraz daha düşüktür, ama bunda tek başına evlilikten ziyade yaş ile ona bağlı geçmiş olayları unutma, geçmişe olumlu bakma gibi diğer faktörlerin de bir rolü olabilir. Evli olup olmama, şiddet ölçeğinden alınan puanları etkilemesi açısından cinsiyet ve yaş kadar önemli bulunmamıştır. Evli ve/veya başından evlilik geçmiş kişiler, ancak %3.3 oranında eşleriyle sık sık kavgaya varan münakaşalar yaptıklarını söylemektedirler. Kadınların %10`u eşlerinden sık sık (%3.6) ve ara sıra (%6.5) dayak yediklerini bildirirlerken, erkeklerin %2.1`inin sık sık, %1.2`sinin ara sıra eşleri tarafından dövüldüklerini söylemeleri ilginçtir. Eş tarafından dövülme oranları, yaşa göre çok farklılık göstermemektedir. Kadınların %12.3`ü eşleri tarafından sık sık ve ara sıra hakarete uğradıkları; eşin hakaretine uğrama oranının kadınlarda iki misli fazla olduğu ama yaşla birlikte değişmediği saptanmıştır. 14 yaşından büyük kişilerin karı-koca ilişkilerindeki gerginleşme nedenleri arasında en çok yer verdikleri durumlar, “eşin evle ilgilenmemesi” (%66.2), “eşin saygısız tavır ve davranışları” (%56.6), “eşin kötü alışkanlıkları” (%56.5) olarak sıralanmaktadır. Bu değerlendirmeler, bir bakıma gerçek hayatın yansımaları olduklarından aile içi gerilimlerin nedenlerini araştırmaya ve bu gerilimleri azaltmaya yönelik girişimlerin hangi konular üzerinde yoğunlaşması gerektiği konusunda bir fikir vermektedir. Eşler arasındaki şiddetin yukarıda belirtilenlerin dışında kalan bazı özgün yönleri de bulunmaktadır. Orneğin eşle kavgaya varan münakaşalar yapma oranı arttıkça, (özellikle kadınların) eş tarafından dövülme oranlarının arttığı, aynı durumun eşin hakaretlerine maruz kalma açısından da geçerli olduğu ortaya çıkmıştır. Eşler arasında duygu ve düşünce paylaşımı yönünden ne kadar uyumlu ve tatmin edici bir ilişki varsa, şiddet ölçeğinden alınan puanlar da o ölçüde artmaktadır, üstelik bu durumdan kendilerini değil eşlerini sorumlu tutanlarda da bu artış çok yüksek oranlara ulaşmaktadır. Ancak burada belirtilmesi gereken önemli bir nokta kişilerin yarısından fazlası da “ara sıra” ve “çok az” da olsa kavgaya varan münakaşalar yaptıklarını bildirmektedirler. Demek ki uyumlu ve tatmin edici bir evlilik ilişkisi olabilmesi için, eşle kavgaya varan münakaşalar yapılmaması gerektiği, görüşülenlerin büyük bölümünce koşul olarak görülmemektedir. Araştırma, eşle duygu ve düşüncedeki paylaşım düzeyleriyle cinsel yaşamdaki paylaşım düzeyleri arasında birebir olmasa bile büyük ölçüde bir mütekabiliyet ilişkisi olduğunu ortaya çıkarmıştır. Dolayısıyla cinsel paylaşım düzeyleriyle eşler arasındaki ilişkiler, duygu ve düşüncedeki paylaşım düzeyleriyle eşler arasındaki ilişkilere büyük ölçüde benzemektedir. Cinsel yaşamdaki paylaşım, eşler arasındaki ilişkinin dolayısıyla evlilikte şiddet görünümlerinin iyi bir ölçütü gibi görünmektedir. Bir başka olgu, evlilikte şiddet görünümlerinin iyi bir ölçütü, ailedeki karar alma süreçlerine katılımdır. Ailedeki karar alma süreçlerine üyelerin katılımı arttıkça, eşler arasındaki duygu ve düşünceleri paylaşım düzeyi açısından tatmin edici ve uyumlu ilişki olasılığı da artmakta; aynı şekilde eşler arasındaki şiddet görünümleri de gerilemeye uğramaktadır. Ailedeki karar alma süreçlerine üyelerin katılımları arttıkça, evde çocukların dövülme sıklıkları da belirgin biçimde azalmaktadır. Çocuklu ailelerin çocuklarının yaramazlıkları karşısında uyguladıkları yöntemler arasında “açıklama ve ikna etme” çok yüksek oranlarla ilk sırada yer almakta, onu “azarlama, utandırma”, “cezalandırma ve yoksun bırakma” ve “korkutma” izlemektedir. Evde çocukların hiç dövülmediğini söyleyen aileler yüzde 55 oranındadır; çocuklarını ayda birden fazla ve çok şiddetli dövdüklerini söyleyenler yüzde 3, yılda 1-10 arası çok şiddetli dövdüklerini söyleyenler yüzde 1.5 oranındadır. Ailelerin yüzde 40`ı ise çocuklarını hafif şiddette dövdüklerini belirtmektedirler. Evde çocukları dövmeyi daha çok annelerin üstlendiği görülmektedir. 7-14 yaş grubundakilerin yüzde 22`si bir, yüzde 2`si daha fazla evden kaçmışlardır. Bir kez evden kaçma erkeklerde, birden fazla evden kaçma kızlarda daha fazladır. Yine aynı yaş grubundaki öğrencilerin yarısına yakını cinsiyet farkı olmaksızın, öğretmenlerinden, diğer öğrencilerden, okul dışındaki başka kimselerden bir biçimde rahatsız edici davranışlara maruz kalmışlardır. Şiddete maruz kalınan bir çocukluk yaşamak, sonraki yaşamda ailede ve toplumsal alanda bir şiddet uygulayıcısı olma şansını artırmaktadır ve büyük olasılıkla tüm bu alanlardaki şiddet zincirinin temel ve başlatıcı halkasını oluşturmaktadır. Bu açıdan Türkiye`deki şiddet eğilimlerini düşürmenin yolu, çocuk eğitiminde şiddeti bir yöntem olarak kullanmaktan kaçınmaktır. Ailenin yapısal özelliklerinden olan birey sayısının 7`ye kadar artması şiddet ölçeğinden alınan puanları da artırmaktadır. Birey sayısı 7`yi aştığında şiddet ölçeği puanları gerilemektedir. Aile içi dayanışma ile akrabalarla görüşme ve yardımlaşma oranları azaldıkça, şiddet ölçeği puanları yükselmektedir. Alkol ile şiddet arasında da açık bir ilişki görülmektedir. Bireylerin eğitim düzeylerindeki artışa bağlı olarak, şiddet eğilimleri azalmaktadır. Aynı şekilde gelecekle ilgili beklentilerdeki olumluluk düzeyine bağlı olarak da şiddet eğilimleri azalmaktadır. Siyasal sistemle ilişkileri kötü olan bireylerin şiddet eğilimleri ile siyasal sistemle ilişkileri iyi olan bireylerin şiddet eğilimleri arasındaki farklılaşmalar anlamlı bulunmuştur.
ETKİLİ AİLE İLETİŞİMİ ———————————————————————— Değerli anne-babalar, Her zaman bilinen bir söz vardır:” Eğitim ailede başlar” Gerçekten de çocuğa aile içinde gereken becerileri kazandırmaya çalışıyoruz. Ama ne kadarını ve nasıl. Zaten önemli olanda “Nasıl” sorusunun cevabı. Her aile başarılı çocuklar yetiştirmek ister. Bunun için çocuklarına mümkün olduğunca iyi bir gelecek sağlamaya çalışırlar. Onları iyi okullarda okutmak ister. Bunun için aile varını yoğunu ortaya koyar tüm özverisini çocuğuna verir. Ancak yadsınan bir konu vardır ki oda çocuğun sağlıklı bir kişilik nasıl geliştireceği. Aslında hayatta her şey başarı değildir. Önemli olan çocuğun içinde bulunduğu dönemi nasıl atlattığı, nasıl bir kimlik oluşturduğudur. Çocuk aileyi yansıtır. Aile içindeki bireylerin kişilik yapısı çocuğun kişiliğini şekillendirir. Yani aile iletişim becerilerini kullanmazsa çocukta iletişim becerilerini kullanamaz. Dolayısıyla çocuk hem ailede hem de sosyal çevrede sürekli çatışma içine girer. O halde “aile çocuğa nasıl eğitim verecek, çocukta nasıl sağlıklı bir kişilik oluşturacak?”. Elbette ki her anne baba çocuğunu en iyi şekilde yetiştirmek ister. Çocuğuna iyi niyetle yaklaşmaya çalışır. Ama anne baba iyi niyetleri kullanmasına rağmen yanlış yöntemleri kullanabiliyor. Burada ailenin vereceği iyi bir eğitim çocuğuyla kurduğu sağlıklı iletişim becerilerini kullanmasına bağlıdır. Bu sağlıklı iletişimi çocukla kurabilmek için önce onu tanımak ve onun temel gereksinimlerine saygı duymak gerekir. İşte ben de bunu düşünerek etkili iletişim kurma yollarını basit olarak size anlatmaya çalıştım . Bu kitapçıkta çocuğunuzun temel gelişimsel özelliklerini görecek, onu daha iyi tanıyacak ve daha iyi anlayacaksınız. Ayrıca sorun çözme, ben dilini kullanabilme, etkin dinleme gibi temel iletişim becerileri ile çocuğunuza daha olumlu yaklaşabileceksiniz Her şeyden önemlisi çocuklarınızı ayrı birer kişi olarak görüp onların kişiliklerine, bağımsızlıklarına saygı duymaktır. Çocukları tanımada ve anlamada en büyük yardım aslında kitaplar değil çocuğunuz ve sizlerin arasındaki o köprüdür. Yani ETKİLİ İLETİŞİM. Etkili iletişim çocuğunuzla aranızdaki o köprüyü kurup ona ulaşmanızı kolaylaştıracaktır… ÇOCUĞUNUZU TANIYOR MUSUNUZ? Ergenlik hızlı büyüme ve gelişmenin olduğu kız erkek cinsel özelliklerinin belirdiği ilk gençlik dönemini kapsar. Ergenlik dönemi kızlarda 13-14, erkeklerde 14-15 arasında değişir. \———————–\—————————————————— ERİNLİK (BULUĞ) ERGENLİK (13-14, 15 ) Hem bedensel hem de ruhsal yönden hızlı bir değişim içindedir. Bedensel görünüm sonucu kızlar kadınsı, erkekler erkeksi görünüme girerler. Çocuğun buluğ çağına girdiğini anlamak için: •Kızlarda adet görmesi •Erkeklerde gece boşalması •Sabahın ilk idrarının alınmasında CEREATINE maddesinin ortadan kalkması •Çocuğun kemik gelişimi (el, diz, eklem) Çocuğu buluğ çağına hazırlayan şey: GONODOTROPİK HORMON à Hipofiz bezi salgılar. Ergenlik döneminde bu hormon önce kadınlarda yumurtalıkları, erkeklerde de testisleri geliştirir. İkinci derecede bedensel özellikler görülür •Erkeklerde sakal, bıyığın çıkması •Kızlarda göğüslerin büyümesi, kalçaların genişlemesi •Çocuğun şeffaf derisinin ergenlik dönemi ile değişmesi •Yağ dokusunun artması •Ter salgısının artması ve kokması •El ve ayaklarda hızlı büyüme (Bu durumda çocuk vücudunu tam olarak kontrol edemez. Böylece bu durum çocuğun davranışlarına yansır. Örneğin sakarlık olayı.) Çocukta yeni bir tip meydana geliyor. Ancak çocuktaki bu durum onda hayal kırıklığına neden olabilir. Bedensel değişimin artması çocuklarda bir takım fizyolojik rahatsızlıklara neden olabiliyor.(bel ağrıları, bacak ağrıları….) Ayrıca cinsiyet özelliklerini erken kazanmak kızlarda ve erkeklerde kaygı durumlarını oluşturabiliyor. İşte ergenlerdeki bu fizyolojik değişimler davranışlara yansıyor. DAVRANIŞLARDAKİ DEĞİŞİMLER: Yalnızlık isteği: Her genç yalnızlığını paylaşacağı ayrı bir odasının olmasını ister. Odasında saatlerce kalabilir. Küçük nedenlere kızabilir, kırılabilir. Gencin bu isteğinin doğal karşılanması gerekir. İsteksizlik oluşabilir: Hızlı bir bedensel gelişme içinde oldukları için bu durum enerjilerini tam olarak kullanamamalarına neden oluyor. Tüm enerji bedene yansıyor. Sonuçta isteksizlik oluşabiliyor. Bir takım ağrılar, sızılar oluşabiliyor. İşte tüm bu durumlar derslere de yansıyabiliyor. İlkokulda elde edilen başarıda düşüş görülebiliyor. Bununla başa çıkmak çok önemli. Bu başarısızlık durumunda kaygı duymamak gerekir. Bunun geçici olduğunu düşünmek en doğru çözüm olur. Bu dönemde isteksizliğe bağlı olarak can sıkıntısı da oluşabiliyor ve can sıkıntısı uzun sürebiliyor. Ayrıca huzursuzluk oluşabiliyor. Bunun nedeni ise bedendeki değişimlerdir. Sürekli bir şeylerle ilgilenme, meşgul olma isteği var. Ergen hareketli, kıpır kıpırdır. Bu durum okul için de söz konusudur. Toplumsal zıtlık durumu: Sürekli içinde bulunduğu ortama karşı çıkar. Bu nedenle çevresi ile olan ilişkilerinde zaman zaman geçimsizlik oluşabilir.(gerek aile, gerek okul, gerek arkadaş ilişkilerinde) Otoriteye karşı direniş eğilimleri: Ev ortamında mutlaka otoriteyi temsil eden birisi vardır. Ya anne ya baba ya da ağabey, abla. Gelişmekte olan ergenin karşı çıkacağı ilk kişi otoriteyi temsil eden kişidir. Eğer otoriteye karşı çıkamıyorsa bu istek ergende daha da alevlenecektir. Özellikle 13 yaş kişinin en huzursuz olduğu en geçimsiz olduğu, her şeye karşı çıktığı bir dönemdir. Otoriteye karşı gelemeyen bireylerde bavı davranış bozuklukları oluşuyor: •Olay yaratmak •İnsanları kızdırmak •Yerli yersiz ıslık çalmak •Dikkatsizlik •Kabalık •Sabırsızlık •Dalgınlık, aldırmazlık •İnatçılık •Kafa tutma •Şüphecilik Bu bozukluklar cinsel olgunlukla birlikte düzelme gösterir. Karşı cinse olan zıtlık: Genellikle bu dönemde kızlar ve erkekler birbirlerini sevmezler. Ancak birbirleri olmadan da yapamazlar. Sürekli karşı cinsten olanları küçük düşürme eğilimime girebiliyorlar. Duygululuğun artması: Bu dönemde ergenler çok fazla duygusal olabiliyorlar. Ancak bu durum biçim değiştirerek kendisini gösterir: •Karamsarlık oluşur. •Kendilerine söylenen şeyleri ters anlarlar. •Çabuk sinirlenirler. •Hiçbir şeyden memnun olmama. •Küçük şeylerden dolayı hemen ağlama görülebilir. Kendilerine olan güven duygusu azalabiliyor: Çocukların kendilerine olan güvenlerinin azalmasının nedeni onlardan beklenen rollerin yoğunluğudur. İyi bir öğrenci………. İyi bir evlat………… İyi bir abla ya da ağabey………. İşte çocuklardan beklenen mükemmeliyetçi özellikler özgüveni sarsıyor. Ayrıca bu dönemde çekingenlik oluşabiliyor ve kendilerini bu yönde gizleme eğilimi görülebiliyor. Hayalcilik oluşabiliyor. Genç nelerden yoksunsa nelere arzu duyuyorsa o şeylerin hayalini kurar. ERGENLERİN KAYGILARI Bedeninin fiziksel özelliklerinin normal olup olmadığı durumu kaygı yaratabiliyor. Cinsiyetinin normal gelişip gelişmediği ve cinsiyetinin bir takım özellikler kaygı durumlarını yansıtabiliyor. Örneğin: ayaklarının büyük olduğunu düşünen genç daha küçük ayakkabı isteyebilir. Ellerini saklar. Sivilceli yüzlerine, düzensiz dişlerine karşı kaygı duyabilir. Acaba ben tam bir kadınsı özelliklere sahip miyim? Acaba ben tam bir erkeksi özelliklere sahip miyim? düşüncesi sürekli zihinlerini meşgul eder. Cinsellikle ilgili konuları genellikle aileleri ile paylaşmazlar. Arkadaşları ile paylaşırlar, çeşitli yayınlar takip ederler. Cinselliğin dışında din ahlak, felsefe, siyasal konuları da yoğun olarak arkadaş aralarında konuşurlar. Bakın anne ve babalar bu yaşlardaki çocuklarının hangi davranışlarından yakınıyorlar: •Hırçınlaştı, ders çalışmıyor. Sorumluluk duygusu yok. Canım sıkılıyor diyor. En küçük isteklerini sert bir dille ifade ediyor. Kardeşlerini kızdırmaktan zevk alıyor. •Okuduğunu anlamıyor gibi, durgunlaştı, dalgınlaştı. Çabuk karamsarlığa kapılıyor. Ara sıra hiç yoktan huzursuzlaşıyor, sert karşılık veriyor. •İleri derecede alıngan. Derslerinde yine başarılı ama oyuna, eğlenceye daha da düştü. Olur olmaz şeye ağlıyor. Evde huysuz, dışarıda ise çok sıkılgan. •Her istediğini yaptırmak istiyor. Aşırı süsleniyor. “Siz bana karışamazsınız.” diyor. •Derslerinde başarılı hiç sorun çıkarmayan bir çocuktu iki kez okula gitmemiş, arkadaşları ile gezmiş. Sorunca yalan söyledi. Bu davranışı bizi çok şaşırttı. •Çok harçlık istiyor, çok geziyor; eve girmek istemiyor. Spora çok düştü. Dersleri ile ilgilenmiyor. Banyoya sokamıyoruz, ellerini bile yıkatamıyoruz. Saçını kestiremiyoruz. •Son derece asi ve hırçın olmaya başladı. Başına buyruk olmak istiyor. Dayak, kötü söz, tatlı söz hiçbiri sonuç vermiyor. Bir ruh hekimine götüreyim mi?… gibi yakınmalar sürüp gidiyor. Ergenlik dönemi bireyin kendisi ile ilgilendiği dönemdir. Bu ergenlerin kaygılarının sıkıntılarının çeşitliliğinden kolaylıkla anlaşılır. Ergenlerde gözlenen kaygı alanları çok çeşitlidir. Yapılan araştırmalarla da bu net olarak ortaya çıkmıştır. O halde kaygı konularını şöyle sıralamak mümkün: Sağlıkla ilgili kaygılar: Yeterli uyuyamamak, gevşeyip rahatlayamamak, sakarlık, bedensel görünüm, gerginlik, güzel ya da yakışıklı olamadığını düşünmek, kısa boylu olmak… Kişilik ile ilgili kaygılar: Kendini aşağı görme, kendisine güveni olmamak, kendisini yetersiz görmek, sık sık öfkeye kapılmak, küçük şeylere üzülmek, olayları çok ciddiye almak…. Aile ve ev yaşamına ilişkin kaygılar: Kendisine ait bir odasının olmaması, cinsel sorunlarını ailesi ile paylaşamaması, arkadaşları ile dışarı çıkamaması, çocuk yerine konmak, ailesinin arkadaş çevresine,tercihlerine, isteklerine karışması, özgürlüğünün kısıtlanması…. Sosyal ilişkilerine yönelik kaygılar: Yeni tanıştığı insanlarla nasıl konuşacağını bilememe, yeterince arkadaş edinememek…. Din ahlak konularındaki kaygıları: Ölüm korkusu, din konusunda daha fazla bilgi istemek, neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilememek… Okulla ilgili kaygıları: Dikkâtini toplayamama, çalışma yöntemini bilememe, çalışırken hayal kurma, derse kendisini verememe, çalışmak isteyip de çalışamama, kendisini derste ifade edememe, etkili bir programının olmaması, not kaygısı, sınav kaygısı, uzun bir süre kendisini TV’den alamama, zaman kaybı…. Meslek seçimi ile ilgili kaygılar: Hangi mesleği seçeceğini bilememek, yeteneklerinin ilgilerinin ne olduğunu bilememek, ailesinin meslek seçimine karışması…. ERGENLERİN ÇELİŞKİLERİ (Ergenleri çelişkili ruhsal durumları) •Gençler aşırı derecede bencildirler. Bunun tam karşıtı fedakar davranışlarda bulunabiliyorlar. Bu durum sonuçta bir çelişki oluşturuyor. •Otoriteye karşı direndikleri halde kişiler bağlandıkları kişiye sonuna kadar bağlanabiliyorlar. Bu durumda çelişki yaratıyor. •Genç kendisine karşı çok nazik ve samimi , saygılı davranılmasını ister. Ancak genç başkasına karşı kaba ve sert davranabiliyor. •Çok iyimser, her şeye dört elle sarılan yorulmaz olmasına karşın; kötümser, içe kapanık, uyumsuz olabiliyor. KİMLİK VE ARKADAŞLIK Bu dönemin temel gelişimsel özelliği kimlik oluşturmaktır. Eğer birey daha önceki gelişimsel dönemlerini sağlıklı bir biçimde atlattıysa ya da gerek ailevi gerekse sosyal ilişkilerindeki çatışmaları çözebildiyse sağlıklı bir kimlik oluşturur. Daha sonraki genç yetişkinlik, onu takiben yetişkinlik ve diğer gelişimsel dönemlere sağlıklı bir biçimde girer ve bu dönemleri sağlıklı bir biçimde sürdürür. Kimlik oluşumu özdeşleşme ile başlar. Yani genç çevresinde gördüğü, beğendiği, etkilendiği, değerli saydığı kişileri kendisine mal eder, onlarla özdeşleşir. Bu kişiler gencin öğretmeni, arkadaşı, kardeşi,sevdiği sanatçıya da bir roman kahramanı olabiliyor. İşte genç bu kişilerin giyim tarzlarını, konuşmalarını, tavır ve davranışlarını taklit eder, onlarla bu anlamda özdeşleşir. Bu aşırıya kaçmadıkça doğal bir süreçtir. Ergende böyle davranışlar görüldüğünde ergen küçük düşürülmemeli, onunla alay edilmemelidir. Çünkü bu doğal bir gereksinimdir ve sonuçta ergen özdeşleşme yoluyla kimliğini bulacaktır. Bir de ergenlik döneminde morotoryum denilen bir duraklama söz konusudur. Bu çocuk rollerini bırakıp yeni bir rol edinme yani genç rollerini üstlenmedeki durumdan kaynaklanır. En hassas, en stresli bir dönemin bir başlangıcıdır. Özellikle 13 yaş üzerinde durulması gereken bir yaştır. Bu dönemde ergen daha huzursuz, daha gergin ve uyumsuz bir yapı içindedir. Çocuğun kolaylıkla dışarıya kapılabileceği, olumlu, olumsuz faaliyetlere yönelebileceği bir dönemdir. Bu nedenle özellikle bu dönemde ergenin sosyal ilişkilerinin,arkadaş çevresinin bilinmesi ve çocuğa fark ettirilmeden kontrol altına alınması gerekiyor. Ergenlikte grup kimliği önemlidir. Bu nedenle ergenin arkadaşları ve arkadaşları ile yaptığı şeyler önemlidir. Ergenin arkadaşlarını gözleyerek onun ruhsal problemlerinin farkına varabiliriz. Kısaca arkadaşlık ruh sağlığının belirleyicisidir. Örneğin bir genç arkadaşlarına aşırı derecede bağlılık duyuyorsa aile içinde çözemediği çatışmalar olabilir, sevgi ya da ilgi ihtiyacı tam olarak karşılanamıyor olabilir. Başka bir örnekse genç ya yaşından küçüklerle oynuyorsa ya da sürekli karşıt cinslerle oynuyorsa cinsel kimlik problemleri olabilir. Örnekleri bu anlamda çoğaltmak mümkün. Bu dönemde olumsuz arkadaş gruplarından en çarpıcı örnekse çete gruplarıdır. Çete gruplarında bulunan gençlerin %90’ının aile içinde problemleri var demektir. Yapılan araştırmalarda da bu kanıtlanmıştır. Bu çocuklar ailelerinde bulamadıkları ilgi ve sevgi ihtiyacını grup içinde telafi ediyorlar. Ailelerinden yeterince ilgi görememeleri dolayısıyla olumsuz bir takım faaliyetlere girip ( alkol kullanımı, şiddet olaylarına katılma, bir ideolojiye sımsıkı bağlanıp olumsuz etkinliklere girme, uyuşturucu kullanımı, cinsel taciz olayları, hırsızlık gibi yasa dışı faaliyetler….)çevrenin ilgisini çekme niyetine girebiliyorlar. Çetelerin kurulmasındaki en ciddi yaş 11-13 yaşları arasıdır. Önce oyun grupları şeklinde kuruluyor, daha sonra bu gruplar suç alt kültürüne yani çetelere dönüşüyor. Çetelerin oluşmasındaki belli başlı faktörler: •Dil güçlükleri: Konuşulan dili anlamama ya da çocuğun konuştuğu dilin başkaları tarafından anlaşılmaması. •Okulda karşılaşılan güçlükler: Başarısızlık, okula devamsızlık, okulda iyi bir arkadaş çevresinin oluşmaması… •Her türlü ayrımcılık: Din, mezhep, dil, ırk ayrımı •Düşük ekonomik durum: •Aile ocağındaki yıkıntı: Üvey anne baba tutumları, ailenin ilgisizliği… •Çocuğun içinde bulunduğu gruptan dışlanması: Çocuk çeteyi prestij sağlamak,bir mevkii sağlamak açısından bir araç kabul etmekte ve çeteye katılmaktadır. Çeteye katılan kişinin bazı kişilik sorunları çözümlenememiştir. Özellikle güvensizlik duygusu çete içinde kaybolur. Çetelerde aşırı bir dayanışma söz konusudur. Çeteye girmek isteyen kişiler önce sadece heyecan duymak için birlikte küçük suçlar işlerler. Eğer işlenen suçlar cezasız kalırsa bu sefer daha büyük suçlar işlemede adım atarlar. Çete içinde suçlar bir adet-gelenek halini alır ve yeni üyelere suç tekniği öğretilir, birey işlediği suçlardan dolayı suçluluk duygularına kapılmaz. Çünkü bunu bireysel olarak işlenmiş bir suç değil; grubun suçu olarak algılar. Bu dönemde ergenlerin yalnızlık ihtiyacı çete içinde engellenerek ortadan kalkar ve kişi daha doyumlu olur, kendisine benzeyen insanların da olduğunun farkına varır. Başka insanların da kendisi gibi yalnız,başarısız olduğunu bildiği zaman rahat ederler. Ayrıca sigara, alkol gibi madde kullanımları da bu dönemde başlıyor. Önce özenti olarak kullanılıyor. Daha sonra birey bu maddelere sorunları oldu zaman yaklaşıyor ve bunları sorunlardan kaçma yolu olarak algılıyor. En son aşama da ise alışkanlık halini alıyor. İLGİLERİNİN ÖZELLİKLERİ •Ergenlerin ilgilerinde bir ölçüsüzlük vardır. •Duygu, düşünce ve davranışlarında bir aşırılılık söz konusudur. •Ergenlikte ilgiler çabuk söner ve yeni ilgiler ortaya çıkar. •İlgilerde artış görülür ve değişik ilgilere verdiği değer de değişir. •Ergenlik döneminin başında ilgilerde bir dengesizlik görülür. Ergenlik yılları ilerledikçe bu dengesizliklerde de azalmalar görülür. ERGENLİKTE İNTİHAR Ergenlik döneminde yoğun olarak görülen bir durumdur. Nedeni moda ya da paylaşılan bir duygu gibi görülmesidir. intihar nedeni olarak kişi kendisi ile ilgili değil ailesi ile ilgili şeyleri ortaya atıyor özellikle intihar örnekleri ve görüntüsü insanları çok etkiliyor ve ümitsizlik duygularını oluşturuyor. Eğer kişilerin çocukluk yaşantılarında, ailesinde intihar geçmişi varsa bu çocukların ya da kişilerin intihar etme olasılıkları fazladır. İntiharın önemli nedenlerinden birisi de depresyondur. Depresif kişiler olayları hep kendilerine mal ederler, olayların tek sorumlusunun kendileri olduğunu düşünürler. Ailevi problemler,çözülmemiş hastalıklar… depresyona neden olur ve depresyonun son noktası da intihardır. “Çocuğunuzu tanıyarak eğitime başlayınız” J.J.Rousseau AİLE Aile bir ilişkiler sistemidir. Aile demekle neyi kastediyoruz? Soyut anlamda kişiler arası ilişkileri içeren belli kuralları olan bir düzendir. Aile sistemi dediğimiz zaman aile içindeki bireylerin birbirleriyle nasıl etkileşimde bulunduklarını düzenleyen kuralların tümünü kastederiz. Birey Davranışları İle Tüm Aileyi Yansıtır: Her birey kendi benlik tanımlaması içinde ailenin tüm düzenini yansıtır;koşullar olanak verildiğinde, kendi bildiği türden bir aile ortamı yaratmaya girişir. Daha doğrusu koşul ve olanakları kendi bildiği aile türünden bir aile yaratacak biçimde kullanır. Bu nedenle babası alkolik olan bir kız alkolik bir adamla evlenir; annesi tarafından ilgi, sevgi görmemiş, yalıtılmış bir erkek ise anneleri gibi duygusal yönden soğuk kadınlarla evlenirler. Aile içindeki roller böylece kuşaktan kuşağa kendi kendini böylesine yineler AİLENİN TEMEL GEREKSİNİMLERİ 1.Değerli olma duygusu: Aile içindeki etkileşim çocukları ya “ben değerliyim” ya da “değersizim” duygusuna götürür. Bu gereksinim aile içinde yerine getirilmezse çocuk her türlü davranışla bu duyguyu elde etmeye çalışır. Ergenlik çağındaki erkek çocukların çete(gang) kurarak çoğu kez ölümle sonuçlanan çatışmaları da, kendilerini önemli görmeyen aile ortamlarına bir tepki olarak yorumlanır.”Ben değerliyim” duygusunu aile içinde elde eden birey kendisini kanıtlamak için aşırı davranışlarda bulunmaya gerek duymaz. 2.Güven ortamı: Aile içindeki bireylerin emniyette olduğu, dışarıdaki tehlikeli olayların aile içine girmeyeceği duygusu, bu gereksinmenin temel nedenidir. Eğer çocuk ev içinde kendisini güven içinde bulmuyorsa çocuk ailenin dışında bir yere yönelir. Aile ile olan bağlarını koparır. 3.Yakınlık ve dayanışma duygusu: Aile içinde temel güven ve dayanışma varsa aile dışında bireyin karşılaştığı stres getirici olumsuz olaylar yıkıcı etkisini pek göstermez. Güven duygusunun baskın olduğu aile dış dünyanın yaratmış olduğu sıkıntı ve kaygılarından kendisini kurtarır. Bu tür aile içinde olan kimseler kendilerine olduğu gibi çevresine de güvenirler. Eğer aile içinde güven ve dayanışma sağlanmamışsa bu insanlar yoğun stres ve gerginlik yaşarlar. Bu kişiler kendilerine dahi güvenemezler. Dolayısıyla çevresinde yakın ilişkiler kuramazlar. 4.Sorumluluk duygusu: Aile sistemi içindeki anne ve babalar davranış ve sözleri ile sorumluluk duygusunu ifade ederler. Aile içinde sadece anne baba değil herkes sorumluluk duygusunu paylaşır. Elbette ki çocuklara yaşları oranında sorumluluk yüklenmelidir. Tüm sorumluluğu kendi üzerine alan, çocuğunu sorumluluktan kurtaran anne ve babalar kendi yaşamını biçimlendirmekten aciz sürekli başkalarının yönetiminde olmaya yönelik bireyler yetiştirirler Bu tür tutumlar sonucunda yetişmiş bireyler yaşamlarında yer alan olaylardan sürekli başkalarını sorumlu tutarlar. Gelişimsel dönemi göz önüne alınarak çocuğun odasını toparlaması, ev işlerine yardım etmesi gibi konularda sorumluluğu sağlanabilir. Bunu yaparken kız ve erkek işleri kesin çizgilerle ayrılmamalıdır. 5.Zorluklarla mücadele ederek onların üstesinden gelmeyi öğrenme: Çocuğa her şey hazır verilmemelidir. Sorumluluk duygusunun gelişimi ile ilgili anlatılanlar zorluklarla mücadele etme ile ilgilidir. Çocuğun içinde bulunduğu gelişimsel dönem göz önünde bulundurularak çocuk kendi sorunları ile başbaşa bırakılmalıdır. Bu durum onların zor sorunları ile mücadele ederek, uğraşmasına olanak vermek, kendisine güvenli sorun çözme becerileri gelişmiş bireyler olarak yetişmeleri için gereklidir. Karşılaştığı her zorluğa aşırı yardım eden ana babaların çocukları sürekli başkalarına muhtaç, kendilerine güvensiz olur. Böyle kişiler yetenek becerilerini keşfedemezler. 6.Mutluluk ve kendisini gerçekleştirme ortamı: Aile ortamı bir mutluluk ortamıdır. Şimdiye kadar anlatılan gereksinimlerin karşılanması mutlu olmayı getirir. Evde değerli olduğu duygusunu tadan birey mutlu olur ve yaptığı şeylerden doyum alır, kendini gerçekleştirme olanağı bulur. 7.Sağlıklı manevi yaşamın temellerini oluşturma ortamı: Katı din kuralları altında yetiştirilmiş çocuk sürekli yargılanacağı, cezalandırılacağı korkusunu yaşar. Kendi yaşantı ve deneyimlerini zenginleştirecek iç ve dış dünyasını araştırıp keşfedeceği yerine körü körüne itaati, kendi düşünce ve duygularından utanmayı öğrenir. Sağlıklı manevi yaşam ailenin çocuğuna verebileceği en önemli süreçtir. Sağlıklı bir manevi temeli olan insanlar kendisi ile barışık, insan ilişkileri olumlu ve kuvvetli saygılı bireyler olarak yetişirler. KORUNMASI GEREKEN BEŞ TEMEL ÖZGÜRLÜK 1.Şimdi ve burada olanı duyma ve görme (algılama) özgürlüğü 2.Kendi düşündüğünü olduğu gibi ifade edebilme özgürlüğü 3.Kendi duygularını olduğu gibi ifade edebilme özgürlüğü 4.Kendi arzularına göre bir şeyi isteme ya da reddetme özgürlüğü 5.Olmak istediği yönde gelişerek kendi özünü gerçekleştirme özgürlüğü Tanrım bana Değiştiremeyeceğim şeyleri kabul etmek için SÜKÛNET Değiştirebileceklerimi değiştirmek için CESARET İkisini birbirinden ayırabilmek için de AKIL VER AİLE İÇİ İLETİŞİM Etkili iletişimin temelinde bireyin kendisini tanıması, kendi değerlerinin ve tutumlarının farkında olması ve kendine güven yatar. İyi bir iletişimci ipuçlarını anında görür (jestler, mimikler, beden duruşu) ve onları gerçekçi olarak değerlendirir. İLETİŞİM ENGELLERİ 1.Emir vermek, Yönlendirmek: Bu iletiler kişinin duygularının önemsiz olduğu mesajını verir. Kişi diğer kişinin istediğini yapma zorunluluğunu hisseder. 2.Uyarmak, Gözdağı vermek: Bu iletiler de emir verme ve yönlendirmeye benzer; ancak kişinin vereceği yanıtın karşılığı olacak tümceleri de içerir. Kişinin isteklerine saygı duyulmadığı mesajını verir. Bu durum kişide öfke ve düşmanlık yaratır. 3.Ahlak dersi vermek: Bu tür ilişkilerde otoritenin ve zorunlulukların gücü kişiye karşı kullanılır. “yapmalısın, etmelisin” mesajlarını iletir ve bireyi karşı koymaya zorlar. 4.Öğüt vermek ve çözüm önerileri getirmek: Kişinin sorunlarını kendi kendisine çözeceği yeteneğinin olmadığına inanıldığını gösterir. 5.Öğretme, nutuk çekme, mantıklı düşünceler önerme: Bu durum aile içinde o anda herhangi bir sorun yokken çocuklar tarafından kabul edilebiliyor; ancak, sorun anında bu durum kabul edilmiyor ve daha fazla çatışmalara neden oluyor. Mantıklı düşünceler önerme çocuğun mantıksız ve bilgisiz olduğuna dair mesaj iletir. 6.Yargılamak, eleştirmek, suçlamak,aynı düşüncede olmamak: Bu iletiler çocuk üzerinde diğerlerinden daha fazla olumsuz etki yapar. Bu değerlendirmeler çocuğun benlik saygısını düşürür. Çocuklar hakkında yapılan olumsuz değerlendirmeler çocuğun kendisini değersiz, yetersiz görmesine neden olur. 7.Övmek, aynı düşüncede olmak, olumlu değerlendirmeler yapmak: Genel inanç olarak bu durumun çocuğa zarar vereceği hiç düşünülmez. Çocuğun öz imgesine uymayan değerlendirmelerin yapılması çocukta kızgınlık yaratır. Çocuklar bu iletileri anne babanın kendilerini yönlendirme ve isteğini yaptırma girişimi için kurnazlık olarak yorumlarlar. “Siz böyle söyleyince sanki ben daha çok mu çalışacağım?” gibi düşünürler. Övgü ise başkalarının yanında yapılıyorsa çocuğu utandırır. Aşırı övgü sonucunda çocuk buna alışır ve övülmeye gereksinim duymaya başlar. 8.Ad takmak, alay etmek: Çocuğun benlik saygısı üzerinde olumsuz etki yapar. 9.Yorumlamak, analiz etmek, tanı koymak: Bu durum çocuğun konuşmasını, kendi duygularını ifade etmesini engeller. 10.Güven vermek, desteklemek, avutmak, duygularını paylaşmak: Anne babalar çocuklarının duygularını tam olarak anlamadıklarında ortaya çıkar. Böyle bir durumda sorun hiç yokmuş gibi algılanıp avutma eğilimine gidilir.” Üzülme yarın her şey düzelecek, kendini daha iyi hissedeceksin” gibi mesajların verilmesi çocuğun önemsenmediği hissini verir. 11.Soru sormak, sınamak, sorgulamak: Çocuk sorgulanıyor hissine kapıldığında bu durum onda güvensizlik, kuşku oluşturur. 12.Sözünden dönmek, oyalamak, alay etmek, şakacı davranmak, konuyu saptırmak: Böyle iletiler yüzünden çocuk anne babasının onunla ilgilenmediğini, duygularına saygı göstermediğini belki de onu dışladığını, dikkâte almadığını düşünür. Çocuklar sorunlarını dile getirdiklerinde çok ciddidir. Şaka ve espriyle karşılık vermek onları incitebilir ve itilmişlik kenara atılmışlık duygusunu verir. ANA BABALAR ON İKİ İLETİŞİM ENGELİNİ KULLANINCA… YANIT İLETİŞİM ENGELİ “Benim oğlum okulu bırakamaz. Buna izin vermem.” EMİR VERMEYÖNLENDİRME “Okulu bırakırsan benden para mara bekleme.” UYARMAGÖZDAĞI VERME “Okumak herkese nasip olmayan ödüllendirici bir deneyimdir.” AHLAK DERSİ VERME “Ödevini yapmak için neden bir program yapmıyorsun?” ÖĞÜT VERMEÇÖZÜM GETİRME “Üniversite mezunu lise mezunundan yüzde elli fazla kazanır.” NUTUK ÇEKMEÖĞRETME “Uzak görüşlü değilsin. Düşüncelerin henüz yeterince olgunlaşmamış.” YARGILAMAELEŞTİRMESUÇLAMA  “Her zaman gelecek için umut veren iyi bir öğrenci oldun.” ÖVME “Hippi gibi konuşuyorsun.” AD TAKMAALAY ETME “Çaba göstermediğin için okuldan hoşlanmıyorsun.” YORUMLAMAANALİZ ETME “Duygularını anlıyorum, ama son sınıfta daha iyi olacak.” GÜVEN VERMEDUYGULARINI PAYLAŞMA “Eğitimsiz ne yapacaksın? Nasıl geçineceksin?” SINAMASORU SORMASORGULAMA “Yemekte sorun istemiyorum.” KONUYU SAPTIRMA Bu alıştırma çocukta sorun olduğunda ana babanın tipik tavrının iletişim engelli sözler söylemek olduğunu göstermiştir. Ana babalar bu tür yanıtlar kullanınca aralarındaki iletişim aşağıdaki gibi gösterilir. ÇOCUK İLETİ ANNE / BABA Gönderici “Sorunum Var” Alıcı ……………………………………………….. ÇOCUK ENGEL ANNE/ BABA Alıcı “Yanıt” Gönderici Bu tür yanıtlar çocuktan gelecek bir sonraki iletişimi engeller; ana-baba çocuk ilişkisi gibi çocuğun benlik saygısını da olumsuz engeller. Çocuklar üzerinde aşağıdaki olumsuz sonuçları oluşturma tehlikesi taşır: •Konuşmalarını engeller •Savunmaya geçirir •Kavgacı yapar, karşı saldırıya yöneltir •Yetersiz olduklarını hissettirir •Kızdırır, küstürür •Oldukları gibi kabul edilemedikleri duygusunu uyandırır •Sorunlarını çözmede kendilerine güvenilmediğini hissettirir •Anlaşılmadıklarını hissettirir •Duygularının yersiz olduğunu hissettirir •Kızdırır, yılgınlığa uğratır •Sorgulanıyor duygusunu yaratır •Anne ve babasının kendisiyle ilgilenmediği duygusunu uyandırır. AİLE KURALLARI Her aile gerek açık gerekse kapalı olarak kurallarını belirlemiştir. Sağlıklı ailede kurallar gizli değil açık olarak belirlenmiştir. Aile içindeki bireyler birbirlerinin iyi tanırlar, duygular karşılıklı olarak hissedilir. Evde eşitlik söz konusudur. Mutlaka ki zaman zaman her evde küçük de olsa çatışmalar yaşanır. Hiç çatışma yaşanmayan bir evde büyük olasılıkla maskeler takılıdır. Yani sosyal maskeler iletişimde bulunuyordur. Çatışma uzun süreli ilişki içinde olan kişiler arasında doğal olarak ortaya çıkar. Önemli olan çatışmanın çıkmasını önlemek değil, çatışma çıktığı zaman kişilerin birbirleriyle nasıl etkileşim kuracağının bilinmesidir. Aralarında çıkan çatışmayı birbirlerini kırmadan çözebilme becerisini gösteren çiftler sağlıklı bir aile kurar. SAĞLIKLI BİR AİLEDE SORUNLARI ÇÖZMEK İÇİN KULLANILAN YÖNTEMLER: •Duygu ve düşünceler olduğu gibi, abartılmadan ortaya konulmalıdır (Bu tutuma kendine güvenli ve kendine saygılı tutum diyoruz. Bu tutum içinde olan kişiler hem kendilerine hem de başkalarına saygı gösterirler.) •Sorunlar şimdiki bağlam içinde ele alınmalı ve eski birikimler işin içine sokulmamalıdır •Kesinlikle öğüt verme kullanılmamalı, davranışlar somut bir biçimde ayrıntılı olarak ele alınmalıdır. •Yargılamaya gidilmemeli, kişiler kendi duygu ve düşüncelerini ifade edebilmelidirler. •Duygu ve düşünceler, ne az ne eksik, olduğu gibi olduğu gibi ifade edilmelidir; karşısındakinin ne beklediğine ya da en mükemmel olması gerektiğine göre ifadeler aranmamalıdır. •Konunun özü ile konuya ilişkin olmayan ayrıntılar birbirinden ayırd edilmelidir. Örneğin siz çocuğunuza “iki saat geciktin” dediğinizde, çocuğunuz size: “hayır bir saat kırk beş dakika geciktim” dememelidir. •Sorun çözmede etkin dinleme kullanılmalıdır. (daha sonraki bölümde ayrıntılı olarak anlatılacak) •Belirli bir zaman konusu içinde ancak bir çatışma üzerinde durulmalı, başka çatışma konuları çatışmaya katılmamalı. Örneğin: “hem geç kalıyorsun hem de bana yardım etmiyorsun”diyerek iki konuyu birden ortaya atmamak gerekir. •Birinin haklı çıkması yerine her iki tarafın da anlaşabileceği bir çözüme yönelmek gerekir. “ben haklıyım, sen yanlış hareket ediyorsun” tarzında davranmamak gerekir. Sağlıksız ailede gizli kurallar: Sağlıksız ailede kurallar bilinçaltındadır. Gizli ve açığa çıkmamıştır. Bu kuralları kimse tartışamaz. İşte sağlıksız ailede geçerli olan kurallar şunlardır: 1.Denetleme: çocuk duygu ve düşüncelerini ifade ederken hep korku içindedir. Ya da duygularını ifade edemez, bastırır. Söyleyeceklerini hep önceden kestirmek zorundadır. Kendiliğinden ortaya çıkan davranış kötüdür, affedilmez. Bu tür ailelerde sağlıklı bir güven ortamı söz konusu değildir. 2.Mükemmeliyetçilik: Yapılan her işte, girilen her sınavda kişinin mükemmel olması beklenir. Her şey göstermeliktir, başkasının beğenmesi için yapılır. Mükemmeliyetçilik kişinin kendi gerçeğinin hiçbir değeri olmadığını kendi düşünüş ve değerlendirilişinin önemsiz olduğunu ifade eder. Bu ortamda yetişen çocuğun temel duygusu umutsuzluktur. Kendilerini değersiz, yetersiz bulurlar. 3.Suçlama: Suçlama olayları olduğu gibi kabul etmemenin bir sonucudur. Yapılan suçlamalar her şeyin denetim altında tutulması gerektiği ve yapılan her şeyin mükemmel olmasının zorunlu olması gerektiğini ortaya çıkarır. Bu durum ise kişide kaygı ve utanç duygularını yaratır. 4.Beş temel özgürlüğün inkârı: Sağlıksız ailede kişilerin doğal olarak geliştirdikleri algılama, duygu, düşünce, davranış, arzu ve amaçları inkâr edilir. “içinden geldiği gibi değil; mükemmeliyetçi kurala uyarak, başkalarının senden beklediği biçimde algıla, duygulan, düşün,davran, arzu et, ve amaç edin.” Bu durum kişini kendi gerçeğini inkâr etmesine neden olur. Böylece kişi tamamen dışa bağımlı, kendi iç dünyasıyla ilişkisi kopuk, robot gibi yaşar. Böyle bir kişinin mutlu olması da söz konusu olmaz. 5.Konuşmanın yasak olması: Sağlıksız bir ailede özellikle çocukların duygu ve düşüncelerini ifade etmesine olanak verilmez. Bu duru çocuklarda değersizlik duygularına neden olur. 6.Küskünlük ve kırgınlıkların sürdürülmesi: Aile içindeki kırgınlık ve küskünlüklerin sürdürülmesi, kişilerin birbirlerini anlamasını ve sorunun çözülmesini engeller. 7.Kimseye güvenmeme: Sağlıksız bir ailede kimse kimseye güvenmez. Aslında güven var gibi görünse de temelde güvensizlik vardır. Sağlıksız ailede yetişen kişi kimseden saygı ve gerçek sevgi görmediği için kimsenin kendisine yardım edemeyeceğine inanır. Yardım etmek isteyenlerin “mutlaka art düşüncesi vardır, çıkarı vardır” diye düşünür. Sağlıksız ailede yetişen kişilerin kendilerine güveni olmaz. Bu kişiler mutlaka dıştan denetimli bireyler olurlar. “Temelinde sevgi olan hiçbir eğitim başarısızlığa uğramaz” Pestallozi DİNLEME BECERİLERİ Edilgin dinleme (sessizlik): karşısındakinin konuşmasına olanak verme. Edilgin dinleme kişiye: •Duygularını duymak istiyorum •Duygularını kabul ediyorum •Benimle paylaşmak istediğin konuda vereceğin karara güveniyorum •Bu senin sorunun sorumlu sensin gibi güçlü mesajları verir. Kabul ettiğini gösteren tepkiler: Sessizlik iletişimi engellemesine karşın çocuğa kabul edilmediği izlenimini verir. Ona gerçekten tüm dikkâtimizi verdiğimizi göstermeliyiz. Bunu yapmak içinse karşımızdakine sözlü ve sözsüz mesajlar iletmeliyiz. Hı hı, evet, seni anlıyorum…..gibi sözlü mesajlarla; baş sallama, jestler ve mimiklerle, beden duruşu gibi sözsüz mesajlarla karşımızdakine onu dinliyor hissini vermemiz gerekir. Konuşmaya açık davet: Çocuklar sorun ve duygularını dile getirmekte güçlük çekerler. Konuşmak için yüreklendirilmek isterler. Şu örnek cümlelerle konuşmaya davet sağlanabilir: •O konuda konuşmak ister misin? •Bu olay karşısında neler hissettin? •Bana örnek verir misin? •Bu konuda neler düşünüyorsun? ETKİN DİNLEME: Etkin dinlemede kişinin söylediklerinin gerçek anlamlarının kavranması gerekir. Etkin dinleme çocukların duygu boşalımına yardım eder. Çocukların duygularını keşfetmelerine yardımcı olur. Etkin dinleme çocukların olumsuz duygulardan korkmamalarına yardım eder, ana-baba-çocuk arasında sıcak bir dostluk geliştirir. Duyulduğunu ve anlaşıldığını bilmek öylesine hoş bir duygudur ki, konuşan dinleyene karşı bir yakınlık duyar. Çocuklar sevgiye tepki verirler. Kişi empati kurup doğru olarak dinleyince karşısındakini anlar. Bir anlamda kişi kendisini karşısındaki kişinin yerine koyar. Empati kurmayı öğrenen anne ve babalar çocuklarına daha fazla anlayış göstermiştir. Etkin dinleme için: •Çocuğun söylediğini duymak istemelisiniz. Bu onun için zaman ayırmak anlamına gelir. Zamanınız yoksa bunu çocuğunuza söylemelisiniz. •O andaki soruna yardımcı olmayı gerçekten istemelisiniz. İstemezseniz isteyinceye kadar bekleyin. •Duyguları ne olursa olsun, sizin duygularınızdan ne denli farklı olursa olsun onun duygularını gerçekten kabul etmelisiniz. •Çocuğun duygularını tanıdığına, onlarla baş edebileceğine ve sorunlarına çözüm bulma yeteneğine tam olarak güvenmelisiniz. Bu güveni çocuğunuz sorunları kendi başına çözdüğünü gördükçe kazanacaksınız. •Duyguların sürekli değil, geçici olduğunu anlamalısınız. Duygular geçicidir. •Çocuğunuzu diğerlerinden farklı ayrı bir birey olarak algılamalısınız. Bu “ayrılık” çocuğun kendi duygularının olmasına, nesneleri kendisine göre algılamasına “izin” vermenize destek olur. “Ayrılık” ı, yalnızca hissetseniz bile çocuğa yardımcı olabilirsiniz. Çocuğun sorunları olduğunda onun yanında olmalı ancak karışmamalısınız. Etkin dinlemenin en uygun zamanı çocuğun sorunu olduğunu gösterdiği andır. Ana-babalar çocuklarının duygularını dile getireceklerini duyacakları işin çoğunlukla bu anı kolaylıkla yakalayacaklardır. Tüm çocukların öğretmenleri, arkadaşları, ana- babalarıyla, kardeşleri hatta kendileri ile ilgili problemleri olabilir. Bu sorunlar onların stres yaşamalarına neden olabilir. Bu tür sorunların çözümü için yardım alan çocuklar daha kendine güvenli ve daha güçlü olurlar. Yardım almayanlarsa duygusal açıdan sorunlar yaşarlar. Etkin dinlemenin uygun zamanını bilmek için ana-babaların “bir sorunum var” türünden tümceleri duymaya açık olmaları, ancak önce çok önemli olan “SORUN KİMİN?”ilkesini bilmelidirler. Ana-baba-çocuk ilişkisinde aşağıdaki gibi üç durum vardır: 1.Çocuğun herhangi bir gereksinimi engellenmişse sorunu var demektir. Çocuğun o anki davranışı anne-babanın gereksinimini karşılamasına somut bir biçimde engel yaratmadığı için sorun ana-babanın değil, SORUN ÇOCUĞUNDUR. 2.Çocuğun gereksinimleri engellenmeyip karşılanmakta ve davranışı anne-babasının gereksinimini karşılamada somut bir engel de yaratmamaktadır. Bu nedenle İLİŞKİDE SORUN YOKTUR 3.Çocuğun gereksinimleri karşılanmakta ancak davranışı anne-babasının gereksiniminin karşılanmasını somut bir biçimde engellemektedir. Şimdi SORUN ANNE-BABADADIR. Çocuğun sorunu olduğu zaman anne-babanın ETKİN DİNLEMESİ için en uygun zamandır. Ancak sorun anne babadayken uygun değildir. Çocuk sorun yaşıyorsa etkin dinleme ile onun kendi sorunlarına çözüm bulmasına yardım edebilirsiniz. Etkin dinlemenin aşırı kullanılması ya da uygun zamanda ve durumda kullanılmaması işlerlik sağlamaz. Bu nedenle daha öncede belirtildiği gibi zamanlamanın ve koşulların sağlanması gerekir. “Çocuk insanın babasıdır” W. Wordsworth BEN DİLİ: Genellikle anne ve babalar iletişimde “sen dili”ni kullanıyorlar sen iletileri duygu ifade etmez . genellikle emir verme yargılama, öğüt verme gibi iletişim engellerini içerir. Örneğin: •Konuşma artık •Yapmamalısın •Dersine çalışmazsan •Yaramazlık yapıyorsun •Bebek gibisin •Dikkât çekmek istiyorsun •Daha iyi öğrenmelisin…… Ana-baba çocuğun davranışını kabul etmediği zaman o davranış nedeniyle ne hissettiğini çocuğa söylerse ileti “SEN İLETİSİ”nden “BEN İLETİSİ” ne dönüşür. Yani ben dilinde duygular konuşur. •Yorgun olduğum zaman canım oyun oynamak istemiyor •Eğer bugün çok yaramazlık yaparsan ben çok üzülürüm •Akşam yemeğini zamanında yetiştiremeyeceğim diye endişeleniyorum Gerçekten de çocuktan beklediğimiz davranışların oluşmasında “ben dili”nin ne kadar etkili ve doğru bir iletişim aracı olduğunu göreceksiniz. Ben dili çocuğun ana babasının kabul edemediği davranışını değiştirmesinde daha etkili olduğu gibi çocuk- ana baba ilişkisi için de daha sağlıklıdır. Ben dili çocuğu direnmeye, isyan etmeye yöneltmez. Örneğin dışarı çıkmak için direnen bir çocuğa: “Hayır, hemen odana git, sokağa çıkamazsın” demek mi doğrudur; yoksa “hava karardığı için sokağa çıkman beni endişelendiriyor. Bu yüzden gitmeni istemiyorum ama, yarın erken saatte arkadaşlarınla birlikte olmana izin verebilirim.” demek mi doğrudur? Tabii ki ilk cümle sen iletilerini içerdiği için çocukta bir direnme ya da isyana yol açacaktır. Ancak ikinci cümlede duyguların ifadesi söz konusu olduğu için ben dilini kullanmak daha etkilidir. Çünkü ben dili davranışı değiştirme sorumluluğunu çocuğa devreder. SORUN ÇÖZME BECERİSİ Kızgınlık ve öfke duygusu, farkında olunan ya da olunmayan çatışmalardan kaynaklanır. Sadece kısa süreli duygusal gerginlikleri değil uzun süreli çatışmaları çözmek de, yaşamın önemli bir parçasını oluşturur. Çatışma değişik nedenlerden kaynaklanabiliyor çatışmaların çözümüne iki temel tutum içinde yaklaşılabilir. 1.Ben kazanacağım, o kaybedecek. (KAZAN / KAYBET) 2.Her ikimizin de sonuçtan memnun olması gerekir. (KAZAN / KAZAN ya da KAYBEDEN YOK ) yaklaşımları. Kazan / Kaybet Yaklaşımı: İki kişiden biri varılan sonuçtan hoşnut kalmaz. Bu tutumda en güçlü olan, hileli davranan kazanır. Bu yöntem beraberinde karşılıklı ilişkilerde güvensizliği getirir. Karşısındakini kaybetme pahasına tartışma taraflardan birince kazanılır. Kaybeden Yok Yaklaşımı: Bir çatışma konusu ortaya çıktığı zaman, taraflardan her biri sadece kendi isteğinin yapılmasına olanak verecek bir çözümde ısrar edecek yerde, her ikisi de yaratıcı bir biçimde iki tarafı birden tatmin edecek bir çözüm yolu bulmaya çalışırlar. Çatışmayı çözebilecek değişik yollar düzenli bir biçimde gözden geçirilerek bu gerçekleştirilebilir. Sorun çözebilmek için kullanılabilecek aşamalar: 1.Birinci aşama: ÇATIŞMAYI TANIYIN: Sizce sorun nedir? Bu konuda kendinizi nasıl hissediyorsunuz? Burada “BEN DİLİ” kullanmayı ve her ikinizi de memnun edecek bir çözüme ulaşma tutumu içinde olduğunuzu belirtmeyi ihmal etmeyin. 2.İkinci aşama: BİR ÇOK ÇÖZÜM YOLU ORTAYA KOYUN: beş yada on dakika gibi belirli bir zaman süresi içinde aklınıza gelen çözümleri. İyi ya da kötü, mümkün ya da değil gibi süzgeçlerden geçirmeden olduğu gibi ortaya koyun. Bu aşamada amaç sorunla ilgili olabildiği kadar çok sayıda çözüm yolunu bir liste halinde ifade edebilecek duruma gelmenizdir. 3.Üçüncü aşama: ÇÖZÜM YOLLARINI DEĞERLENDİRİN: Bu aşamada her çözüm yolunu değerlendirerek, bu çözüm yollarının her birinizi tatmin ettiğini tartışacaksınız. Bu evrede kişilerin dürüstçe düşüncelerini ifade etmeleri önemlidir. Bir çözüm tarzını istemediği halde karşısındaki memnun olsun diye kabul etmek, iki kişinin arasındaki ilişkinin sağlığı bakımından sakıncalıdır. 4.Dördüncü aşama: EN İYİ ÇÖZÜMDE ANLAŞIN: Şu ana dek bütün seçenekleri gözden geçirmiş bulunuyorsunuz. Şimdi her ikinizi de en çok tatmin edecek kararı verme durumudur bu karara ulaştıktan sonra çözümün ne anlama geldiği bir kez daha her iki kişi tarafından ifade edilir. 5.Beşinci aşama: ÇÖZÜMÜ UYGULAMAYA KOYUN: Bu evrede çözümün ayrıntılarını konuşmaya başlarsınız. Burada ayrıntılardan kastedilen, çözüm uygulamaya konduğunda her iki tarafça ne gibi uyarlamalar ve ayarlamalar yapılması gerektiğinin konuşulmasıdır. Çözüm bir planlamayı gerektiriyorsa hemen planlamaya başlayın. Burada üzerinde durulması gereken nokta çözümün uygulanmaya geçebilmesi için gerekli işlemlerin her iki kişi tarafından anlaşılmış olmasıdır. 6.Altıncı aşama: ÇÖZÜMÜ GÖZDEN GEÇİRME: Bir çözümün gerçekten uygulanabilir ve uygulanamaz olduğunu denemeden anlamak zordur. Çözümü bir süre uyguladıktan sonra gözden geçirmek üzere bir araya gelmekte büyük fayda var. Bu durumdan sonra çözüm tarzında bazı değişiklikler önerilebilir. Hatta öyle bir durum olabilir ki çözümü her iki taraf tatmin edici bulmayıp yeniden gözden geçirmek gereği duyulabilir. Önemli olan sorunun altında ezilmek yerine her iki tarafı da hoşnut edecek bir çözüme ulaşıncaya kadar yaratıcı bir biçimde sorunla uğraşmak yapıcı çözüm önerileri getirmektir. Zaten anlatılan tüm bu bilgiler yerine geldiğinde ilişkiler daha yapıcı olacak ve karşılıklı olarak birbirini anlama söz konusu olacaktır. KAYNAKÇA ACAR, Nilüfer Voltan Terapötik İletişim AKBOY, Rengin Eğitim Psikolojisi ATTAR, Handan Çocuk Suçluluğu ve Eğitimi BAŞARAN, İbrahim Ethem Görüşme İlke ve Teknikleri CÜCELOĞLU, Doğan İçimizdeki Çocuk CÜCELOĞLU, Doğan Yeniden İnsan İnsana DÖKMEN, Üstün İletişim Çatışmaları ve Empati EKŞİ, Aysel Çocuk Genç Ana Babalar GANDER, J. Mary Çocuk ve Ergen Gelişimi GORDON, Thomas E. A. E Aile iletişim Dili GORDON, Thomas E. A. E Uygulamalar YAVUZER, Haluk Çocuk Psikolojisi YAVUZER, Haluk Çocuk ve Suç YÖRÜKOĞLU, Atalay Çocuk Ruh Sağlığı YÖRÜKOĞLU, Atalay Gençlik Çağı YÖRÜKOĞLU, Atalay Değişen Toplumda Aile ve Çocuk D.E.Ü Eğitim Bilimleri Bölüm Gelişim Psikolojisi Ders Notları D.E.Ü Eğitim Bilimleri Bölümü Eğitim Psikolojisi Ders Notları D.E.Ü Eğitim Bilimleri Bölümü İnsan İlişkileri Ders Notları
Her aile gerek açık gerekse kapalı olarak kurallarını belirlemiştir. Sağlıklı ailede kurallar gizli değil açık olarak belirlenmiştir. Aile içindeki bireyler birbirlerinin iyi tanırlar, duygular karşılıklı olarak hissedilir. Evde eşitlik söz konusudur.Mutlaka ki zaman zaman her evde küçük de olsa çatışmalar yaşanır. Hiç çatışma yaşanmayan bir evde büyük olasılıkla maskeler takılıdır. Yani sosyal maskeler iletişimde bulunuyordur.Çatışma uzun süreli ilişki içinde olan kişiler arasında doğal olarak ortaya çıkar. Önemli olan çatışmanın çıkmasını önlemek değil, çatışma çıktığı zaman kişilerin birbirleriyle nasıl etkileşim kuracağının bilinmesidir. Aralarında çıkan çatışmayı birbirlerini kırmadan çözebilme becerisini gösteren çiftler sağlıklı bir aile kurar. Sağlıklı bir ailede sorunları çözmek için kullanılan yöntemler: •Duygu ve düşünceler olduğu gibi, abartılmadan ortaya konulmalıdır (Bu tutuma kendine güvenli ve kendine saygılı tutum diyoruz. Bu tutum içinde olan kişiler hem kendilerine hem de başkalarına saygı gösterirler.) •Sorunlar şimdiki bağlam içinde ele alınmalı ve eski birikimler işin içine sokulmamalıdır •Kesinlikle öğüt verme kullanılmamalı, davranışlar somut bir biçimde ayrıntılı olarak ele alınmalıdır. •Yargılamaya gidilmemeli, kişiler kendi duygu ve düşüncelerini ifade edebilmelidirler. •Duygu ve düşünceler, ne az ne eksik, olduğu gibi olduğu gibi ifade edilmelidir; karşısındakinin ne beklediğine ya da en mükemmel olması gerektiğine göre ifadeler aranmamalıdır. •Konunun özü ile konuya ilişkin olmayan ayrıntılar birbirinden ayırdedilmelidir. Örneğin siz çocuğunuza “iki saat geciktin” dediğinizde, çocuğunuz size: “hayır bir saat kırk beş dakika geciktim” dememelidir. •Sorun çözmede etkin dinleme kullanılmalıdır. (daha sonraki bölümde ayrıntılı olarak anlatılacak) •Belirli bir zaman konusu içinde ancak bir çatışma üzerinde durulmalı, başka çatışma konuları çatışmaya katılmamalı. Örneğin: “hem geç kalıyorsun hem de bana yardım etmiyorsun”diyerek iki konuyu birden ortaya atmamak gerekir. •Birinin haklı çıkması yerine her iki tarafın da anlaşabileceği bir çözüme yönelmek gerekir. “ben haklıyım, sen yanlış hareket ediyorsun” tarzında davranmamak gerekir. Sağlıksız ailede gizli kurallar: Sağlıksız ailede kurallar bilinçaltındadır. Gizli ve açığa çıkmamıştır. Bu kuralları kimse tartışamaz. İşte sağlıksız ailede geçerli olan kurallar şunlardır: 1.Denetleme: çocuk duygu ve düşüncelerini ifade ederken hep korku içindedir. Ya da duygularını ifade edemez, bastırır. Söyleyeceklerini hep önceden kestirmek zorundadır. Kendiliğinden ortaya çıkan davranış kötüdür, affedilmez. Bu tür ailelerde sağlıklı bir güven ortamı söz konusu değildir. 2.Mükemmeliyetçilik: Yapılan her işte, girilen her sınavda kişinin mükemmel olması beklenir. Her şey göstermeliktir, başkasının beğenmesi için yapılır. Mükemmeliyetçilik kişinin kendi gerçeğinin hiçbir değeri olmadığını kendi düşünüş ve değerlendirilişinin önemsiz olduğunu ifade eder. Bu ortamda yetişen çocuğun temel duygusu umutsuzluktur. Kendilerini değersiz, yetersiz bulurlar. 3.Suçlama: Suçlama olayları olduğu gibi kabul etmemenin bir sonucudur. Yapılan suçlamalar her şeyin denetim altında tutulması gerektiği ve yapılan herşeyin mükemmel olmasının zorunlu olması gerektiğini ortaya çıkarır. Bu durum ise kişide kaygı ve utanç duygularını yaratır. 4.Beş temel özgürlüğün inkârı: Sağlıksız ailede kişilerin doğal olarak geliştirdikleri algılama, duygu, düşünce, davranış, arzu ve amaçları inkâr edilir. “içinden geldiği gibi değil; mükemmeliyetçi kurala uyarak, başkalarının senden beklediği biçimde algıla, duygulan, düşün,davran, arzu et, ve amaç edin.” Bu durum kişini kendi gerçeğini inkâr etmesine neden olur. Böylece kişi tamamen dışa bağımlı, kendi iç dünyasıyla ilişkisi kopuk, robot gibi yaşar. Böyle bir kişinin mutlu olması da sözkonusu olmaz. 5.Konuşmanın yasak olması: Sağlıksız bir ailede özellikle çocukların duygu ve düşüncelerini ifade etmesine olanak verilmez. Bu duru çocuklarda değersizlik duygularına neden olur. 6.Küskünlük ve kırgınlıkların sürdürülmesi: Aile içindeki kırgınlık ve küskünlüklerin sürdürülmesi, kişilerin birbirlerini anlamasını ve sorunun çözülmesini engeller. 7.Kimseye güvenmeme: Sağlıksız bir ailede kimse kimseye güvenmez. Aslında güven var gibi görünse de temelde güvensizlik vardır. Sağlıksız ailede yetişen kişi kimseden saygı ve gerçek sevgi görmediği için kimsenin kendisine yardım edemeyeceğine inanır. Yardım etmek isteyenlerin “mutlaka art düşüncesi vardır, çıkarı vardır” diye düşünür.Sağlıksız ailede yetişen kişilerin kendilerine güveni olmaz. Bu kişiler mutlaka dıştan denetimli bireyler olurlar. DİNLEME BECERİLERİ Edilgin dinleme (sessizlik): karşısındakinin konuşmasına olanak verme. Edilgin dinleme kişiye: •Duygularını duymak istiyorum •Duygularını kabul ediyorum •Benimle paylaşmak istediğin konuda vereceğin karara güveniyorum •Bu senin sorunun sorumlu sensin gibi güçlü mesajları verir. Kabul ettiğini gösteren tepkiler: Sessizlik iletişimi engellemesine karşın çocuğa kabul edilmediği izlenimini verir. Ona gerçekten tüm dikkâtimizi verdiğimizi göstermeliyiz. Bunu yapmak içinse karşımızdakine sözlü ve sözsüz mesajlar iletmeliyiz. Hı hı, evet, seni anlıyorum…..gibi sözlü mesajlarla; baş sallama, jestler ve mimiklerle, beden duruşu gibi sözsüz mesajlarla karşımızdakine onu dinliyor hissini vermemiz gerekir. Konuşmaya açık davet: Çocuklar sorun ve duygularını dile getirmekte güçlük çekerler. Konuşmak için yüreklendirilmek isterler. Şu örnek cümlelerle konuşmaya davet sağlanabilir: •O konuda konuşmak ister misin? •Bu olay karşısında neler hissettin? •Bana örnek verir misin? •Bu konuda neler düşünüyorsun? Etkin dinleme:Etkin dinlemede kişinin söylediklerinin gerçek anlamlarının kavranması gerekir. Etkin dinleme çocukların duygu boşalımına yardım eder. Çocukların duygularını keşfetmelerine yardımcı olur. Etkin dinleme çocukların olumsuz duygulardan korkmamalarına yardım eder, ana-baba-çocuk arasında sıcak bir dostluk geliştirir. Duyulduğunu ve anlaşıldığını bilmek öylesine hoş bir duygudur ki, konuşan dinleyene karşı bir yakınlık duyar. Çocuklar sevgiye tepki verirler. Kişi empati kurup doğru olarak dinleyince karşısındakini anlar. Bir anlamda kişi kendisini karşısındaki kişinin yerine koyar. Empati kurmayı öğrenen anne ve babalar çocuklarına daha fazla anlayış göstermiştir. Etkin dinleme için: •Çocuğun söylediğini duymak istemelisiniz. Bu onun için zaman ayırmak anlamına gelir. Zamanınız yoksa bunu çocuğunuza söylemelisiniz. •O andaki soruna yardımcı olmayı gerçekten istemelisiniz. İstemezseniz isteyinceye kadar bekleyin. •Duyguları ne olursa olsun, sizin duygularınızdan ne denli farklı olursa olsun onun duygularını gerçekten kabul etmelisiniz. •Çocuğun duygularını tanıdığına, onlarla baş edebileceğine ve sorunlarına çözüm bulma yeteneğine tam olarak güvenmelisiniz. Bu güveni çocuğunuz sorunları kendi başına çözdüğünü gördükçe kazanacaksınız. •Duyguların sürekli değil, geçici olduğunu anlamalısınız. Duygular geçicidir. •Çocuğunuzu diğerlerinden farklı ayrı bir birey olarak algılamalısınız. Bu “ayrılık” çocuğun kendi duygularının olmasına, nesneleri kendisine göre algılamasına “izin” vermenize destek olur. “Ayrılık” ı, yalnızca hissetseniz bile çocuğa yardımcı olabilirsiniz. Çocuğun sorunları olduğunda onun yanında olmalı ancak karışmamalısınız.Etkin dinlemenin en uygun zamanı çocuğun sorunu olduğunu gösterdiği andır. Ana-babalar çocuklarının duygularını dile getireceklerini duyacakları işin çoğunlukla bu anı kolaylıkla yakalayacaklardır. Tüm çocukların öğretmenleri, arkadaşları, ana- babalarıyla, kardeşleri hatta kendileri ile ilgili problemleri olabilir. Bu sorunlar onların stres yaşamalarına neden olabilir. Bu tür sorunların çözümü için yardım alan çocuklar daha kendine güvenli ve daha güçlü olurlar. Yardım almayanlarsa duygusal açıdan sorunlar yaşarlar. Etkin dinlemenin uygun zamanını bilmek için ana-babaların “bir sorunum var” türünden tümceleri duymaya açık olmaları, ancak önce çok önemli olan “SORUN KİMİN?”ilkesini bilmelidirler. Ana-baba-çocuk ilişkisinde aşağıdaki gibi üç durum vardır: 1.Çocuğun herhangi bir gereksinimi engellenmişse sorunu var demektir. Çocuğun o anki davranışı anne-babanın gereksinimini karşılamasına somut bir biçimde engel yaratmadığı için sorun ana-babanın değil, SORUN ÇOCUĞUNDUR. 2.Çocuğun gereksinimleri engellenmeyip karşılanmakta ve davranışı anne-babasının gereksinimini karşılamada somut bir engel de yaratmamaktadır. Bu nedenle İLİŞKİDE SORUN YOKTUR 3.Çocuğun gereksinimleri karşılanmakta ancak davranışı anne-babasının gereksiniminin karşılanmasını somut bir biçimde engellemektedir. Şimdi SORUN ANNE-BABADADIR. Çocuğun sorunu olduğu zaman anne-babanın ETKİN DİNLEMESİ için en uygun zamandır. Ancak sorun anne babadayken uygun değildir. Çocuk sorun yaşıyorsa etkin dinleme ile onun kendi sorunlarına çözüm bulmasına yardım edebilirsiniz.Etkin dinlemenin aşırı kullanılması ya da uygun zamanda ve durumda kullanılmaması işlerlik sağlamaz. Bu nedenle daha öncede belirtildiği gibi zamanlamanın ve koşulların sağlanması gerekir. “Çocuk insanın babasıdır” BEN DİLİ Genellikle anne ve babalar iletişimde “sen dili”ni kullanıyorlar sen iletileri duygu ifade etmez . genellikle emir verme yargılama, öğüt verme gibi iletişim engellerini içerir. Örneğin: •Konuşma artık •Yapmamalısın •Dersine çalışmazsan •Yaramazlık yapıyorsun •Bebek gibisin •Dikkât çekmek istiyorsun •Daha iyi öğrenmelisin……Ana-baba çocuğun davranışını kabul etmediği zaman o davranış nedeniyle ne hissettiğini çocuğa söylerse ileti “SEN İLETİSİ”nden “BEN İLETİSİ” ne dönüşür. Yani ben dilinde duygular konuşur. •Yorgun olduğum zaman canım oyun oynamak istemiyor •Eğer bugün çok yaramazlık yaparsan ben çok üzülürüm •Akşam yemeğini zamanında yetiştiremeyeceğim diye endişeleniyorum.Gerçekten de çocuktan beklediğimiz davranışların oluşmasında “ben dili”nin ne kadar etkili ve doğru bir iletişim aracı olduğunu göreceksiniz.Ben dili çocuğun ana babasının kabul edemediği davranışını değiştirmesinde daha etkili olduğu gibi çocuk- ana baba ilişkisi için de daha sağlıklıdır. Ben dili çocuğu direnmeye, isyan etmeye yöneltmez. Örneğin dışarı çıkmak için direnen bir çocuğa: “Hayır, hemen odana git, sokağa çıkamazsın” demek mi doğrudur; yoksa “hava karardığı için sokağa çıkman beni endişelendiriyor. Bu yüzden gitmeni istemiyorum ama, yarın erken saatte arkadaşlarınla birlikte olmana izin verebilirim.” demek mi doğrudur? Tabii ki ilk cümle sen iletilerini içerdiği için çocukta bir direnme ya da isyana yol açacaktır. Ancak ikinci cümlede duyguların ifadesi söz konusu olduğu için ben dilini kullanmak daha etkilidir. Çünkü ben dili davranışı değiştirme sorumluluğunu çocuğa devreder. SORUN ÇÖZME BECERİSİ Kızgınlık ve öfke duygusu, farkında olunan ya da olunmayan çatışmalardan kaynaklanır. Sadece kısa süreli duygusal gerginlikleri değil uzun süreli çatışmaları çözmek de, yaşamın önemli bir parçasını oluşturur.Çatışma değişik nedenlerden kaynaklanabiliyor çatışmaların çözümüne iki temel tutum içinde yaklaşılabilir. 1.Ben kazanacağım, o kaybedecek. (KAZAN / KAYBET) 2.Her ikimizin de sonuçtan memnun olması gerekir. (KAZAN / KAZAN ya da KAYBEDEN YOK ) yaklaşımları. Kazan / Kaybet Yaklaşımı İki kişiden biri varılan sonuçtan hoşnut kalmaz. Bu tutumda en güçlü olan, hileli davranan kazanır. Bu yöntem beraberinde karşılıklı ilişkilerde güvensizliği getirir. Karşısındakini kaybetme pahasına tartışma taraflardan birince kazanılır. Kaybeden Yok Yaklaşımı: Bir çatışma konusu ortaya çıktığı zaman, taraflardan her biri sadece kendi isteğinin yapılmasına olanak verecek bir çözümde ısrar edecek yerde, her ikisi de yaratıcı bir biçimde iki tarafı birden tatmin edecek bir çözüm yolu bulmaya çalışırlar. Çatışmayı çözebilecek değişik yollar düzenli bir biçimde gözden geçirilerek bu gerçekleştirilebilir. Sorun çözebilmek için kullanılabilecek aşamalar 1.Birinci aşama: ÇATIŞMAYI TANIYIN: Sizce sorun nedir? Bu konuda kendinizi nasıl hissediyorsunuz? Burada “BEN DİLİ” kullanmayı ve her ikinizi de memnun edecek bir çözüme ulaşma tutumu içinde olduğunuzu belirtmeyi ihmal etmeyin. 2.İkinci aşama: BİR ÇOK ÇÖZÜM YOLU ORTAYA KOYUN: beş yada on dakika gibi belirli bir zaman süresi içinde aklınıza gelen çözümleri. İyi ya da kötü, mümkün ya da değil gibi süzgeçlerden geçirmeden olduğu gibi ortaya koyun. Bu aşamada amaç sorunla ilgili olabildiği kadar çok sayıda çözüm yolunu bir liste halinde ifade edebilecek duruma gelmenizdir. 3.Üçüncü aşama: ÇÖZÜM YOLLARINI DEĞERLENDİRİN: Bu aşamada her çözüm yolunu değerlendirerek, bu çözüm yollarının her birinizi tatmin ettiğini tartışacaksınız. Bu evrede kişilerin dürüstçe düşüncelerini ifade etmeleri önemlidir. Bir çözüm tarzını istemediği halde karşısındaki memnun olsun diye kabul etmek, iki kişinin arasındaki ilişkinin sağlığı bakımından sakıncalıdır. 4.Dördüncü aşama: EN İYİ ÇÖZÜMDE ANLAŞIN: Şu ana dek bütün seçenekleri gözden geçirmiş bulunuyorsunuz. Şimdi her ikinizi de en çok tatmin edecek kararı verme durumudur bu karara ulaştıktan sonra çözümün ne anlama geldiği bir kez daha her iki kişi tarafından ifade edilir. 5.Beşinci aşama:ÇÖZÜMÜ UYGULAMAYA KOYUN: Bu evrede çözümün ayrıntılarını konuşmaya başlarsınız. Burada ayrıntılardan kastedilen, çözüm uygulamaya konduğunda her iki tarafça ne gibi uyarlamalar ve ayarlamalar yapılması gerektiğinin konuşulmasıdır. Çözüm bir planlamayı gerektiriyorsa hemen planlamaya başlayın. Burada üzerinde durulması gereken nokta çözümün uygulanmaya geçebilmesi için gerekli işlemlerin her iki kişi tarafından anlaşılmış olmasıdır. 6.Altıncı aşama: ÇÖZÜMÜ GÖZDEN GEÇİRME: Bir çözümün gerçekten uygulanabilir ve uygulanamaz olduğunu denemeden anlamak zordur. Çözümü bir süre uyguladıktan sonra gözden geçirmek üzere bir araya gelmekte büyük fayda var. Bu durumdan sonra çözüm tarzında bazı değişiklikler önerilebilir. Hatta öyle bir durum olabilir ki çözümü her iki taraf tatmin edici bulmayıp yeniden gözden geçirmek gereği duyulabilir. Önemli olan sorunun altında ezilmek yerine her iki tarafı da hoşnut edecek bir çözüme ulaşıncaya kadar yaratıcı bir biçimde sorunla uğraşmak yapıcı çözüm önerileri getirmektir. Zaten anlatılan tüm bu bilgiler yerine geldiğinde ilişkiler daha yapıcı olacak ve karşılıklı olarak birbirini anlama sözkonusu olacaktır.
1-AİLE FONKSİYONLARI 2-AİLE ÇEŞİTLERİ 3-AİLENİN ÇOCUĞA ETKİLERİ 4-TOPLUM VE AİLE ETKİLEŞİMİ ________________________________________ 1-AİLE FONKSİYONLARININ DEĞERLENDİRİLMESİ Aile , bireyin ve toplumun fonksiyonlarında en temel öğedir. Aile ,bireyin yaşamında çok önemli bir yer tutan beslenme , bakım , sevgi ihtiyacı , duygusal gelişim , psikolojik gelişim , eğitim ,kültürel değerleri kazanma , sağlıklı zeka gelişimini sürdürme gibi temel ihtiyaçlarını karşıladığı birincil yer ve çevredir. Aile üyeleri arasındaki ilişkiler ve aile ortamı , psikososyal yönden gelişen bireyin en çok etkileşime uğradığı yerdir. Bu ilişkiler , bireyin kendine güvenmesini , kendine ve diğer bireylere sevgi duymasını , kimlik kazanmasını , kişilik gelişimini , sosyal beceriler geliştirmesini ve topluma adaptasyon sürecini olanaklı hale getirir. Aile birliğinde , aileyi oluşturan bireyler birbirinden etkilenir . Bu durumu aynı vücutta bulunan organlara benzetebiliriz. Her yönden etkileşim içerisinde , bir bütün olarak, aileyi yaşayan bir organizma saymak yanlış olmaz. Organların birindeki arıza , diğer organların ritmini , işleyişini ve fonksiyonelliğini etkiler. Ailenin kendi içerisinde etkileşen bir sistem oluşu , bu yapı içerisinde , bu yapıyı oluşturan üyelerin bazı kurallara uyması zorunluluğunu getirir. Bu yapı içerisindeki her birey kurallara uymak , karşılıklı olarak rolleri üstlenmek ve mevcut yetkileri paylaşmak durumundadır. Aileyi bir organizma olarak ele almıştık. Bu organizmada bir denge hali söz konusudur. Aile bireylerinin etkileşim ve iletişimindeki problemler, rollerdeki karmaşa , yetkilerin yersiz ve yanlış kullanılması ,bu yapı içerisindeki kuralları çiğnemek , yerleşmiş olan mevcut dengeyi bozar. Kuralların çok aşırı katı ve çok aşırı esnek olmaması aileyi daha güçlü hale getirir. Kuralları çiğneyen bireye karşı ,diğer aile bireyleri ortak cephe alırlar. Kuralları çiğneyen aile bireyine , genelde diğer aile üyelerinin gösterdiği tepki , yanlışı yapan kişiyi yaptığı yanlıştan vazgeçirmeye çalışmak , görmezlikten gelmek , konuşmamak , pasif direniş göstermek , azarlamak , cezalandırmaya çalışmak , alay etmek gibi değişik reaksiyonlar şeklinde olabilir. Aile fonksiyonlarını ele alırken , evde yaşayan diğer üyeler , akraba ve arkadaş çevresi de bazı sorunların ortaya çıkmasına zemin hazırlayabilir . Aynı zamanda bu etkileşim sürecinde adı geçen bireyler, mevcut sorunların daha da ağır hale gelmesine, hatta bazen çozümsüz hale yaklaşmasına sebep olabilir. Bu durum geleneksel Türk aile yapısında sık bir şekilde görülebilir. Bu durumun telafisi veya hiç olmaması için ailenin tam fonksiyonel halde olması , kurallara uyulması , rollerde karmaşanın olmaması , iletişim ve etkileşimin yeterli olması gereklidir. Aile üyeleri içinde yetki paylaşımı vardır. Yetkiyi şu şekilde tanımlayabiliriz : Aile içindeki bir bireyin , diğer bir bireyin davranışını değiştirme gücüne sahip olmasıdır . Genelde aile içindeki ihtiyaçları ( ailenin maddi ihtiyaçları , sağlık gereksinimleri , sosyal faaliyetler , sevgi gereksinimi , vb) karşılayan üyenin yetki gücü daha fazladır. Bu yetki gücü durumu , kültürel ve toplumsal değerlerinde etkisi altındadır. Aile fonksiyonelliğinde , sağlıklı aile için bir diğer önemli husus , aileyi oluşturan bireylerin aile adına verilen kararlara katılmasıdır. Bu durumda herkesin makul derecede , ihtiyaç ve isteklerine saygı gösterilmesi çok büyük önem taşır.Bu durum karşılıklı güven ortamının devamını sağlar. Bir diğer önemli hususda şudur , aile içindeki bireylerin duygu ve düşüncelerini rahat bir şekilde ifade etmeleri ile ailenin sağlıklı fonksiyonları arasında çok büyük bir bağ olmasıdır. Sınırları kapalı , aileyi oluşturan bireylerin , duygu ve düşüncelerini rahat ifade etmemeleri ile herkesin kendi dünyasında yaşadığı bir aile yapısında ise bireylerde değişik sıkıntılar zamanla oluşmaya başlar . Bu sıkıntılar arasında , depresyon , endişe ve huzursuzluklar , düşmanlık duyguları , suçluluk hisleri gibi duygulara çok sık rastlanır . Sınırları açık ve herkesin rahatça kendini ifade edebildiği ailelerde ise bunun tam tersi olarak , iyi niyet , karşılıklı anlayış ve işbirliği , ortak düşünceler, birbiri için fedakarlık , birbirine karşı samimiyet ve sevgi , geleceğe güven ile bakma gibi durumlara rastlanır. Ailede iletişim ve bununla beraber etkileşim en önemli konudur. İletişimin olmadığı herhangi biz zaman yoktur. İki insan yan yana olduğunda , hiç konuşmamanın bile, bir anlamı vardır. Yanlış iletişim ve etkileşim durumu veya yetersiz iletişim durumu ailelerdeki sorunlara yol açan nedenlerin başında gelir. Aile bireyleri birbirleri ile sözlü yada jest ve mimikler ile anlaşırlar veya bu durumdaki aksama aileyi çok olumsuz etkiler. Ailedeki normal iletişim ve etkileşimi engelleyen faktörler: -Aileyi ve bireyleri ilgilendiren konular üzerinde , yüzeysel konuşma -Aşırı soru sorma, yersiz şüphe ve tereddütler -Yapay ilgi gösterme -Konuşma ve izah etme olmadan , karşı tarafın hareketlerini , düşüncelerini yorumlamaya ve tahmin etmeye çalışma -Geçmişteki üzücü ve tatsız olayların sık sık gündeme getirilmesi -Sorulan soruları cevapsız bırakma -Bireylere söz ile baskı kurmaya çalışma -Abartılı bir şekilde onaylama veya reddetme -Sık sık öneride bulunma veya kişisel düşünceleri kabule zorlama -Suçlama , eleştirme , olumsuz değerlendirmeler yapma -Emir verme , tehdit etme -Samimiyetten uzak kalma , yalan söyleme -Alay etme , küçük düşürmeye çalışma , fikirlere değer vermeme -Olayların olumsuz yönlerini çıkarmaya çalışma -Küçük hataları çok abartma -Fedakarlığı devamlı karşı taraftan bekleme -Ortak faaliyetlere gereken önemi vermeme -Karşıdakini ifade etme imkanı tanımama Bu şekilde iletişim ve etkileşim içinde bulunan aile yapısında bireyler arası iletişimde , karşıdaki kişiyi rahatsız etme , yüz kızartma , sert şekilde bakma , yüz buruşturma ,konuşmama , yalan söyleme gibi durumların gözükmesi olağandır. Unutulmamalı ki yaşayan her fert ; kendine özgü anlayışı , kişiliği , değer yapısı , entellektüel düzeyi , duygu ve düşünceleri , kimlik yapısı, yetişme tarzı , sosyokültürel statüsü ile yaşayan , hisseden , etkilenen biyopsikososyal bir bütündür . Bu durumda konuşulan her sözün , verilen her mesajın , her jest ve mimiğin iyi veya kötü manada karşıdaki kişide bir etki yaptığı kesindir. Aile üyeleri birbirinden aldıkları mesajlar ile kendilerini değerli veya değersiz , kendilerini güvende veya güvensiz hisseder. Bu durum onların psikososyal ve sosyokültürel konumlarını , işlevselliklerini ve ruhsal durumlarını etkiler. Sonuç olarak sağlıklı birey , sağlıklı ve bütünlüğü ile fonksiyonel aileyi oluşturacak , sağlıklı aile sağlıklı toplumu oluşturacaktır. 2-AİLE ÇEŞİTLERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ İdeal Aile: İster yalnız baba çalışsın , ister anne baba birlikte çalışsın ,ister se göç etmiş olsun , evde rol dağılımı ve yetkilerin ortak olduğu , kurallara sonuna kadar bağlı , ortak kararlarda ortak söz sahibi olan , birbirinin hak ve hukukuna saygılı , çocukları ve evdeki diğer bireyler ile her yönden yakından ilgili , kişilerin aile ortamında kendini huzurlu hissettiği , karşılıklı anlayış ve hoşgörü içerisinde yerleşmiş yapısı ile tamamen fonksiyonel olan aile yapısıdır. Sorunlu Olabilecek Aile Tipleri: 1-Babanın çalıştığı , daha çok ev hakkında annenin söz ve kurallarının geçerli olduğu , Çocuklarının bakımının tamamen anne üzerinde olduğu , babanın çoğu zaman çocukları ile mesafeli olduğu aile 2- Anne babanın deneyimsiz olması , genç yaşta evlenmeleri , istemeyerek çocuk sahibi olmaları , çocuk konusunda anlaşamamaları ve çeşitli nedenler ile sürekli anlaşmazlık göstermeleri ile kendini gösteren aile tipidir. 3- Anne ve baba daha çok kendi işleri ile yüklü , çocuk küçükse büyük anne baba veya dadıya bakımının bırakıldığı , büyükse kendi haline bırakılan aile tipidir. Bu durumda çocuktan sürekli düzen ve disiplin istendiği aile tipidir. 4-Aile daha çok atadan gelen geleneklere bağlıdır . Çocuğa davranışın önemi konusunda çok fazla bilgili olmayan aile yapısıdır. 5-Kırsal bölgelerden kente göç eden , sosyal , ekonomik ve uyum açısından bazı problemler ile karşılaşan aile yapısıdır. ANNE BABANIN VE AİLE ORTAMININ ÇOCUĞA ETKİLERİ Anne babanın ve aile ortamının çocuğun ilk doğduğu andan itibaren devam eden süreç içerisinde çocuğa etkisi büyük olmaktadır. Anne babanın kişilik yapıları , eğitim durumları , meslekleri , zeka düzeyleri , bedensel ve ruhsal hastalıkları , psikososyal durumları , sosyokültürel statüleri , yetişme tarzları ve kendi anne babalarından gördükleri muamele ,çocuğa yaklaşım tarzları , çocuk için ayırdıkları vakit vb. durumlar, çocuğu birinci planda etkiler.. Çocuğun bu türlü anne baba etkileşiminin yanı sıra, ailenin sosyoekonomik durumu, ailenin teknolojiden yararlanımı , ev ortamının yeterliliği ,ev ortamındaki huzur ve anlaşma durumu , yaşanılan şehir , evin bulunduğu sosyokültürel çevre, sosyal imkanlar, devletin sunduğu imkanlar , okul ve öğretmen durumu , akrabaların durumu ve konumu , sağlık hizmetlerinden yararlanma , iletişim ve medya araçlarının durumu ve buna benzer sayılmayacak kadar etken ile çocuk etlileşim içerisindedir . Bütün bu etkileşimler ile çocuğun psikososyal , sosyokültürel gelişim ve şekillenmesi sağlanır. Olumsuz mesajların ve iletişimin ailenin her bireyine , özellikle çocuklara etkisi çok fazladır. Unutulmamalı ki yaşayan ve gelişen bir psikososyal varlık olan çocuk ; konuşulan her sözden , her jest ve mimikten , her tavır ve durumdan , iyi veya kötü olarak etkilenecek ve bu etkilenme ile çocuğun kimlik , kişilik ve psikososyal yapısı şekillenecektir. İdeal davranış ve ideal aile ortamı çocuğun sağlıklı bedensel ve ruhsal gelişmesini sağlayacaktır. Aksi takdirde aile fonksiyonelliğindeki arızalar çocuklarda ve aile bireylerinde psikiyatrik rahatsızlıklar şeklinde kendini gösterecektir. Çocukların genel durumu aileden , çevre ve toplumdan kesinlikle etkilenecektir. Sağlıklı bireyler yetişmesi için fonksiyonel ailelere ihtiyaç vardır. Açının kollarını bu duruma örnek verebiliriz. Açının oluşma yerindeki açıklık ile sonundaki açıklık arasında büyük fark vardır. Yani çocukluktaki her yanlış veya doğru etki ileride kendini bir davranış , bir söz , bir tepki ile bir bütün içerisinde kendini gösterecektir. Hayatın temel kurallarından bir taneside etki tepki prensibidir. İyi veya kötü her etki o çeşitten bir tepki veya belirti olarak ortaya çıkacaktır. İsterseniz bazı etki tepki örnekleri verelim: Etki-1-:Çocuğu sevmek , değer vermek , kabul edip onaylamak , ailede güven ortamı oluşturmak, sevdiğini ve kabullendiği söz ve davranış olarak aktarmak , yeri geldiğinde sabırlı ve ilgili olmak Tepki-1-:Normal gelişim , kendine güven , insana ve topluma sevgi , başarılı bir sosyal adaptasyon Etki-2-:Çocuğu kabullenmemek , açıkça istememek ,bu durumu yeri geldiğinde söz ve davranışlar ile belli etmek , bazı gereksinimleri ( sevgi , bakım , gelişime ait , vb.) ihmal etmek Tepki-2-:Kendine , aileye ve topluma güvensizlik , sınırlı duygusal yapı , yalnızlığa ve suça eğilimli olma , aynı patolojik davranışı toplum içerisinde sergileme Etki-3-: Çok aşırı titiz olma , aşırı kıyaslama , sık sık eleştirilerde bulunma , hep daha iyisini isteme , başarılardan tatmin olmama ve onaylamama , uyumsuzluk içinde olma ,kendini ifade etmesine izin vermeme Tepki-3-: Çekingen , kararsız, başkaları tarafından yargılanma korkusu içinde bulunma , kendine güvensiz olma, kabiliyetleri ve becerileri olmasına karşın onları ortaya koyamama Etki-4-: Çok aşırı müdahaleci , çok aşırı koruyucu kollayıcı olma , çocuğun kendini ortaya koymasına izin vermeme , çocuğun yerine bazı görevleri üstlenme ,ona olduğu yaştan daha küçükmüş gibi muamelede bulunma , sınırları aşırı gevşetme, aşırı şımartma , kuralsızlık Tepki-4-:Kabiliyet ve becerileri gelişmemiş , sosyal gelişimi yetersiz , devamlı talepkar , başkalarına bağımlı , beklenen olgunluğa ulaşamamış , çok çabuk karşı gelme , sosyal çevresine adaptasyonda zorlanan , engellenmeye tahammülsüz olma TOPLUM VE AİLE ETKİLEŞİMİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ Aile toplumun en küçük yapı taşını oluşturur. Ailedeki sıkıntılar topluma , toplumdaki sıkıntılar aileye yansır . Sağlıklı toplumu , sağlıklı aileler oluşturur. Ailenin sosyokültürel durumu , toplumun sosyokültürel durumunu belirler.Toplum ve aile sürekli iyi veya kötü etklileşim içerisindedir. Aile toplum etkileşimi sağlıklı olmaz ise ailede ve toplumda bazı sıkıntılar oluşabilir. Aile, içinde bulunduğu toplumun durumuna göre şekillenir. Toplumun ve ailenin yapısına etki eden bir diğer noktada devletin topluma ve aileye sunduğu sosyokültürel imkanlardır. Bu imkanların bol olduğu toplumlarda bazı sıkıntıların oluşmasının önüne geçilmiş olur. Devletin sunduğu imkanların yetersizliği veya toplumdaki sosyoekonomik ve sosyokültürel sıkıntılar toplum ile beraber aileyi de etkileyecektir. Toplumu ve aileyi , özellikle de çocukları etkileyen bir diğer etkende medyadır. Medyanın iyi ve kötü yönde bir çok etkisi bulunmaktadır. Medyanın zararlı etkilerinden ailenin ve aileyi oluşturan bireylerin korunması gerekir.Bunun içinde aileyi oluşturan bireylerin bilinçli olması gerekmektedir. Unutmayınız ki bazı zararları oluşmadan önlemek mümkündür. Toplum içerisinde infonksiyonel ailelere müdahalede bulunacak , onların her türlü sorunları ile ilgilenecek , yeri geldiğinde sosyoekonomik destek sağlayacak , organize ve yetkileri devlet tarafından desteklenmiş , tecrübeli ekiplerin bir arada olduğu , kamu birimlerine ihtiyaç vardır. Toplum aile etkileşimi hemen her konuda mümkün olmaktadır. İdeal toplumun kurulması , sağlıklı bireylerin oluşturduğu aileler ile mümkün olduğuna göre , ideal toplum için, ideal aile yapısı , ideal aile fonksiyonelliği , aile psikiyatrisi her geçen gün daha da önem kazanmaktadır. Bu konuda geniş çaplı çalışma, profesyonel ve tecrübeli ekiplere, bilimsel verilere ihtiyaç vardır.
Terapi Nasıl Yapılır:  İlk Seansta : Terapist veya danışman terapinin amacını, katılan üyelerin (ana-baba ve gerekirse çocuklar) sorumluluklarını (birbirlerini dinleme- göz iletişimi kurarak birbirlerine hitap etmeleri gibi) belirtir.Bu seansta grup bilinci üzerinde durulur. Grup suresince üyeler birbirleriyle acık ve dürüst bir iletişim içerisinde olmalı, sorunlara odaklanmalı, birbirlerini suçlamaktan kaçınmalıdırlar. Aile terapisine eslerin beraber katılması önerilir, seansların sıklığı sorunların içeriğine göre değişebilir. Terapide gizlilik esastır. Diğer bir deyişle terapist aile üyelerinden biri ile yapacağı görüşmeyi o üyenin izni olmadıkça diğerleri ile paylaşamaz.  Birbirlerini dinleme, göz iletişimi kurarak birbirlerine hitap etme, gizlilik ilkesine uyma terapi ortamında birbirleriyle açık ve dürüst bir iletişim içerisinde olmaları gibi bir iletişim ortamı hazırlanmalıdır.  Terapistin en önemli işlevlerinden biri de duygusal boşalımı sağlaması ve üyeler arasında var ise “bitirilmemiş isleri” gündeme getirmesidir. Terapist aile üyelerinin birbirlerine karşı olan olumsuz tutum ve duygularını ifade etmeleri, birbirlerine karsı anlayış geliştirmelerine de yardımcı olur.  Önemli olan çekirdek aile değil, aile ile sürekli iletişim ve etkileşim halinde olan bireylerinde aile terapisinde bulunmasıdır. Aile tüm olarak ele alınır. Sorun bireysel değil ailenindir.  Terapist yönlendiricidir.  Terapinin hedefi: Aile içindeki bireyin değişimini değil daha çok ailenin yapısını ve aile içindeki bireylerin birbirleriyle iletişim biçimlerini değiştirmektir. Terapinin amacı aile üyelerinin davranışlarını daha olumlu kılmak, üyeler arasındaki iletişimi geliştirmek ve sorunlara kalıcı çözümler bulmak olduğu için, terapist bir takım teknikler kullanır.  Bireylerin gösterdiği belirtiler önemli değildir. Terapist aile bireyleri arasındaki ilişkileri ele alır. Aile üyeleri arasında daha fazla yakınlaşma, işbirliği ve duygusal paylaşım sağlanmış ise terapi amacına ulaşmış sayılır.  Aile Terapisi Ne Zaman yapılır : Varolan veya ortaya çıkan sorunlar aile sistemini etkiliyorsa, Hasta ve terapist birlikte buna karar verirlerse, yani aile terapisini kabul ettiklerinde. Günümüzde Bu Konuda 3 Büyük Yaklaşım vardır. • Psikodinamik yaklaşım • İletişimsel yaklaşım • Yapısal yaklaşım  Psikodinamik yaklaşım: Aile üyelerinin her birinin psikolojik yapısı ile ilgilenir. HER aile üyesinin kendisi ve ailenin diğer üyeleri hakkında içgoru ve anlayış kazanmasıyla sorunların giderileceğine inanır.  İletişimsel yaklaşımda ise, aile terapistleri, karşılıklı etkileşimin nasıl olduğu üzerine odaklanırlar. Tezleri, bütün davranışların iletişimsel olduğu ve de bu iletişim dilinde yönetme, otorite kurma ve karşılıklı ilişkinin varlığı seklindedir… Onlara göre insan ilişkileri satranca benzer, kuralara vardır, kurallar hareketin düzenleyicisidir. Aileyi de bu bağlamda irdelerler.  Yapısal yaklaşımda, aile içindeki etkileşimin nerede olduğu üzerinde durulur. Yani, aile sisteminin sunduğu dinamiklere ve bu sistem içinde yer alan elementlere dikkat çekilir. Üç çocuk ve ebeveynlerden oluşan bir ailede ebeveynlerin alt sistemi ve çocukların alt sistemleri arasında bir sinir vardır Esler Arası İletişim Problemleri:  Yapılan bir araştırmaya göre esler arasında sürekli ve ciddi sorun yaratan konular şöyledir: Kadın kocasına boyun eğmek zorunda kalmaktadır. Oysa sağlıklı bir beraberlik eşit güçler arasında süregelen bir ilişkidir. Evlilik surecinde koca karisinin kişiliğinin gelişimini engellemektedir. Oysa evlilik ilişkisi içinde her iki kişiliğinde gelişme ve değişme hakki vardır.Esler birbirlerine bu konuda destek olmalı ve birbirlerini değişim için teşvik etmelidirler. Esler arasında duygu alışverişi çok azdır. Oysa, eslerin önce kendi duygu ve düşüncelerini anlamaya çalışmaları sonra da birbirlerine bunu ifade etmeleri gerekir.Siz kendinizi anlatamıyorsanız, kimse sizi anlamak zorunda değildir, unutmayınız. Birikimler patlamaya yol açmaktadır. Bastırılan, içe atılan sorun ve kırgınlıklar, esler arasında sakince tartışılarak irdelenmediğinden, bir an geliyor ki, patlamalar, krizler kavgalar meydana geliyor. Oysa, sorunlarınızı biriktirmeden sıcağı sıcağına tartışmanız, birbirinizi anlayışla dinlemeniz, ortak bir çözüm yolunda uzlaşmanız, ilişkinizin niteliği acısından önemlidir. Eslerden biri diğerini rahatsız edecek bir şekilde kıskanmaktadır. Kıskançlık tekelci bir anlayıştadır. Kıskanç kişi çoğu kez içindeki boşluğu ve bu boşluktaki aşağılık duygusunu örtmeye çalışmaktadır. Kıskançlık, buyurganlığın çok belirgin bir biçimi olup, her zaman psikolojik bir zayıflık işaretidir. Oysa, esinizi kıskanmak yerine ona güvenip onunla gurur duymalısınız. Unutmayın diktatörleri kimse sevmez. Eslerden biri diğerini aldatmaktadır. Evlilikte ihanet, birlikteliği onarılmaz biçimde zedeler. İhaneti affettiğini söyleyen esler, gerçekte bunu başaramamakta, içlerine atmakta, farkında olmadan karsı tarafa kinleşmektedir. İhanetin söz konusu olduğu evlilikler zoraki beraberliklere dönüşür ve zamanla da biter
Son yıllarda evlilik terapisine başvuran çiftlerin sayısı sürekli artmaktadır. Terapiye başvurular; ilişkinin kopma noktasına geldiği çiftler veya ilişkinin artık anlam ifade etmediği hatta zorladığı kadınlar tarafından yapılmaktadır. “Evliliğimizde sorun var`, “İlişkimizde problem var“diye başvuranların yanında, asıl sorunu örterek; depresyon, psikosomatik şikayetler, ve fobik reaksiyonlarla terapiste başvuranlara da sıklıkla rastlanmaktadır. Bazı çiftlerin terapiste başvurma amaçları; ilişkilerini, evliliklerini kurtarmaktır. Hem terapi ortamı, hem de terapist evliliğin bitmesine ya da devam etmesine karar veremez. Terapi ortamı; İletişimi açık ve net hale sokan, üçüncü bir kişinin (terapist) yardımıyla karşılıklı anlaşılabilir konuşmayı öğreten, kişinin olaylara tek yön olan bakış açısını zenginleştiren, kendinin farkındalığını sağlayan bir ortamdır. Bu ortamdan yeteri derecede faydalanabilmek yinede çiftlerin kendilerine bağlıdır. Terapinin amacı iletişimi sağlıklı hale getirmektir. Bir ilişkinin sağlıklı şekilde devam etmesi, çiftlerin uzlaşmazlıklarını çözebilme yeteneğine ve isteğine bağlıdır. Çiftler arasında ilişkinin sorun haline geldiği durumlarda şu cümleler sıklıkla kullanılmaya başlamıştır artık. “Beni sen hiç anlamıyorsun. ” “Ben kendimi sana anlatamıyorum. ” “Sen önceden böyle değildin, çok değiştin. ” “Sen hep böylesin. ” “Hiç değişmeyeceksin” “Artık senin bu kadar duyarsız olmana dayanamıyorum” Çiftlerde ortaya çıkan sorunlar, aslında problem diye görülmeye başladığı zamandan daha önce den de vardır. Fakat yaşam döngüsünün çeşitli devrelerinde(evlilik, çocukların doğumu, çocukların okulu, eşlerin iş-meslek rolleri, geleceği yapılandırma)çiftler belirli amaçlar üzerine odaklaşırlar. Böylece ilişkinin yürümesini engelleyen “şeyleri” göremez ya da görse de farketmemeye, farketse de bir süre sonra bunun değişeceğine kendini inandurmaya çalışır. Fakat bu yaşam döngüs<ü içinde ani ve büyük değişimler, zorlanmalar, kayıplar ve bu döngünün oturtulmasıyla, kişiler o ana kadar belki de hiç yapmadıkları, yada bazen düşündüğü hatta bazen deneyime geçirdiği "kendinin farkındalığı" üzerine yoğunlaşmaya başlar. Ben neyim? ne oluyor? ne istiyorum gibi kendine yönelik sorular sormaya başlar. Farkına varmaktan kaçındığı "şeyler" üzerine gidip onları araştırmaya, çözümlemeye çalışır. İlişkinin bileşenleri olan üçlü; kominikasyon-güç-duygu o anda gerçek sorunlar olarak görülmeye başlanır. İlişkide o ana kadar çıkıp da başedilen sorunlar bir anda üstesinden gelinemez bir hal almaya başlar. Çatışmalar, aşağılamalar, tehditler. ve "sen" çatışması ortaya çıkar. İlişkinin tanımını yapacak olursak;özel belirli bir bağlamda kişiler arasında oluşan duygu ve düşünce, davranışlarda şekillenen bir mesaj iletimi, daha da ötesi arzu, istek ve ihtiyaçların cevap bulmasına yönelik bir alışveriştir. İlişkinin olması için iki kişinin olması ne kadar olmazsa olmaz bir kuralsa, ilişkide hangi kontekstin geçerli olduğu konusunda o kadar önemlidir. İlişkinin şekillendirilmesi; belirli bir durum, ortam dahilinde olmalıdır. Eşlerden birinin sevgisini ifade etme şekli diğerinde sevgi değil de öfke, kızgınlık şeklinde algılanabilir. İlişkide önemli olan bir noktada "burada ve şimdi" dir. Kişiler arası ilişkilerde, kişilerin çevrelerindeki üçüncü ve dördüncü kişiler (anne, kayınvalide, baba, arkadaş) tarafından ilişkiye yandan müdahale yapılacağı gibi, bir profesyonel (terapist) tarafından da terapötik müdahaleler yapılabilir. Gerçek yaşamda ilişkilerde belirlemeler, tanımlamalar ve yorumlar olduğu müddetçe, müdahaleler her zaman bir şekilde vardır. Fakat bir problem yaşandığında:kişilerin "eylem kapıları yapılanmış" olması veya "sonu gelmeyen oyunlar"söz konusu olduğunda, sistemin dışından bir kişinin müdahalesine gereksinim vardır. Çünkü sistemin devam etmesi için, sistemin kurallarının değişmesi gerekmektedir. Sistemi değiştirmek, o sistem içindeyken olası değildir. Ancak dışardan birisi(terapist)sisteme ihtiyacı olanı verebilir "Kuralların değişmesi" "Yeniden çerçeveleme" çift-aile terapisinde en temel müdahale tekniklerinden biridir. Böylece danışanın olaylara ait olan şemasını değiştirerek(farklı bakış açısı sunarak)daha fazla seçenek sahibi olmasını ve duygularının daha az ayağına dolaşmasını sağlamaktır. Örnek1: Kadın"Eşim benim bu durumuma karşı o kadar duyarsız ki" Terapist "Belkide eşiniz bu şekilde kendini acıdan koruyor olabilir. "Erkek "Aslında eşimin bu sorunu karşısında kendimi çaresiz hissediyorum, çok üzülüyorum, ne yapacağımı bilemiyorum. Örnek2: Erkek:"Eşim sürekli zırzır ağlar, onun tartışma anında ağlaması beni daha da kırıyor, bağırıp, çağırıp kapıyı vurup gidiyorum. Terapist:"Eşiniz dile getiremediği duygularını, acısını ancak ağlayarak ifade etmeye çalışıyor. Çelişkinin iyisi-kötüsü yoktur, gerçeği vardır. İlişkide rahatsızlığın olması, rahatsızlık veren olgunun ortadan kalkmasıyla düzelmiyor. Çünkü asıl olan ilişkidir. Yardım isteği ile başvuran çiftlerden biri "ben boşanmak istemiyorum veya ben boşanmak istiyorum" isteğiyle geldiğinde, ilk müdahalemiz ;boşanmak için ilişkinin düzelmesinin gerektiği çünkü burada sorunun, ilişkinin aslı olduğunu söylemektir. Sorunlu ilişkilerde boşanmak;ağızdan kolayca çıkan basit bir çözüm olarak gelsede gerçeğe yakınlaştıkça, uzaklaşılan ve alınması zor bir karar haline gelmektedir. Çiftlerde, terapide kullanılan ilk önerilerden biri;ilişkinin bir süre askıya alınmasıdır(askı modeli). 15 gün süre ile asla yüz yüze görüşme yapılmaması, telefonla konuşulmaması, ayrı yerlerde yaşama ve bu sürede varlıklarından bile haberdar olunmaması önerildiğinde, buna "boşanmak en iyi çözüm "diye yaklaşan çiftlerde dahi ilk tepki red etme olabilmektedir. Çift terapisine başvuranların çoğunluğunu kadınların oluşturduğu ve bir kısım eşlerin terapiye sıcak bakmadıkları göz ardı edilmeyecek bir gerçektir. Terapiye her iki tarafında katılması sonuç almayı kolaylaştırdığı gibi terapi süresinide kısaltır. Fakat çok önemli olan bir gerçekte, ilişkide magdur olan bireyin; (çoğunluğu kadın) tek başına yapacağı terapi yolculuğunda hem ilişki adına hem de kendi adına çok yol katedebileceğidir. İLİŞKİ BİR ALIŞVERİŞTİR VE BUNDA ŞİMDİ ÖNEMLİDİR.
Aile üyeleri arasında karşılıklı etkileşim ve ailede yaşanan değişiklikler bireylerin her birinin ruh sağlığına ve sosyal uyumuna etki eder. Bozulan uyumu yeniden sağlamada aile terapilerinden yararlanıyoruz. İki durumda aile terapisi kullanıyoruz: – Aile üyelerinden birinin ruh sağlığında problem olduğunda, – Aile üyeleri arasındaki ilişkide bir problem olduğunda Örnek verecek olursak; cinsel uyum bozukluğu veya evlilik sorunları olan ailelerde ile terapisinden oldukça yaralı sonuçlar almaktayız. Bunun yanı sıra ailedeki bireylerden birinin herhangi bir psikolojik ya da psikiyatrik sorunu olduğunda, örneğin madde bağımlılığı olan yetişkinlerin tedavisinde, kişiyle yapılan bireysel görüşmelere ek olarak aile terapisinden de yardımcı teknik olarak faydalanıyoruz. Çocuk ve gençlerde görülen problemlerin çoğu ya aile içi ilişkilerden kaynaklanmaktadır ya da ailenin uygun yaklaşımıyla daha hızlı çözülebilmektedir. Bu nedenle çocuk ve gençlerde görülen problemlerin çözümünde bireysel terapiler yanında aile terapilerinden de yararlanıyoruz. Bunun dışında günlük yaşamın akışı içerisinde sağlıklı ailelerde de zaman zaman iniş çıkışlar yaşanabilmekte, bazen gündelik yaşam sorunları yanlış ele alındığı için çıkmaza girip çözümlenemez hale gelebilmektedir. Örnek verecek olursak; hafta sonunun nasıl geçirileceği, kimin akrabası veya arkadaşıyla ne sıklıkta görüşüleceği, paranın ne kadar ya da nereye harcanacağı, çocuğun hangi okula gideceği, hangi üniversiteyi tercih edeceği… vb. problemler hemen her ailenin karşılaştığı şu ya da bu şekilde çözümlediği problemlerdir. Ne var ki bazen bu tür güçlükler yanlış ele alındıkları için içinden çıkılmaz bir hale gelebilmekte ilişki ve iletişim problemine dönüşebilmektedir. Bu tür problem durumlarıyla da kişiler aile terapilerine baş vurabiliyorlar. Aile terapisinde karşılaştığımız güçlükler: Aile terapilerinde bazen aile üyelerinden biri veya her biri yaşanan problemden sorumlu tutulacağı endişesiyle gelir. Halbuki terapist hakem ya da hakim değildir. Terapi süreci içerisinde aile üyeleri kendilerinin eleştirilmediğini, yargılanmadığını veya kontrol edilmediklerini gördüklerinde rahatlıyor ve çalışmaya daha olumlu bir şekilde katılıyorlar.Bazen de aile üyelerinden birinin “insan sorunlarını kendisi çözmeli” gibi bir düşünceyle gelmeyi tümüyle reddettiği oluyor. Gerçekte terapist ne tür değişiklikler yapılmasına karar verecek kişi değildir. Aile üyeleri içinde bulundukları şartları en iyi kendileri bilirler, bu sebeple karşılaştıkları problemleri nasıl çözeceklerine de en iyi kendileri karar verebilirler. Terapistin görevi, aile üyelerinin bulundukları şartlar içinde yapılabilecek değişiklikleri objektif bir şekilde görmelerini sağlamak ve takip edecekleri yolu belirlemelerine yardımcı olmaktır. Aile terapisinde amaç; aile içi çatışmaları ve psikolojik problemleri önlemek için aile üyelerinin birbirlerini daha iyi anlaması sağlamak, iletişim çatışmalarını önlemek ve problem çözme becerileri geliştirmelerine yardımcı olmaktır. Son Söz/ Dikkat: Aile içinde yaşanan bir problemi çözmek için denediğiniz bütün yöntemler işe yaramadıysa, ısrarla işe yaramayan bu çözümleri sürdürmemelisiniz. Denediğiniz yöntemleri gözden geçirerek en azından neyin işe yaramadığını, neyi yapmamanız gerektiğini görebilirsiniz. Ne yapılacağına karar verilemediği durumlarda ise problemin daha da büyümesini beklemeden yardım almak en iyisidir.
KİŞİLERARASI İLİŞKİLERİN IŞIĞINDA KAYGI VE ÇATIŞMALARIN GİDERİLMESİ ALGININ- İÇGÖRÜNÜN ARTIRILMASI VE DİĞER DUYGUSAL GERİLİMLER İÇİN AİLE ÜYELERİ İLE İŞBİRLİĞİ KURULMASI İÇ VE DIŞ KRİZLERE KARŞI AİLENİN DAYANIKLILIĞINI ARTIRMAK NESİLLER VE CİNSLERARASI İLİŞİKİLERİN ARTIRILMASI, DÜZELTİLMESİ AİLENİ DEĞELERİNE VE SAĞLIĞA DOĞRU YÖNLENDİRİLMELERİ Terapinin karakteristik noktalari sunlardir: Semptomları ile birey geniş bir sisteme aittir. Tedavi modelinin sonucuna bakmaksızın, geniş sistem aile ,bireyin biyolojisini tespit etmede tanısal odaktır. (Yani aile üyelerinde psikogenetik etkiler nelerdir?) Tedavi planı tüm aile isteminin yapısını değiştirmeli ve davranışları düzeltebilmelidir. Aile Terapisi Ne Zaman Gerekir? Aile terapisi daima hastanın sorunlarına cevap vermez. Gerekli olduğu durumları 3 madde altında toplayabiliriz: Tedavi için gonderilen birey, aile ile aynı evde yaşıyorsa veya aile ile ilişikileri devam ediyorsa, Varolan veya ortaya çıkan sorunlar aile sistemini etkiliyorsa, Hasta ve terapist birlikte buna karar verirlerse, yani aile terapisini kabul ettiklerinde. Aile Terapisinin Ozellikleri Aile terapisi problemlere, aile uyelerinin bireysel problemleri olarak degil, sistemin problemi olarak bakar.Tedavide ailenin tek uyesi irdelensede tedavinin odak noktasi aile sistemidir. Terapinin hedefi aile icindeki bireyin degisimini degil daha cok ailenin yapisini ve aile icindeki bireylerin birbirleriyle iletisim bicimlerini degistirmektir. Bu terapinin uygulama alanlari, davranis bozuklugu gosteren kisilerdir.ancak bireysel terapi ile farklari vardir.Bþireysel terapi hasta ile terapistin etkilesimini onemser, hasta ile sosyal cevresi arasindaki etkilesime aldirmaz,Bireysel terapinin odak noktalari, icgoru, hastanin gecmisi iken, aile terapisinde odak noktalari, aile ici etkilesi, güç noktalari ve catismalarin hedefidir. Aile Terapisindeki Yaklasimlar Gunumuzde bu konuda 3 buyuk yaklasimdan bahsedebiliriz.. Psikodinamik yaklasim Iletisimsel yaklasim Yapisal yaklasim psikodinamik yaklasim aile uyelerinin her birinin psikolojik yapisi ile ilgilenir.HER aile uyesinin kendisi ve ailenin diger uyeleri hakkinda icgoru ve anlayis kazanmasiyla sorunlarin giderilecegine inanir. Iletisimsel yaklasimda ise, aile terapistleri, karsilikli etkilesimin nasil oldugu uzerine odaklanirlar.tezleri, butun davranislarin iletisimsel oldugu ve de bu iletisim dilinde yonetme, otorite kurma ve karsilikli iliskinin varligi seklindedir..onlara gore insan iliskileri satranca benzer, kurallra vardir, kurallar hareketin duzenleyicisidir..aile yide bu baglamda irdelerler. Yapisal yaklasimda , aile icindeki etkilesimin nerede oldugu uzerinde durulur..yani, aile sisteminin sundugu dinamiklere ve bu sistem icinde yer alan elementlere dikkat cekilir..uc cocuk ve ebeveynlerden olusan bir ailede ebevynlerin alt sistemi ve cocuklarin alt sistemleri arasinda bir sinir vardir Aile Terapisinde Neler Olur? ilk seansta :Terapist veya danisman terapinin amacini, katilan uyelerin {ana-baba ve gerekirse cocuklar} sorumluluklarini {birbirlerini dinleme- goz iletisimi kurarak birbirlerine hitap etmeleri gibi} belirtir.Bu seanstta grup bilinci uzerinfe durulur. Grup suresince uyeler birbirleriyle acik ve durust bir iletisim icerisinde olmali, sorunlara odaklanmali, birbirlerini suclamaktan kacinmalidirlar. Aile terapisine eslerin beraber katilmasi onerilir, seanslarin sikligi sorunlarin icerigine gore degisebilir. Terapide gizlilik esastir.Diger bir deyisle terapist aile uyelerinden biri ile yapacagi gorusmeyi o uyenin izni olmadikca digerleri ile paylasamaz. Terapinin amaci : Aile uyelerinin davranislarini daha olumlu kilmak, uyeler arasindaki iletisimi gelistirmek ve sorunlara kalici cozumler bulmak oldugu icin, terapist bir takim teknikler kullanir. Terapi suresince aile uyelerinin de bir takim odevleri olcaktir.Ornegin, herhangi bir seans sonunda terapist tarafindan uyelere bir sonraki seansa kadar yapmalari gereken odevler verilebilir. Terapistin en onemli islevlerinden biri de duygusal bosalimi saglamasi ve uyeler arasinda var ise “bitirilmemis isleri” gundeme getirmesidir. Aile uyelerinin birbirlerine karsi olan olumsuz tutum ve duygularini ifade etmeleri, birbirlerine karsi anlayis gelistirmelerine de yardimci olur. Aile uyeleri arasinda daha fazla yakinlasma, isbirligi ve duygusal paylasim saglanmis ise terapi amacina ulasmis sayilir. Unutmayiniz ki mutluluk icin standart receteler yoktur. Ve her ailenin huzurlu bir yasam icin ihtiyac duydugu etmenler farklidir Bir Ailenin Yasam EvreleriI BEBEK AILE: Bu durum ilk gebelikle baslar, cocugun 5 yaslarina gelmesine dek surer..ciftin ozellikle annenin ilgisi bebege yonlendirildiginden erkek kendini ihmal edilmis hisseder, kadin da cocugun kendisini eve bagladigini ve kocasinin gozunun disarda olabilecegini dusunur. Anababa ve cocuktan olusan aile ucgeninde duygusal dengeyi surdurmek ve cocugun gelisimi icin gerekli ortami saglamak icin eslerin birbirlerine karsi empatik davranmalari gerekmektedir.. OKUL ONCESI DURUMDA AILE: Çocugun okula baslayacagidonemdir.bu donemde aile cocugun gelisimi ile ilgilidir.Cocugun gelismesinde ailenin diger bireylerinin sorunlarla mucadele ederken gosterdikleri tepkiler aile icindeki iletisimi etkiler. OKUL CAGINDA AILE:Cocugun okula baslamasindan ergenlige kadar surer.cocuk okula gider anne ise calýsmaya donerek “Ev kadini” sendromundan kurtulabilir. Ilgi alanlari farklilastigindan, aile duzenin korumak zorlasir.ciftler acik ve durust davranirlarsa. Sorun cozumunde kacamak yollara basvurmadan soruna odaklanirlarsa, evlilik daha saglamlasir… ERISKIN AILE:Bu donem gencin aileden koptugu donemi icerir.Bu kopus ayni zamanda yeni bir baslangictir.Ciftin yasaminda, cocuklarinin aileden ayrilmasiyla bir yalnizlik basgosterir.Erkekte cinsel istek azalmasi, kadinda fiziksel sikintilar ve hormonal problemler sonucu problemler basgosteriri.ancak pek cok kadinda bu donemde cinsel istek artisi gorulur.Bu donemde ciftler yeni ilgi alanalrina ve arayislara yonelebilirler Esler Arasi Iletisim Problemleri Yapilan bir arastirmaya gore esler arasinda surekli ve ciddi sorun yaratan konular soyledir: Kadin kocasina boyun egmek zorunda kalmaktadir. Oysa saglikli bir beraberlik esit gucler arasinda suregelen bir iliskidir. Evlilik surecinde koca karisinin kisiliginin gelisimini engellemektedir. Oysa evlilik iliskisi icinde her iki kisiliginde gelisme ve degisme hakki vardir.Esler birbirlerine bu konuda destek olmali ve birbirlerini degisim icin tesvik etmelidirler. Esler arasinda duygu alisverisi cok azdir. Oysa, eslerin once kendi duygu ve dusuncelerini anlamaya calismalari sonra da birbirlerine bunu ifade etmeleri gerekir.Siz kendinizi anlatamiyorsaniz, kimse sizi anlamak zorunda degildir, unutmayiniz. Birikimler patlamaya yol acmaktadir. Bastirilan, ice atilan sorun ve kirginliklar, esler arasinda sakince tartisilarak irdelenmediginden, bir an geliyor ki, patlamalar, krizler kavgalar meydana geliyor. Oysa, sorunlarinizi biriktirmeden sicagi sicagina tartismaniz, birbirinizi anlayisla dinlemeniz, ortak bir cozum yolunda uzlasmaniz, iliskinizin niteligi acisindan onemlidir. Eslerden biri digerini rahatsiz edecek bir sekilde kiskanmaktadir. Kiskanclik tekelci bir anlayistirr. Kiskanc kisi cogu kez icindeki boslugu ve bu bosluktaki asagilik duygusunu ortmeye calismaktadir. Kiskanclik, buyurganligin cok belirgin bir bicimi olup, her zaman psikolojik bir zayiflik isaretidir. Oysa, esinizi kiskanmak yerine ona guvenip onunla gurur duymalisiniz. Unutmayin diktatorleri kimse sevmez. Eslerden biri digerini aldatmaktadir. Evlilikte ihanet, birlikteligi onarilmaz bicimde zedeler. Ihaneti affettigini soyleyen esler, gercekte bunu basaramamakta, iclerine atmakta, farkinda olmadan karsi tarafr kinlenmektedir. Ihanetin soz konusu oldugu evlilikler zoraki beraberliklere donusur ve zamanla da biter Eslerarasi Iletisim Problemleri konusunun cozumunde asagidaki turde yaklasimlarda bulunmak yararli olabilir : Kari koca olarak iliskinizin aksayan yonlerini, olumlu ve olumsuz yanlarini tespit ediniz. Ancak unutmayiniz ki birinizin onemsedigi sorun digeriniz icin onemsiz olabilir. Once her ikiniz icinde onemli olan sorunlar uzerinde durunuz. Bir toplulukta esinizi elestirmekten kacininiz. Elestirilerinizi yalniz kalinca yapiniz. Evliliginizde her seyi tek basiniza kontrol edemezsiniz. Kontrol etmek istediginiz alanlar konusunda esinizle isbirligine variniz. Birbirinizin varligini onemseyerek bunu birbirinize ifade ediniz. Cinsellikle ilgili beklenti ve dusuncelerinizi esinizle acik bir dille konusunuz. Her konuda anlasmak zorunda degilsiniz. Farkli kisilikler tasidiginizi bilmeniz gerekir. Uzlasamama olasiligini da goz onune aliniz Ikinci Evliligi Yapmadan Once Uzmanlar, ister ilk evlilikte, ister ikinci de olsun ciftlerin ayni hatalara düsme egilimi gosterdiklerini vurguluyorlar.Unutulmamalidir ki , çatisma iliskilerin kacinilmaz bir bölümüdür.Ancak pek cok kisi evlilik catismalari ile nasil bas edecegini bilemez. Problem çözme becerisine güvenemeyen kisiler, evlilik catismalari karsisinda hemen alarma gecerek evlilik veya es de “suç arama” oyununa basliyor.Oysa ki bu oyuna baslamadan önce, problemlerle bas etme becerimizi gelistirmeyi denesek daha kazancli cikacagiz. Ikinci bir es secerken genelde ilk esin tam tersi özellikler ve egilimler aranir. J.Larson, ilk esleri tarafindan aldatilanlarin ikinci bir evlilikten önce iclerindeki aciyi dindirebilmek icin en az 1-2 sene beklemelerini öneriyor. Stahmann ise, ikinci evliligin basarili olabilmesi icin, ciftlerin eski iliskilerini irdelemelerini; beklentilerini, ümitlerini ve hayallerini saptayarak, nerelerde yanilgiya düstüklerini tespit etmelerini öneriyor. Ikinci bir evlilikte aile ortaminda eslerin ilk evliliklerinden olan cocuklarinda olacagi hesaba katilmali.. Ikinci evlilik yapacak olanlara bir uyari da su yönde::: “Aile ve arkadaslarinizi dinleyin!” Çünkü onlar sizin kim oldugunuzu ve evliyken nasil davrandiginizi bilirler…(Güncel Psikoloji Dergisi, sayi:2 Faydalanilan kaynaklar: : Iletisim. Jay Haley Istanbul:Cark Kitabevi,1982 Evlilik Raporu. Kurban Ozugurlu. Istanbul:Altin Kitaplar,1990 Aile terapisi…klinik psikoloji ders notlari..hacettepe universitesi..ankara Onerilen kaynak: Hasta Aile. H.E. Richter. Yaprak Yayinlari. İstanbul, 1996
Günlük yaşamımızda, annemiz, babamız, kardeşimiz, eşimiz, çocuğumuz, kısacası ailemizin üyeleriyle sürekli iletişim içindeyiz. Bu iletişim süreci içerisinde, aileyi veya tek tek bireyleri ilgilendiren konuları her zaman konuşuruz. Ancak bu konuşmalar genellikle, her bir konuyu çeşitli yönleriyle ve herkesin fikrinin yer aldığı demokratik bir tarzda ele almaktan uzaktır. Çoğu ailede bu konuşmalar, bir görüş alışverişi ve bunun sonucunda bir karara varmaktan çok, üyelerden birinin, genellikle de anne/babanın çocuklarıyla ilgili konularda aldığı kararları çocuğa bildirmesi şeklindedir. Böylesi durumlarda, görüşünü dile getiremeyen ve alınan karara uymak zorunda kalan birey kendisini baskı altında hisseder. Bu, aile üyeleri arasındaki sıcak ilişkiyi bozar, ve baskılanan kişinin özgüvenini zedeler. Ayrıca, sorunun çözümü de güçleşir, çünkü kararda söz sahibi olmayan üye, doğaldır ki, benimsemediği bir çözüm için yeterince uğraşmayacaktır. Durum böyle olunca, aynı sorunlar tekrar tekrar gündeme gelecek ve belki de kolayca çözümlenebilecek bir konu sürüp giden bir probleme dönüşecektir. Aile içinde keyifli bir şekilde yaşamak ve karşımıza çıkan sorunları başarıyla çözebilmek için daha farklı bir yöntem izlememiz gerekir. Aileyi ilgilendiren bir sorunda başarılı bir çözüme ulaşmanın ön şartı, konuyla ilgili herkesin bir araya gelmesi ve görüşlerini rahatlıkla dile getirebilmesidir. Bu şu anlama geliyor; aile kendine zaman ayırmalıdır. Bunun için psikolojinin önerdiği yöntem “Aile Toplantıları”dır. Aile toplantısında, ailenin tüm bireyleri, belirli konuları paylaşmak için haftanın belirli bir gün ve saatinde biraraya gelir. Toplantılarda, sorunlar, zıtlıklar, zorluklar, üzüntüler, ileriye dönük projeler vb. konular ele alınır. Bu gün ve saat, önceden her bir üyenin fikri alınarak belirlenir ve bir takvime bağlanır. Böylece toplantılarda demokratik katılım ilkesi bu noktadan itibaren uygulanmaya başlamış olmaktadır. Aile toplantıları fikrini benimsediğinizde bu düşünceyi aileye bir toplantı düzenleyerek açabilirsiniz. Toplantıların bir dayatma olarak algılanmasından kaçınmalı, son sözü her zaman aile üyelerinin hep birlikte söyleyeceğini önemle vurgulamalısınız. Örneğin aile her hafta toplanmak istemeyebilir, bazı uygulama örneklerindeki gibi sekreter, başkan seçmek istemeyebilir. Bu ilk toplantıdan itibaren kararlar hep birlikte alınmalıdır. Başlangıçta toplantıların kısa tutulmasında fayda vardır. Toplantı sonrasında beraberce yemek veya tatlı yemek gibi faaliyetlerle olayı daha sıcak ve eğlenceli kılabilirsiniz. Aile toplantılarının sadece sorunların konuşulduğu bir ortam haline gelmesinden de kaçınmak gerekir. Bu toplantılar aynı zamanda gezi, tatil ve alışveriş gibi planların yapıldığı, ailenin birlikte işbirliği havasında hoşça zaman geçirdiği bir yer olmalıdır. Aile toplantılarının en önemli özelliği, kararların sadece anne baba tarafından değil, demokratik bir şekilde, çocukların da katılımıyla hep birlikte verilmesi esasıdır. Kendilerini ifade etmelerine fırsat verilen çocukların özgüveni artar, yaşamlarını denetleyebildikleri düşüncesi ile birlikte bağımlılıktan kurtulur ve sorumluluk alma konusunda daha istekli ve başarılı olurlar. Kendilerini aile içinde kararların alınmasında, kuralların konulmasında büyüklerle eşit oranda söz hakkı olan, bir ekibin etkin üyesi bireyler olarak duyumsarlar. Bu tarz demokratik bir ortamda yetişen çocuklarda iç disiplin gelişir ve problem çözme becerileri edinirler. Ailenin tüm üyelerinin demokratik katılımıyla gerçekleşen bu toplantılarda alınan kararlar daha niteliklidir, çünkü bu tarz bir uygulama sonucunda herkesin fikri alınıp herkes için uygun olan kararda uzlaşılır. Yani kazananlar ve kaybedenler yoktur. Hiç kimsenin kaybetmemesi, herkesin kazanabilmesi için toplantılarda verilen karara “hayır” diyen olmamalı herkesin onayı alınmalıdır. Oylama yapılmamalı herkes için uygun olan çözümde uzlaşıncaya kadar konu ele alınmaya devam edilmelidir, çünkü oylama yapıldığında bir taraf kazanırken diğer taraf kaybedendir. Eğer toplantıda görüşülen konu üzerinde uzlaşma sağlanamazsa bir sonraki toplantıda tekrar görüşülebilir. Aile toplantıları, aileyi ilgilendiren problemlerin çözümünü sağlamanın yanı sıra çocukların toplantı süreci içinde insan ilişkileri konusunda deneyim kazanmasına da fırsat sağlayan bir eğitim ortamıdır aynı zamanda. Burada anne–babanın doğru bir şekilde rehberlik yapması önem kazanıyor. Anne-babalar çocuklarına doğru bir şekilde model olabilmek için insan ilişkileri ve etkili iletişimin ilkelerikonusunda önce kendilerini bilgilendirip eğitmelidirler. İletişimin dinleme, anlama, karşıt fikirleri kabul etme ve saygı gösterme, olumsuz duygu ve düşünceleri suçlama, yargılama ve eleştiri yapmaksızın ifade edebilme gibi temel ilkeleri anne baba tarafından etkili bir şekilde kullanılabilmelidir. Toplantılarda başlangıçta çocukların sorunlarının ele alınmasında fayda vardır. Dinlenildiğini ve anlaşıldığını gören çocuklar yetişkinleri dinleme ve anlamada daha istekli olurlar.
Ziya KÖSE Aile, toplumların temel yapılarıdır. Aile toplumların gelişmesini, geleceğini belirlerler. Sevgi, saygı, hoşgörü, birlik beraberlik, kardeşlik, dostluk, arkadaşlık gibi olgular insanlık için çok önemlidir. Bütün insanlar bu olgulara sahip olmayı ve diğer insanlarda da bu olguların olmasını isterler. Bu olguların oluşması ailede olmaktadır. Bu nedenle bireylerin kişilik yapılarının oluşmasın da aile çok etkilidir. Ailede demokratik ortamların oluşmasının bir yolu da aile toplantılarıdır. Aile toplantısı, aile üyelerinin karar verme işleminde eşit haklara sahip olması, aile içinde demokratik ilişkilerin gelişmesini sağlar. Aile toplantıları bütün aile üyelerini kapsayan düzenli bir toplantısıdır. Aile toplantısında amaç: – işitilmek, – birbiri hakkında olumlu duyguları ifade etmek, – birbirlerini teşvik etmek, – yapılması gereken işleri planlamak, – kaygıları, duyguları, şikayetleri ifade etmek, – çatışmaları çözümlemek, – aile eğlencelerini planlamaktır. Şimdi, aile toplantılarına ne zaman başlanmalı konusuna değinelim. a) Aile toplantılarına ne zaman başlanmalıdır? Aile toplantılarının başlanması için kesin bir tarih vermek mümkün değildir, bu aileye bağlıdır. Anne baba aile toplantılarının amacını kendi aralarında açıklığa kavuşturmuşlarsa, birbirleriyle ve çocuklarıyla eşit koşullar içinde davranmaya hazırsa toplantılara başlanabilir. Toplantıların başlamasında zorlama olmamalı isteğe bağlılık esastır. Ayrıca aile toplantılarına başlanması için herkesin katılması beklenmemelidir. Çocukların da toplantıya alınma zamanı vardır. Çocuklar, kendilerini ifade etmeye başladıklarında toplantıya alınabilirler. Çocuklara aile toplantısının önemi, amacı anlatılmalıdır. Çocuklara da herhangi bir zorlamada bulunmamalıdır. b) Sadece bir ebeveynle ile toplantı yapmak İdeal olan aile toplantısı muhakkak ki herkesin katıldığı toplantıdır. Ama yinede ebeveynlerden birisi toplantıya katılmak istemeyebilir, bu toplantının yapılmasına engel değildir. Aile toplantısının amacı anlatılır, isteyen katılır. Tek ebeveynli aile toplantılarında, var olan ebeveynle çocuklarla ortak konular görüşülür. Eğer çocukların öbür ebeveynle sorunları varsa bunlar başka bir zaman halledilir. Bu durumlarda ebeveyn çocuklara seçenekler sunmalıdır. Eğer eşlerden birisi ayrı ise bu durumda ayrı eşle ilgili sorunlar görüşülmemelidir, çünkü aile toplantıları beraber olan aile üyelerini ilgilendiren konuların görüşüldüğü yerdir. c) Küçük çocuklarla aile toplantısı yapmak Çocukların aile toplantılarına kendilerini ifade etmeye başladıklarında girebileceğine daha önce değinmiştik. Çocukların bulunduğu aile toplantıları çok uzun olmamalıdır. Çocukların katıldığı toplantılar kısa ve basit konuların görüşüldüğü yer olmalıdır. Böyle olmazsa çocuklar toplantılardan sıkılabilirler. Çocukların yaşları büyüdükçe toplantılar uzun tutulabilir. d) Aile toplantısını başlatmak Aile toplantılarını başlatmanın çeşitli yolları vardır. Ailenin yapısına göre bir yöntem seçilmelidir. Bu yöntemlerden birisi resmi toplantı başlangıcıdır. Bazı çocukları resmi olaylar daha çok etkilemektedir. Toplantıya resmi olarak başlamak toplantının önemini arttırmaktadır. Toplantıya resmi bir başlangıçta toplantının amacı ve yöntemi anlatılarak başlanmalıdır. Resmi bir toplantıda gündem oluşturulur ve gündemde: • Bir önceki toplantı tutanaklarının incelenmesi, • Daha önce alınmış kararların değerlendirilmesi ve halledilememiş konuların görüşülmesi, • Yeni konular,sorunlar, şikayetler, • Aile eğlencelerinin planlanması, • Toplantının özetlenmesi, • Kararların uygulanması için herkesten söz alınması bulunmalıdır. Eğer toplantıya resmi bir başlangıç mümkün değilse toplantıya ilgi çekici bir olayı görüşmek için başlanmalıdır. Örneğin hafta sonu ne yapılacağını görüşmek için aile üyeleri toplanabilir. Böyle bir olay aile üyelerinin ilgisini çektiği için toplantıya katılmalarını sağlayacaktır. Böyle bir toplantıda örneğin piknik yapma sonucu çıktıysa piknik için görev dağılımı yapılmalıdır. Böylelikle çocuklara sorumluluk verilerek kendine güvenleri geliştirilmiş olur. e) Aile toplantıları için klavuz Aile toplantılarının verimli olması için bazı konulara dikkat edilmelidir. Bunlar aşağıda açıklanmıştır. 1) Önceden belirlenmiş zamanda düzenli olarak toplanmalıdır: Böylece aile üyelerinin toplantıya katılma olasılığı arttırılmış olur, zamanlarını planlarlar. Toplantı zamanını bilen aile üyeleri toplantıya hazırlıklı gelirler. 2) Toplantı başkanı dönüşümlü olmalıdır: ilk toplantı bir büyük tarafından yönetilmelidir. Ama daha sonra toplantı başkanı dönüşümlü olmalıdır. Küçük çocukların toplantıya başkanlıkları bir büyüğün yardımı ile olmalıdır. 3) Aile toplantılarında tutanak tutulmalıdır: Toplantıda alınan kararlar bir yere yazılmalıdır. Böylelikle ilerde çıkabilecek bir karışıklık önlenmiş olur. Toplantılarda yazıcı bulunmalıdır. 4) Toplantı zamanı planlanmalıdır: Toplantıların verimli olması için toplantı belli süre içersinde olmalı ve bu süre etkili kullanılmalıdır. Gündem dışına çıkılmamalıdır. 5) Herkes tartışmaya katılmalıdır: Toplantılarda herkesin görüşü alınmalıdır. Eğer herkesin görüşü alınmazsa demokratik bir ortam olmaz. 6) Yakınmalar sınırlandırılmalıdır: Toplantılar yakınma saatine dönüştürülme-melidir. Sorunlar ortaya koyulmalı gerçekçi çözümler aranmalıdır. 7) Ev işlerinin dağıtılmasında işbirliği yapılmalıdır: Evde yapılması gereken işlerin listesi yapılmalı ve bu listeye göre görev dağılımı yapılmalıdır. Ev işlerinden zor olanları büyükler almalıdır. 8) Anlaşmalara sadık kalınmalıdır: Toplantıda alınan kararlara uyulmalıdır. Çünkü alınan kararlara uyulmazsa toplantının güvenilirliği kaybedilmiş olur. Aile toplantılarında alınan kararlara uyulmadığında mantıklı sonuçlar uygulanmalıdır. 9) Toplantıların güvenilir olması sağlanmalıdır: Toplantının güvenilir olması toplantı kararlarının uygulanması ile ilgilidir. Toplantıda alınan kararlarla ilgili bir şikayet hafta içinde değiştirilmemelidir, kararlar sadece aile toplantısında değiştirilebilir. Böylelikle toplantının güvenilirliği attırılmış olur. 10) Her üyenin sorunlarına yer verilmelidir: aile toplantılarının demokratik bir şekilde işleyebilmesi için herkesin sorunları üzerinde durulmalıdır. Anne babaya göre sorun olmayan çocuğa göre sorun olabilmektedir. Bunun için hiçbir ayrım gözetmeksizin herkesin sorunlarına yer verilmelidir. 11) Eğlenceye zaman ayrılmalıdır: aile toplantıları sadece sorunların, şikayetlerin görüşüldüğü yer değildir. Aile toplantılarında eğlencelerde planlanmalıdır. Böyle bir uygulama aile toplantılarına ilgiyi, sevgiyi arttırır. Örneğin toplantıların öncesinde veya sonrasında herhangi bir eğlence düzenlenebilir. f) Aile toplantılarında liderlik becerileri Aile toplantılarının başkanı etkili bir lider olmalıdır. Toplantı başkanını tutumu toplantının verimli olmasında son derece önemlidir. Etkili bir toplantı yönetebilmek için bazı özelliklerin bulunması gerekmektedir. Bunlar: 1. Yansıtıcı dinleme kullanılmalıdır: Aile toplantılarında sorunların ne olduğunu tam olarak anlayabilmek için etkili dinlemek gerekmektedir. 2. Ben mesajları kullanılmalıdır: toplantının sağlıklı olması için ben mesajları kullanılmalıdır. İletişim çatışmalarına yer verilmemelidir. 3. Gerçek sorunlara dikkat çekilmelidir: Toplantıdan sonuç alabilmek için gerçek sorunlara eğilmek gerekmektedir. Sorunlar dışındaki ayrıntılar sorundan uzaklaşmaya ve toplantının uzamasına neden olur. 4. Beyin fırtınası yapılmalıdır: Tartışmaya açılan sorunların çözümü için beyin fırtınası yapılmalıdır. Beyin fırtınası yapılırken de görüşleri hemen reddetmemek gerekmektedir. Çünkü bu durumda üyeler görüşlerini söylemekten çekinirler. Üyeleri tüm görüşleri alındıktan sonra hep beraber görüşlerin kabul veya reddine karar verilmelidir. 5. Toplantı sonunda özet yapılmalıdır: Toplantının sonunda alınan kararların neler olduğu özetlenmelidir. Ayrıca alınan kararların uygulanması için de üyelerden söz alınmalıdır. 6. Değerlendirme yapılmalıdır: Toplantılarda daha önce alınan kararların değerlendirilmesi yapılmalıdır, yanlışlıklar düzeltilmelidir.
Tartışmasız evlilik sağlıklı değildir.Aile içinde tartışmanın yokluğu iyi bir iletişimin varlığına değil lötü bir iletişimin varlığına delalettir. Tartışmalar düdüklü tencerenin düdüğüne benzer. Rahatsız eder ses çıkartır ama olmazsa da tencerenin patlamasına sebep olur. Her aile tek ve özeldir. Benzer gibi görünse de gerek aileyi oluşturan her ferdin farklılığından gerek onların dünyaya bakış farklılığından gerekse çevrenin özelliklerinden farklar ortaya çıkar. Aile terapilerinde bayı dinlesen o kendince haklı bayanı dinlesen o kendince haklı görünüyor. Terapistin görevi danışanlara yeni bakış açıları kazandırmaktır danışan mevcut bakış açısıyla problemi göremiyordur.Her indsanın kör noktası vardır. Bu kör nokta bizim kendimiz hakkında bilmediğimiz olumsuz kişilik özelliklerimizden oluşur. Özellikle düşmanlarımızla ytartışırken bu kör noktalarımızı gçreme fırsatımız olur. Bu nedenle tartışmalara açık olmamız llazımdır düşmanlarımızın söylediklerine kulak vermeliyiz. Evlilikte bahçivan yada heykeltıraş olmamaya dikkat etmek lazımdır eğer eşlerden biri bahçivan olursa sürekli diğerini değiştirmeye çalışır. Buda uzun vadede mutsuzluğa sebep olur.Evlilikte farklılığın olması tek başına uyumsuzluk sebebi olamaz. Her evlilikte farklılıklar bilirli bir yere kadar tölere edilir. Eğer farklılıklara tölerans sağlanmazsa evliliğin devamı tehlikeye girer. Bazı kişilik tipleri evliliğe uygun değildirler bunlarla evlenmek riske girmektir. Bu insanların problemli olmalarını sosyal çevredeki uyumlarına bakarak ta kestirebilirsiniz. Her ne kadar kadın için eşinin ekonomik güçü ve sosyal prestiji önemli olsada kadının mutluluğu ve evlilikten sağladığı doyum dahaziyade eşler arasındaki duygusal ilişkinin nitelikli olmasına bağlıdır. Kadınlar duyguya ve anlayışa değer verirler Kültür para, makam sahibi olmak, rasyonelliğe önem veriyor.Toplumsal değerler mutlu evliliği ekonomik kaygının olmadığı tek çocuğun bulunduğu evlilik olarak yorumluyor.Halbuki mutlu evlilik için değer yargılarını anlamaya çalışmak lazım çünkü: farklılıkların ve görüş farklarının kaynağı değer yargılarında yatar. Eğer ortada bir problem var ve her fert bu probleme kendi perspektifinden bekmaya inat etmişse gizliden gizliye farklı şeylere değerveriyorlardır. ALDATMA:Toplumda öyle bir yanlış inanış vardır ki “her erkek aldatır”. Bu yanlış inanış bayanlarınher an aldatılma korkusu duymalarına ve paranoitleşmelerine sebep olur. Şunu unutmamak lazım ki ladatan her erkek aynı değildir. Erkeler değişik sebeplerden dolayı aldatırlar 1. Fiziksel çekime kapıldığından aldatır. Erkek şehvani duygulara kolay kapılır ve kadınlara bakışının temel noktası cinselliktir. Bir anlık heyecan için aldatır 2. Kimileri uzun vadeli bir ilişki yaşamakta sıkıntı çektiklerinden aldatırlar. Bu tip insanlar kurdukları ilişkilerde güven ve bağlılık sağlayamazlar. 3. Evlilik ilişkilerinde mutsuz olanlar yeterli duygusal doyum sağyamayanlar mutluluk ve duygusal tatmin için aldatırlar. 4. Kimileri de bir bayanın kışkırtma ve tahriklerine kapılarak aldatır. Unutulmamalıdır ki bir kere aldatan çoğunlukla bir daha aldatacaktır. Aldatmanın kadın üzerinde ki tesiri ilk önce red etmeyle kendini belli eder. Hiçbir kadın aldatılmayı kabul edemez. Lakin her kadın aldatıldığını sezer. Aldatmakonusunda ÇÖZÜM kadının bireyselliğine daha fazla özen göstermesindedir demişler… Türk toplumunda kadın evliliğin polisi, koruyucusu, kollayıcısı ve devamı için en çok çaba sarfeden olmuştur. Bu arada kadın kendini ihmal ettiğinden evlilikte sorunlar yaşanır erkek aldatır. Kadınlar kendi bireyselliğine daha fazla özen göstermelidirler. Evlilik tıpkı bir yemeğe benzer mazemeler iyi de olsa sürekli takip etmek gerekir. Evlilik ilişkisi sürekli yatırım ister.
Bir insanın hayatta yaşayabileceği en güzel duygulardan ve mükemmel olaylardan birisi hiç kuşkusuz çocuk sahibi olmaktır. Ancak çocuğun zihin engelli olduğunun öğrenilmesi yaşanan duyguların yoğunluğunu değiştirir. Önemli olan bu noktada anne-babalar olarak çocuğunuzu kabullenmek ve onu her yönüyle sahiplenmektir. *Engelli bir çocuğa anne-baba olmak zor bir görevdir. Bu zor görevde ilk yapacağınız iş çocuğunuzu kabullenmektir. Sizin çocuğunuz sebebi ne olursa olsun farklı özellikleri olan bir çocuktur. Bunu kabullenme noktası anne-baba için ne kadar zor olursa olsun ailenin mutluluğu ve çocuğun sağlıklı yaşaması için oldukça önemlidir. *Engelli bir çocuk için erken teşhis çok önemlidir. Zaman kaybedilmeden hem sağlık hem de eğitim önlemleri alınmalıdır. *Çocuğun olduğu gibi kabul edilmesi ileride karşılaşılacak sorunların üstesinden gelinmesinde atılacak önemli bir adımdır. Akrabalarınızın, komşularınızın, sokakta yürürken gördüğünüzü insanların,toplu taşıma araçlarında ki insanların tepkileriyle, meraklı bakışlarıyla karşılaşacaksınız. Çocuğunuzun kabulü bütün bu tepkilerden daha az etkilenmenize yardımcı olacaktır. Ve siz çocuğunuzu kabullenmiş bir anne-baba olarak çocuğunuzu topluma daha kolay kabul ettirirsiniz. *Çocuğunuzu sosyal ve fiziksel ortamlardan kısıtlamayınız. Onu eve kapatmayınız. Parka götürün , ev gezilerine götürün. Birlikte sokağa çıkıp yürüyün Ona çevreyi tanıtın, anlatın. Sorularına cevap verin, yüz defa da sorsa cevap verin. Çevrenizdeki insanların bakışları sizi kızdırmasın etkilemesin. *Çocuğunuzdan beklentilerinizi özür ve özelliklerine göre ayarlayın. Normal bir çocukla karşılaştırıp aynı görevleri beklemeyiniz. *Ondan yapamayacağı bir davranışı veya beceriyi istemeyiniz. Onun sınırlarını zorlamanız aşırı yüklenmeniz kendine güvenini sarsabilir ve başarısızlık duygusuna kapılarak içine kapanmasına sebep olabilir. *Çocuğunuzu aşırı korumayınız. Tüm ile bireyleri çocuk için özveride bulunmaya hazırdırlar. Muhakkak özveride bulunulacak çocuk korunacak ama bunun da bir sınırı vardır. *Çocuğunuzun yapması gereken beceri, davranış ve gereksinimleri çocuğa fırsat tanımadan aileden herhangi biri yerine getirmemelidir. Ona fırsat verilmelidir. *Öğretilmek istenilen herhangi bir konuda ilk önce aileden birisinin model olması gerekir. Yine yapamıyorsa sözel yardım ve fiziksel yardım yapılmalıdır. Unutmayın yardım tüm gereksinimlerini onun adına yapmak değildir. Onun adına yapılan her şey öğrenmesinin ve dolayısıyla bağımsız yaşamasının önüne konulan bir engeldir. *Çocuğunuzun tek başına bir şeyler yapmasına izin veriniz. Çocuğunuzun bir işi yapıp o işi başarmadaki başarı hissini tatmaya ihtiyacı vardır. *Çocuğunuza tutarlı davranmalısınız. Annenin, çocuğun yapmasına izin vermediği bir davranışa baba da izin vermemelidir. Ayrıca söz verdiğiniz bir şeyi muhakkak yerin getirmelisiniz veya yerine getiremeyeceğiniz sözü, vermemelisiniz. Bu çocuğunuzun size karşı güvenini,inancını sarsacaktır. *Çocuğunuz bir davranışı yapamıyordu zamanla yapmaya başladıysa” Yeter ki yapsın da nasıl yaparsa yapsın demeyin.” *Tüm ailelerin yaptığı bir şey vardır. Çocuk istediğiniz gibi davranıyorsa( oturup oyun oynuyor oyuncaklara ve çevreye zarar vermiyorsa ) onunla hiç ilgilenilmez farkına varılmaz. Çocuk kendinin de var olduğunu göstermek ister ve anne-babanın da varlığını hissetmesini bekler ve sonucunda gürültü yaparak dikkat çeker. Artık tüm ilgiler üzerendedir çocuk amacına ulaşmış dikkati çekmiştir,Bağırmak bile onun için ödül sayılır. *Diğer engelli çocukların aileleri ile bir araya geliniz, duygularınızı düşüncelerinizi paylaşınız. Bilgi alışverişinde bulunarak rahatlayabilirsiniz. *Çocuğun içinde bulunduğu engel türü hakkında bilgi edinin. Bu sayede çocuğunuza nasıl davranacağınızı nasıl yardımcı olacağınızı, çocuğun yapmış olduğu farklı davranışların kaynağını ve gelişim seyrini daha iyi kavramış olacaksınız. *Engelli olan çocuk illaki sizin çocuğunuz olmayabilir. Çevrenizde bir başkasına veya yakınınıza ait bir ailenin çocuğu olabilir. Onları yadırgamamalı ve onun da ilk önce bir insin olduğunu unutmadan özellikle acımadan ilgilenmeli çünkü yarın sizinde böyle bir çocuğunuz olabileceği ihtimalini göz ardı etmemelisiniz. *Çocuğa verilecek ceza ve ödülde dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta vardır. Eğer çocuğunuzu ödüllendirecekseniz ona hangi davranışından dolayı ödül verdiğinizi muhakkak belirtiniz. Ceza verdiğinizde de niçin, hangi davranışından dolayı cezalı olduğunu ona söyleyiniz. *Çocuğunuza asla fiziksel ceza vermeyiniz. HİLÂL YILDIRIM Özel Eğt. Öğretmeni
1.Değerli olma duygusu: Aile içindeki etkileşim çocukları ya “ben değerliyim” ya da “değersizim” duygusuna götürür. Bu gereksinim aile içinde yerine getirilmezse çocuk her türlü davranışla bu duyguyu elde etmeye çalışır. Ergenlik çağındaki erkek çocukların çete(gang) kurarak çoğu kez ölümle sonuçlanan çatışmaları da, kendilerini önemli görmeyen aile ortamlarına bir tepki olarak yorumlanır.”Ben değerliyim” duygusunu aile içinde elde eden birey kendisini kanıtlamak için aşırı davranışlarda bulunmaya gerek duymaz. 2.Güven ortamı: Aile içindeki bireylerin emniyette olduğu, dışarıdaki tehlikeli olayların aile içine girmeyeceği duygusu, bu gereksinmenin temel nedenidir. Eğer çocuk ev içinde kendisini güven içinde bulmuyorsa çocuk ailenin dışında bir yere yönelir. Aile ile olan bağlarını koparır. 3.Yakınlık ve dayanışma duygusu: Aile içinde temel güven ve dayanışma varsa aile dışında bireyin karşılaştığı stres getirici olumsuz olaylar yıkıcı etkisini pek göstermez. Güven duygusunun baskın olduğu aile dış dünyanın yaratmış olduğu sıkıntı ve kaygılarından kendisini kurtarır. Bu tür aile içinde olan kimseler kendilerine olduğu gibi çevresine de güvenirler. Eğer aile içinde güven ve dayanışma sağlanmamışsa bu insanlar yoğun stres ve gerginlik yaşarlar. Bu kişiler kendilerine dahi güvenemezler. Dolayısıyla çevresinde yakın ilişkiler kuramazlar. 4.Sorumluluk duygusu: Aile sistemi içindeki anne ve babalar davranış ve sözleri ile sorumluluk duygusunu ifade ederler. Aile içinde sadece anne baba değil herkes sorumluluk duygusunu paylaşır. Elbette ki çocuklara yaşları oranında sorumluluk yüklenmelidir. Tüm sorumluluğu kendi üzerine alan, çocuğunu sorumluluktan kurtaran anne ve babalar kendi yaşamını biçimlendirmekten aciz sürekli başkalarının yönetiminde olmaya yönelik bireyler yetiştirirler Bu tür tutumlar sonucunda yetişmiş bireyler yaşamlarında yer alan olaylardan sürekli başkalarını sorumlu tutarlar. Gelişimsel dönemi göz önüne alınarak çocuğun odasını toparlaması, ev işlerine yardım etmesi gibi konularda sorumluluğu sağlanabilir. Bunu yaparken kız ve erkek işleri kesin çizgilerle ayrılmamalıdır. 5.Zorluklarla mücadele ederek onların üstesinden gelmeyi öğrenme: Çocuğa her şey hazır verilmemelidir. Sorumluluk duygusunun gelişimi ile ilgili anlatılanlar zorluklarla mücadele etme ile ilgilidir. Çocuğun içinde bulunduğu gelişimsel dönem göz önünde bulundurularak çocuk kendi sorunları ile başbaşa bırakılmalıdır. Bu durum onların zor sorunları ile mücadele ederek, uğraşmasına olanak vermek, kendisine güvenli sorun çözme becerileri gelişmiş bireyler olarak yetişmeleri için gereklidir. Karşılaştığı her zorluğa aşırı yardım eden ana babaların çocukları sürekli başkalarına muhtaç, kendilerine güvensiz olur. Böyle kişiler yetenek becerilerini keşfedemezler. 6.Mutluluk ve kendisini gerçekleştirme ortamı: Aile ortamı bir mutluluk ortamıdır. Şimdiye kadar anlatılan gereksinimlerin karşılanması mutlu olmayı getirir. Evde değerli olduğu duygusunu tadan birey mutlu olur ve yaptığı şeylerden doyum alır, kendini gerçekleştirme olanağı bulur. 7.Sağlıklı manevi yaşamın temellerini oluşturma ortamı: Katı din kuralları altında yetiştirilmiş çocuk sürekli yargılanacağı, cezalandırılacağı korkusunu yaşar. Kendi yaşantı ve deneyimlerini zenginleştirecek iç ve dış dünyasını araştırıp keşfedeceği yerine körü körüne itaati, kendi düşünce ve duygularından utanmayı öğrenir. Sağlıklı manevi yaşam ailenin çocuğuna verebileceği en önemli süreçtir. Sağlıklı bir manevi temeli olan insanlar kendisi ile barışık, insan ilişkileri olumlu ve kuvvetli saygılı bireyler olarak yetişirler. KORUNMASI GEREKEN BEŞ TEMEL ÖZGÜRLÜK 1.Şimdi ve burada olanı duyma ve görme (algılama) özgürlüğü 2.Kendi düşündüğünü olduğu gibi ifade edebilme özgürlüğü 3.Kendi duygularını olduğu gibi ifade edebilme özgürlüğü 4.Kendi arzularına göre bir şeyi isteme ya da reddetme özgürlüğü 5.Olmak istediği yönde gelişerek kendi özünü gerçekleştirme özgürlüğü Tanrım bana Değiştiremeyeceğim şeyleri kabul etmek için SÜKÛNET Değiştirebileceklerimi değiştirmek için CESARET İkisini birbirinden ayırabilmek için de AKIL VER AİLE İÇİ İLETİŞİM Etkili iletişimin temelinde bireyin kendisini tanıması, kendi değerlerinin ve tutumlarının farkında olması ve kendine güven yatar. İyi bir iletişimci ipuçlarını anında görür (jestler, mimikler, beden duruşu) ve onları gerçekçi olarak değerlendirir. İLETİŞİM ENGELLERİ 1.Emir vermek, Yönlendirmek: Bu iletiler kişinin duygularının önemsiz olduğu mesajını verir. Kişi diğer kişinin istediğini yapma zorunluluğunu hisseder. 2.Uyarmak, Gözdağı vermek: Bu iletiler de emir verme ve yönlendirmeye benzer; ancak kişinin vereceği yanıtın karşılığı olacak tümceleri de içerir. Kişinin isteklerine saygı duyulmadığı mesajını verir. Bu durum kişide öfke ve düşmanlık yaratır. 3.Ahlak dersi vermek: Bu tür ilişkilerde otoritenin ve zorunlulukların gücü kişiye karşı kullanılır. “yapmalısın, etmelisin” mesajlarını iletir ve bireyi karşı koymaya zorlar. 4.Öğüt vermek ve çözüm önerileri getirmek: Kişinin sorunlarını kendi kendisine çözeceği yeteneğinin olmadığına inanıldığını gösterir. 5.Öğretme, nutuk çekme, mantıklı düşünceler önerme: Bu durum aile içinde o anda herhangi bir sorun yokken çocuklar tarafından kabul edilebiliyor; ancak, sorun anında bu durum kabul edilmiyor ve daha fazla çatışmalara neden oluyor. Mantıklı düşünceler önerme çocuğun mantıksız ve bilgisiz olduğuna dair mesaj iletir. 6.Yargılamak, eleştirmek, suçlamak,aynı düşüncede olmamak: Bu iletiler çocuk üzerinde diğerlerinden daha fazla olumsuz etki yapar. Bu değerlendirmeler çocuğun benlik saygısını düşürür. Çocuklar hakkında yapılan olumsuz değerlendirmeler çocuğun kendisini değersiz, yetersiz görmesine neden olur. 7.Övmek, aynı düşüncede olmak, olumlu değerlendirmeler yapmak: Genel inanç olarak bu durumun çocuğa zarar vereceği hiç düşünülmez. Çocuğun öz imgesine uymayan değerlendirmelerin yapılması çocukta kızgınlık yaratır. Çocuklar bu iletileri anne babanın kendilerini yönlendirme ve isteğini yaptırma girişimi için kurnazlık olarak yorumlarlar. “Siz böyle söyleyince sanki ben daha çok mu çalışacağım?” gibi düşünürler. Övgü ise başkalarının yanında yapılıyorsa çocuğu utandırır. Aşırı övgü sonucunda çocuk buna alışır ve övülmeye gereksinim duymaya başlar. 8.Ad takmak, alay etmek: Çocuğun benlik saygısı üzerinde olumsuz etki yapar. 9.Yorumlamak, analiz etmek, tanı koymak: Bu durum çocuğun konuşmasını, kendi duygularını ifade etmesini engeller. 10.Güven vermek, desteklemek, avutmak, duygularını paylaşmak: Anne babalar çocuklarının duygularını tam olarak anlamadıklarında ortaya çıkar. Böyle bir durumda sorun hiç yokmuş gibi algılanıp avutma eğilimine gidilir.” Üzülme yarın her şey düzelecek, kendini daha iyi hissedeceksin” gibi mesajların verilmesi çocuğun önemsenmediği hissini verir. 11.Soru sormak, sınamak, sorgulamak: Çocuk sorgulanıyor hissine kapıldığında bu durum onda güvensizlik, kuşku oluşturur. 12.Sözünden dönmek, oyalamak, alay etmek, şakacı davranmak, konuyu saptırmak: Böyle iletiler yüzünden çocuk anne babasının onunla ilgilenmediğini, duygularına saygı göstermediğini belki de onu dışladığını, dikkâte almadığını düşünür. Çocuklar sorunlarını dile getirdiklerinde çok ciddidir. Şaka ve espriyle karşılık vermek onları incitebilir ve itilmişlik kenara atılmışlık duygusunu verir. ANA BABALAR ON İKİ İLETİŞİM ENGELİNİ KULLANINCA… YANIT İLETİŞİM ENGELİ “Benim oğlum okulu bırakamaz. Buna izin vermem.” EMİR VERMEYÖNLENDİRME “Okulu bırakırsan benden para mara bekleme.” UYARMAGÖZDAĞI VERME “Okumak herkese nasip olmayan ödüllendirici bir deneyimdir.” AHLAK DERSİ VERME “Ödevini yapmak için neden bir program yapmıyorsun?” ÖĞÜT VERMEÇÖZÜM GETİRME “Üniversite mezunu lise mezunundan yüzde elli fazla kazanır.” NUTUK ÇEKMEÖĞRETME “Uzak görüşlü değilsin. Düşüncelerin henüz yeterince olgunlaşmamış.” YARGILAMAELEŞTİRMESUÇLAMA  “Her zaman gelecek için umut veren iyi bir öğrenci oldun.” ÖVME “Hippi gibi konuşuyorsun.” AD TAKMAALAY ETME “Çaba göstermediğin için okuldan hoşlanmıyorsun.” YORUMLAMAANALİZ ETME “Duygularını anlıyorum, ama son sınıfta daha iyi olacak.” GÜVEN VERMEDUYGULARINI PAYLAŞMA “Eğitimsiz ne yapacaksın? Nasıl geçineceksin?” SINAMASORU SORMASORGULAMA “Yemekte sorun istemiyorum.” KONUYU SAPTIRMA Bu alıştırma çocukta sorun olduğunda ana babanın tipik tavrının iletişim engelli sözler söylemek olduğunu göstermiştir. Ana babalar bu tür yanıtlar kullanınca aralarındaki iletişim aşağıdaki gibi gösterilir. ÇOCUK İLETİ ANNE / BABA Gönderici “Sorunum Var” ¾ ¾ ¾ ¾ ¾ ¾ ¾ ¾ ¾ ¾ ¾ ® Alıcı ……………………………………………….. ÇOCUK ENGEL ANNE/ BABA Alıcı “Yanıt” ¬ ¾ ¾ ¾ ¾ ¾ ¾ ¾ ¾ ¾ ¾ ¾ Gönderici Bu tür yanıtlar çocuktan gelecek bir sonraki iletişimi engeller; ana-baba çocuk ilişkisi gibi çocuğun benlik saygısını da olumsuz engeller. Çocuklar üzerinde aşağıdaki olumsuz sonuçları oluşturma tehlikesi taşır: •Konuşmalarını engeller •Savunmaya geçirir •Kavgacı yapar, karşı saldırıya yöneltir •Yetersiz olduklarını hissettirir •Kızdırır, küstürür •Oldukları gibi kabul edilemedikleri duygusunu uyandırır •Sorunlarını çözmede kendilerine güvenilmediğini hissettirir •Anlaşılmadıklarını hissettirir •Duygularının yersiz olduğunu hissettirir •Kızdırır, yılgınlığa uğratır •Sorgulanıyor duygusunu yaratır •Anne ve babasının kendisiyle ilgilenmediği duygusunu uyandırır. AİLE KURALLARI Her aile gerek açık gerekse kapalı olarak kurallarını belirlemiştir. Sağlıklı ailede kurallar gizli değil açık olarak belirlenmiştir. Aile içindeki bireyler birbirlerinin iyi tanırlar, duygular karşılıklı olarak hissedilir. Evde eşitlik söz konusudur. Mutlaka ki zaman zaman her evde küçük de olsa çatışmalar yaşanır. Hiç çatışma yaşanmayan bir evde büyük olasılıkla maskeler takılıdır. Yani sosyal maskeler iletişimde bulunuyordur. Çatışma uzun süreli ilişki içinde olan kişiler arasında doğal olarak ortaya çıkar. Önemli olan çatışmanın çıkmasını önlemek değil, çatışma çıktığı zaman kişilerin birbirleriyle nasıl etkileşim kuracağının bilinmesidir. Aralarında çıkan çatışmayı birbirlerini kırmadan çözebilme becerisini gösteren çiftler sağlıklı bir aile kurar. SAĞLIKLI BİR AİLEDE SORUNLARI ÇÖZMEK İÇİN KULLANILAN YÖNTEMLER: •Duygu ve düşünceler olduğu gibi, abartılmadan ortaya konulmalıdır (Bu tutuma kendine güvenli ve kendine saygılı tutum diyoruz. Bu tutum içinde olan kişiler hem kendilerine hem de başkalarına saygı gösterirler.) •Sorunlar şimdiki bağlam içinde ele alınmalı ve eski birikimler işin içine sokulmamalıdır •Kesinlikle öğüt verme kullanılmamalı, davranışlar somut bir biçimde ayrıntılı olarak ele alınmalıdır. •Yargılamaya gidilmemeli, kişiler kendi duygu ve düşüncelerini ifade edebilmelidirler. •Duygu ve düşünceler, ne az ne eksik, olduğu gibi olduğu gibi ifade edilmelidir; karşısındakinin ne beklediğine ya da en mükemmel olması gerektiğine göre ifadeler aranmamalıdır. •Konunun özü ile konuya ilişkin olmayan ayrıntılar birbirinden ayırd edilmelidir. Örneğin siz çocuğunuza “iki saat geciktin” dediğinizde, çocuğunuz size: “hayır bir saat kırk beş dakika geciktim” dememelidir. •Sorun çözmede etkin dinleme kullanılmalıdır. (daha sonraki bölümde ayrıntılı olarak anlatılacak) •Belirli bir zaman konusu içinde ancak bir çatışma üzerinde durulmalı, başka çatışma konuları çatışmaya katılmamalı. Örneğin: “hem geç kalıyorsun hem de bana yardım etmiyorsun”diyerek iki konuyu birden ortaya atmamak gerekir. •Birinin haklı çıkması yerine her iki tarafın da anlaşabileceği bir çözüme yönelmek gerekir. “ben haklıyım, sen yanlış hareket ediyorsun” tarzında davranmamak gerekir. Sağlıksız ailede gizli kurallar: Sağlıksız ailede kurallar bilinçaltındadır. Gizli ve açığa çıkmamıştır. Bu kuralları kimse tartışamaz. İşte sağlıksız ailede geçerli olan kurallar şunlardır: 1.Denetleme: çocuk duygu ve düşüncelerini ifade ederken hep korku içindedir. Ya da duygularını ifade edemez, bastırır. Söyleyeceklerini hep önceden kestirmek zorundadır. Kendiliğinden ortaya çıkan davranış kötüdür, affedilmez. Bu tür ailelerde sağlıklı bir güven ortamı söz konusu değildir. 2.Mükemmeliyetçilik: Yapılan her işte, girilen her sınavda kişinin mükemmel olması beklenir. Her şey göstermeliktir, başkasının beğenmesi için yapılır. Mükemmeliyetçilik kişinin kendi gerçeğinin hiçbir değeri olmadığını kendi düşünüş ve değerlendirilişinin önemsiz olduğunu ifade eder. Bu ortamda yetişen çocuğun temel duygusu umutsuzluktur. Kendilerini değersiz, yetersiz bulurlar. 3.Suçlama: Suçlama olayları olduğu gibi kabul etmemenin bir sonucudur. Yapılan suçlamalar her şeyin denetim altında tutulması gerektiği ve yapılan her şeyin mükemmel olmasının zorunlu olması gerektiğini ortaya çıkarır. Bu durum ise kişide kaygı ve utanç duygularını yaratır. 4.Beş temel özgürlüğün inkârı: Sağlıksız ailede kişilerin doğal olarak geliştirdikleri algılama, duygu, düşünce, davranış, arzu ve amaçları inkâr edilir. “içinden geldiği gibi değil; mükemmeliyetçi kurala uyarak, başkalarının senden beklediği biçimde algıla, duygulan, düşün,davran, arzu et, ve amaç edin.” Bu durum kişini kendi gerçeğini inkâr etmesine neden olur. Böylece kişi tamamen dışa bağımlı, kendi iç dünyasıyla ilişkisi kopuk, robot gibi yaşar. Böyle bir kişinin mutlu olması da söz konusu olmaz. 5.Konuşmanın yasak olması: Sağlıksız bir ailede özellikle çocukların duygu ve düşüncelerini ifade etmesine olanak verilmez. Bu duru çocuklarda değersizlik duygularına neden olur. 6.Küskünlük ve kırgınlıkların sürdürülmesi: Aile içindeki kırgınlık ve küskünlüklerin sürdürülmesi, kişilerin birbirlerini anlamasını ve sorunun çözülmesini engeller. 7.Kimseye güvenmeme: Sağlıksız bir ailede kimse kimseye güvenmez. Aslında güven var gibi görünse de temelde güvensizlik vardır. Sağlıksız ailede yetişen kişi kimseden saygı ve gerçek sevgi görmediği için kimsenin kendisine yardım edemeyeceğine inanır. Yardım etmek isteyenlerin “mutlaka art düşüncesi vardır, çıkarı vardır” diye düşünür. Sağlıksız ailede yetişen kişilerin kendilerine güveni olmaz. Bu kişiler mutlaka dıştan denetimli bireyler olurlar. “Temelinde sevgi olan hiçbir eğitim başarısızlığa uğramaz” Pestallozi DİNLEME BECERİLERİ Edilgin dinleme (sessizlik): karşısındakinin konuşmasına olanak verme. Edilgin dinleme kişiye: •Duygularını duymak istiyorum •Duygularını kabul ediyorum •Benimle paylaşmak istediğin konuda vereceğin karara güveniyorum •Bu senin sorunun sorumlu sensin gibi güçlü mesajları verir. Kabul ettiğini gösteren tepkiler: Sessizlik iletişimi engellemesine karşın çocuğa kabul edilmediği izlenimini verir. Ona gerçekten tüm dikkâtimizi verdiğimizi göstermeliyiz. Bunu yapmak içinse karşımızdakine sözlü ve sözsüz mesajlar iletmeliyiz. Hı hı, evet, seni anlıyorum…..gibi sözlü mesajlarla; baş sallama, jestler ve mimiklerle, beden duruşu gibi sözsüz mesajlarla karşımızdakine onu dinliyor hissini vermemiz gerekir. Konuşmaya açık davet: Çocuklar sorun ve duygularını dile getirmekte güçlük çekerler. Konuşmak için yüreklendirilmek isterler. Şu örnek cümlelerle konuşmaya davet sağlanabilir: •O konuda konuşmak ister misin? •Bu olay karşısında neler hissettin? •Bana örnek verir misin? •Bu konuda neler düşünüyorsun? ETKİN DİNLEME: Etkin dinlemede kişinin söylediklerinin gerçek anlamlarının kavranması gerekir. Etkin dinleme çocukların duygu boşalımına yardım eder. Çocukların duygularını keşfetmelerine yardımcı olur. Etkin dinleme çocukların olumsuz duygulardan korkmamalarına yardım eder, ana-baba-çocuk arasında sıcak bir dostluk geliştirir. Duyulduğunu ve anlaşıldığını bilmek öylesine hoş bir duygudur ki, konuşan dinleyene karşı bir yakınlık duyar. Çocuklar sevgiye tepki verirler. Kişi empati kurup doğru olarak dinleyince karşısındakini anlar. Bir anlamda kişi kendisini karşısındaki kişinin yerine koyar. Empati kurmayı öğrenen anne ve babalar çocuklarına daha fazla anlayış göstermiştir. Etkin dinleme için: •Çocuğun söylediğini duymak istemelisiniz. Bu onun için zaman ayırmak anlamına gelir. Zamanınız yoksa bunu çocuğunuza söylemelisiniz. •O andaki soruna yardımcı olmayı gerçekten istemelisiniz. İstemezseniz isteyinceye kadar bekleyin. •Duyguları ne olursa olsun, sizin duygularınızdan ne denli farklı olursa olsun onun duygularını gerçekten kabul etmelisiniz. •Çocuğun duygularını tanıdığına, onlarla baş edebileceğine ve sorunlarına çözüm bulma yeteneğine tam olarak güvenmelisiniz. Bu güveni çocuğunuz sorunları kendi başına çözdüğünü gördükçe kazanacaksınız. •Duyguların sürekli değil, geçici olduğunu anlamalısınız. Duygular geçicidir. •Çocuğunuzu diğerlerinden farklı ayrı bir birey olarak algılamalısınız. Bu “ayrılık” çocuğun kendi duygularının olmasına, nesneleri kendisine göre algılamasına “izin” vermenize destek olur. “Ayrılık” ı, yalnızca hissetseniz bile çocuğa yardımcı olabilirsiniz. Çocuğun sorunları olduğunda onun yanında olmalı ancak karışmamalısınız. Etkin dinlemenin en uygun zamanı çocuğun sorunu olduğunu gösterdiği andır. Ana-babalar çocuklarının duygularını dile getireceklerini duyacakları işin çoğunlukla bu anı kolaylıkla yakalayacaklardır. Tüm çocukların öğretmenleri, arkadaşları, ana- babalarıyla, kardeşleri hatta kendileri ile ilgili problemleri olabilir. Bu sorunlar onların stres yaşamalarına neden olabilir. Bu tür sorunların çözümü için yardım alan çocuklar daha kendine güvenli ve daha güçlü olurlar. Yardım almayanlarsa duygusal açıdan sorunlar yaşarlar. Etkin dinlemenin uygun zamanını bilmek için ana-babaların “bir sorunum var” türünden tümceleri duymaya açık olmaları, ancak önce çok önemli olan “SORUN KİMİN?”ilkesini bilmelidirler. Ana-baba-çocuk ilişkisinde aşağıdaki gibi üç durum vardır: 1.Çocuğun herhangi bir gereksinimi engellenmişse sorunu var demektir. Çocuğun o anki davranışı anne-babanın gereksinimini karşılamasına somut bir biçimde engel yaratmadığı için sorun ana-babanın değil, SORUN ÇOCUĞUNDUR. 2.Çocuğun gereksinimleri engellenmeyip karşılanmakta ve davranışı anne-babasının gereksinimini karşılamada somut bir engel de yaratmamaktadır. Bu nedenle İLİŞKİDE SORUN YOKTUR 3.Çocuğun gereksinimleri karşılanmakta ancak davranışı anne-babasının gereksiniminin karşılanmasını somut bir biçimde engellemektedir. Şimdi SORUN ANNE-BABADADIR. Çocuğun sorunu olduğu zaman anne-babanın ETKİN DİNLEMESİ için en uygun zamandır. Ancak sorun anne babadayken uygun değildir. Çocuk sorun yaşıyorsa etkin dinleme ile onun kendi sorunlarına çözüm bulmasına yardım edebilirsiniz. Etkin dinlemenin aşırı kullanılması ya da uygun zamanda ve durumda kullanılmaması işlerlik sağlamaz. Bu nedenle daha öncede belirtildiği gibi zamanlamanın ve koşulların sağlanması gerekir. “Çocuk insanın babasıdır” W. Wordsworth BEN DİLİ: Genellikle anne ve babalar iletişimde “sen dili”ni kullanıyorlar sen iletileri duygu ifade etmez . genellikle emir verme yargılama, öğüt verme gibi iletişim engellerini içerir. Örneğin: •Konuşma artık •Yapmamalısın •Dersine çalışmazsan •Yaramazlık yapıyorsun •Bebek gibisin •Dikkât çekmek istiyorsun •Daha iyi öğrenmelisin…… Ana-baba çocuğun davranışını kabul etmediği zaman o davranış nedeniyle ne hissettiğini çocuğa söylerse ileti “SEN İLETİSİ”nden “BEN İLETİSİ” ne dönüşür. Yani ben dilinde duygular konuşur. •Yorgun olduğum zaman canım oyun oynamak istemiyor •Eğer bugün çok yaramazlık yaparsan ben çok üzülürüm •Akşam yemeğini zamanında yetiştiremeyeceğim diye endişeleniyorum Gerçekten de çocuktan beklediğimiz davranışların oluşmasında “ben dili”nin ne kadar etkili ve doğru bir iletişim aracı olduğunu göreceksiniz. Ben dili çocuğun ana babasının kabul edemediği davranışını değiştirmesinde daha etkili olduğu gibi çocuk- ana baba ilişkisi için de daha sağlıklıdır. Ben dili çocuğu direnmeye, isyan etmeye yöneltmez. Örneğin dışarı çıkmak için direnen bir çocuğa: “Hayır, hemen odana git, sokağa çıkamazsın” demek mi doğrudur; yoksa “hava karardığı için sokağa çıkman beni endişelendiriyor. Bu yüzden gitmeni istemiyorum ama, yarın erken saatte arkadaşlarınla birlikte olmana izin verebilirim.” demek mi doğrudur? Tabii ki ilk cümle sen iletilerini içerdiği için çocukta bir direnme ya da isyana yol açacaktır. Ancak ikinci cümlede duyguların ifadesi söz konusu olduğu için ben dilini kullanmak daha etkilidir. Çünkü ben dili davranışı değiştirme sorumluluğunu çocuğa devreder. SORUN ÇÖZME BECERİSİ Kızgınlık ve öfke duygusu, farkında olunan ya da olunmayan çatışmalardan kaynaklanır. Sadece kısa süreli duygusal gerginlikleri değil uzun süreli çatışmaları çözmek de, yaşamın önemli bir parçasını oluşturur. Çatışma değişik nedenlerden kaynaklanabiliyor çatışmaların çözümüne iki temel tutum içinde yaklaşılabilir. 1.Ben kazanacağım, o kaybedecek. (KAZAN / KAYBET) 2.Her ikimizin de sonuçtan memnun olması gerekir. (KAZAN / KAZAN ya da KAYBEDEN YOK ) yaklaşımları. Kazan / Kaybet Yaklaşımı: İki kişiden biri varılan sonuçtan hoşnut kalmaz. Bu tutumda en güçlü olan, hileli davranan kazanır. Bu yöntem beraberinde karşılıklı ilişkilerde güvensizliği getirir. Karşısındakini kaybetme pahasına tartışma taraflardan birince kazanılır. Kaybeden Yok Yaklaşımı: Bir çatışma konusu ortaya çıktığı zaman, taraflardan her biri sadece kendi isteğinin yapılmasına olanak verecek bir çözümde ısrar edecek yerde, her ikisi de yaratıcı bir biçimde iki tarafı birden tatmin edecek bir çözüm yolu bulmaya çalışırlar. Çatışmayı çözebilecek değişik yollar düzenli bir biçimde gözden geçirilerek bu gerçekleştirilebilir. Sorun çözebilmek için kullanılabilecek aşamalar: 1.Birinci aşama: ÇATIŞMAYI TANIYIN: Sizce sorun nedir? Bu konuda kendinizi nasıl hissediyorsunuz? Burada “BEN DİLİ” kullanmayı ve her ikinizi de memnun edecek bir çözüme ulaşma tutumu içinde olduğunuzu belirtmeyi ihmal etmeyin. 2.İkinci aşama: BİR ÇOK ÇÖZÜM YOLU ORTAYA KOYUN: beş yada on dakika gibi belirli bir zaman süresi içinde aklınıza gelen çözümleri. İyi ya da kötü, mümkün ya da değil gibi süzgeçlerden geçirmeden olduğu gibi ortaya koyun. Bu aşamada amaç sorunla ilgili olabildiği kadar çok sayıda çözüm yolunu bir liste halinde ifade edebilecek duruma gelmenizdir. 3.Üçüncü aşama: ÇÖZÜM YOLLARINI DEĞERLENDİRİN: Bu aşamada her çözüm yolunu değerlendirerek, bu çözüm yollarının her birinizi tatmin ettiğini tartışacaksınız. Bu evrede kişilerin dürüstçe düşüncelerini ifade etmeleri önemlidir. Bir çözüm tarzını istemediği halde karşısındaki memnun olsun diye kabul etmek, iki kişinin arasındaki ilişkinin sağlığı bakımından sakıncalıdır. 4.Dördüncü aşama: EN İYİ ÇÖZÜMDE ANLAŞIN: Şu ana dek bütün seçenekleri gözden geçirmiş bulunuyorsunuz. Şimdi her ikinizi de en çok tatmin edecek kararı verme durumudur bu karara ulaştıktan sonra çözümün ne anlama geldiği bir kez daha her iki kişi tarafından ifade edilir. 5.Beşinci aşama: ÇÖZÜMÜ UYGULAMAYA KOYUN: Bu evrede çözümün ayrıntılarını konuşmaya başlarsınız. Burada ayrıntılardan kastedilen, çözüm uygulamaya konduğunda her iki tarafça ne gibi uyarlamalar ve ayarlamalar yapılması gerektiğinin konuşulmasıdır. Çözüm bir planlamayı gerektiriyorsa hemen planlamaya başlayın. Burada üzerinde durulması gereken nokta çözümün uygulanmaya geçebilmesi için gerekli işlemlerin her iki kişi tarafından anlaşılmış olmasıdır. 6.Altıncı aşama: ÇÖZÜMÜ GÖZDEN GEÇİRME: Bir çözümün gerçekten uygulanabilir ve uygulanamaz olduğunu denemeden anlamak zordur. Çözümü bir süre uyguladıktan sonra gözden geçirmek üzere bir araya gelmekte büyük fayda var. Bu durumdan sonra çözüm tarzında bazı değişiklikler önerilebilir. Hatta öyle bir durum olabilir ki çözümü her iki taraf tatmin edici bulmayıp yeniden gözden geçirmek gereği duyulabilir. Önemli olan sorunun altında ezilmek yerine her iki tarafı da hoşnut edecek bir çözüme ulaşıncaya kadar yaratıcı bir biçimde sorunla uğraşmak yapıcı çözüm önerileri getirmektir. Zaten anlatılan tüm bu bilgiler yerine geldiğinde ilişkiler daha yapıcı olacak ve karşılıklı olarak birbirini anlama söz konusu olacaktır. KAYNAKÇA ACAR, Nilüfer Voltan Terapötik İletişim AKBOY, Rengin Eğitim Psikolojisi ATTAR, Handan Çocuk Suçluluğu ve Eğitimi BAŞARAN, İbrahim Ethem Görüşme İlke ve Teknikleri CÜCELOĞLU, Doğan İçimizdeki Çocuk CÜCELOĞLU, Doğan Yeniden İnsan İnsana DÖKMEN, Üstün İletişim Çatışmaları ve Empati EKŞİ, Aysel Çocuk Genç Ana Babalar GANDER, J. Mary Çocuk ve Ergen Gelişimi GORDON, Thomas E. A. E Aile iletişim Dili GORDON, Thomas E. A. E Uygulamalar YAVUZER, Haluk Çocuk Psikolojisi YAVUZER, Haluk Çocuk ve Suç YÖRÜKOĞLU, Atalay Çocuk Ruh Sağlığı YÖRÜKOĞLU, Atalay Gençlik Çağı YÖRÜKOĞLU, Atalay Değişen Toplumda Aile ve Çocuk D.E.Ü Eğitim Bilimleri Bölüm Gelişim Psikolojisi Ders Notları D.E.Ü Eğitim Bilimleri Bölümü Eğitim Psikolojisi Ders Notları D.E.Ü Eğitim Bilimleri Bölümü İnsan İlişkileri Ders Notları
Ana-baba, çocuklarını eğitirken öncelikle gelişim evrelerini bilmeli ve çocuklarının içinde bulunduğu gelişim dönemini tanımalıdır. Başka bir deyişle,çocuklarını tanıyarak işe başlamalıdır. Ana-baba,çocuklarının kendi modelleri olmadığı gibi,kardeşlerinden ve arkadaşlarından farklı,bağımsız,kendine özgü zeka ve kişilik özellikleri olan bir birey olduğu gerçeğinden hareket etmelidirler. Anne ve babanın çocuklarına , “uygun olan davranışı” ya da neyin doğru neyin yanlış olduğunu öğretebilmeleri için,gerek kendi aralarında gerekse çocuklarına yönelttikleri davranışlarında dengeli,tutarlı ve kararlı olmaları gerekir. Anne-babanın güvenli bir çocuğa sahip olabilmeleri için,önce kendilerine,sonra birbirlerine,ardından da çocuklarına güvenmeleri gerekir. Anne-baba çocuğundan yaşı ve yeteneklerine uygun isteklerde bulunmalı,çocuğu hayal kırıklığına uğratacak,yaşının üstünde beklentiler içine girmemelidirler. Çocuğun ilgi ve yeteneği onun yönlendirilmesinde esas alınmalı,ana-babanın tutkuları dikkate alınmalıdır. Anne-baba öncelikle çocuğunu bağımsız bir birey olarak kabul eden,ona sevgi ile yaklaşan ve olumlu ilişki kurmaya çalışan kişiler olmalıdırlar. Bilinmelidir ki,sevgi temeline dayanan eğitim,sağlam ve başarılı eğitimdir. Anne-baba,soyut düzeyde uyarı yerine,somut düzeyde eylemi temel almalıdır. Anne-baba öyle bir ortam hazırlamalıdır ki,çocuk sanki her zaman anne ve babası yanındaymış gibi kendini güvenli ve hiç yanında değilmiş gibi özgür hissetsin.böyle bir aile ortamı çocuğun kendine özgü anlayış ve düşüncesini ifade etme olanağı sağlar. Buna karşın sağlıksız bir aile,çocuğun nasıl algılaması,düşünmesi ve davranması gerektiğiyle ilgilenir. Çünkü bu ana-baba için,çocukları belirli bir kalıba sokmak,onu bağımsız olarak gelişmesinden daha önemlidir. Anne- baba,çocuğunun kişiliğine saygı duyan,benlik saygısı üstün kişiler olmalıdır ki,çocuklarının benlik saygısı da üstün olabilsin.anne-babalar kendi kendini yönetebilen bireyler yetiştirmek için gerekli psiko-sosyal ortamı hazırlamalıdırlar. Bunun için de aşırı koruyucu yaklaşımdan kaçınarak çocuğun kendi kendini yöneten bir birey olmasına fırsat verilmelidirler. Kısacası,anne-baba,çocuğa sevgi veren,girişim yeteneğini ve özgüvenini kazanabilmesi için onu destekleyen kişiler olmalıdırlar. Çocuğa yeterli düzeyde desteğin sağlandığı bu ortamda anne-babanın sağladığı disiplin ve eğitimin nitelikleri olumludur.Çocuğun istemi hiçbir zaman engellenmez. Aşırı davranışları anlayışla karşılanır ve yumuşak bir biçimde düzeltilir. Böyle bir esnek ortamda çocuk ,cesaretli ve topluma uyumlu bir insan olarak yetişir. Yaşamını yapıcı çabalar üstüne kurmayı öğrenir. İdeal anne-babayı tanıtmak zor olmakla beraber başarılı anne-babalar ,çocuğun ihtiyaçlarını sezen,onlara uygun yanıtlar veren,aşırı hoşgörülü veya katı olmayıp ,çocuğa karşı esnek bir yaklaşım içinde olan ,davranışlarında belirli bir kararlılık ve devamlılık sağlayan,karşı çıkmadan önce her zaman çocuğunun isteklerini dinleyen anne-babalardır. Yine başarılı anne-babalar,çocuğunun kendi kendisini denetlemesini ya da iç denetim demek olan ahlak gelişimine ortam hazırlayan,çocuktaki sorumluluk duygusunu geliştiren,olayların sonuçlarıyla onları başbaşa bırakan,onlara hak ve özgürlüklerinin sınırını öğreten,çocuklarına korku silahını çevirmeksizin,kendi kendilerini disipline eden ve düşüncelerini özgürce anlatabilen birer birey olarak yetişmelerine imkan hazırlayan kimselerdir. Yasemin Aktaş
Çocuklarınızı siz dinlemezseniz; onlar kendilerini dinleyecek birilerini mutlaka bulurlar. Ama bu kişiler toplum için ve çocuklarınız için ne kadar yararlıdır, onu bilemezsiniz… Toplumumuzda karşılaştığımız en büyük problemlerden biri aile içi iletişimsizliktir. Birçok problem başarılı bir ileticimle çözülebilecekken birbirini anlayamama sorunları çözümsüz hale getiriyor. Çocuklarım dinlediğini ve tanıdığını sanan anne babaların bile onlara yeterince yakın olmadığını görüyoruz. Peki çocuklarımızla daha iyi iletişim kurabilmek için onları nasıl dinlemeliyiz? • Çocuklarınızı bütün dikkatinizle dinleyin. Çocuklarınızla göz göze gelip dikkatinizi onda topladığınızda, “Sen benim için önemlisin, sözlerin ve fikirlerin hayatıma anlam katıyor.” demiş olursunuz. • İlginizi beden dilinizle gösterin. Duyguların ve vücut dilinin verdiği mesaj önemlidir. Çocuklarınıza vücudunuzla da saygı gösterdiğinizi ifade edin. Onlara tepeden bakarak değil; eğilerek, yanlarına yaklaşarak konuşun. • Anahtar sözcükleri tekrar edin ya da vurgulayın. Dinlenildiğini ve anlaşıldığını bilmesini sağlayın. Çocuklarınızın sözlerini anladığınızı düşündüğünüz şekliyle ve kendi ifadenizle tekrar ederseniz, ilginizi göstermiş ve onu daha fazla anlamış olursunuz. “Anladığım kadarıyla, demek istiyorsun” vb. cümleler kullanın. • Konuşmalar karşılıklı kesilmesin. Bırakın çocuklarınız sözünü tamamlasın. Aklınızdaki şeylerle sözünü kesmek ya da onun cümlesini tamamlamaya kalkmak iletişimi koparmanın en kestirme yoludur. • Onu önce siz dinleyin. Çocuğuyla ciddî problemleri olan bir babayla konuşurken şöyle bir serzenişte bulundu: “Hocam, ben çocuğumu anlayamıyorum; nedense beni hiç dinlemiyor.” Düşünebiliyor musunuz, baba çocuğunu anlamıyormuş; çünkü çocuk babayı dinlemiyormuş. Bir insanı anlamak için onu dinlememiz gerekmez mi? Burada baba, çocuğu dinlemeden anlamaya çalışıyor. Bilinçli bir anne baba, çocuklarının gün içinde yaşadığı sıkıntıları, can kulağıyla dinlemekten hiçbir zaman vazgeçmemelidir. • Duygularınızı sade bir dille ifade edin. Yapmacık ve dolaylı cümleler kurmak için uğraşmayın. Anlatmak istediğiniz şeyi çocuk için karmaşık bir hale getirmeyin. O, sizin gibi kelimelerin farklı anlamlarını düşünmeyebilir. • Konuşmalar, karşılıklı saygı, sevgi, takdir ve teşvik eder mahiyette olmalıdır. Bilinçli bir anne baba, ne yapıp edip çocuklarının gün içinde yaşadığı sıkıntıları can kulağıyla dinlemekten hiçbir zaman vazgeçmemelidir. İyi dinlemek pratik olmayı, empatiyi ve diğer kişi adına gerçekten saygı duymayı gerektiren bir beceridir. Çocuğunuza, onu dikkatli dinlemekten ve “Ne demek istediğini biliyorum”, “Anlıyorum”, “Harika”, “Aman Allahım!”, “Öyle mi?”, “Ne kadar güzel!” gibi sözler söylemekten daha güzel bir güvence veremezsiniz. • Önyargıdan kaçınmalı. Pek çoğumuz, çocuklarımızla ve aile fertleriyle yaşadığımız duygusal olaylarda gördüğümüzle hükmeder, onları dinlemeden, dinlemenin önemine ve gereğine inanmadan kararı verir, bazı zamanlar kalemi kırarız. Olayın gerçek yüzü birkaç gün sonra ortaya çıkınca da sevdiklerimize “İade-i itibar” için çırpınır dururuz. • Ailenizle iletişim kurarken pause düğmesini hep hatırlayın. Elektronik eşyaların büyük bir kısmında “pause düğmesi” vardır. Film seyrederken bir işiniz çıkınca videonun pause düğmesine basar, gider işinizi görür, sonra filmi kaldığınız yerden seyretmeye devam edersiniz. Çocuklarınız ve aileniz elektronik eşyalardan çok daha Önemli ve değerlidir. Onlarla kurduğumuz ilişkilerde de mutlaka dinlemesini öğrenmeli pause düğmesini gerektiği yerlerde hiç üşenmeden kullanmalıyız. Hayatta hepimiz bir takım olaylar karşısında acele karar vermek durumunda kalmışızdır. Ve hayatımızın bundan sonraki kısmında da pause düğmesini kullanmamız gereken bir takım olaylarla karşılaşacağız. Nasıl ki bir arabada fren pedalı olmasından çok, o pedalı zamanında kullanmak önemliyse, olaylar karşısında da soğuk kanlı olmak ve “Ah! Keşke çocuğuma şunları söylemeseydim” pozisyonuna düşmeden önce pause düğmesini kullanmak çok önemlidir. Son olarak Unutmayın, çocuklarınızı siz dinlemezseniz; onlar kendilerini dinleyecek birilerini mutlaka bulurlar. Ama bu kişiler toplum için ve çocuklarınız için ne kadar yararlıdır, onu bilemezsiniz. Köşe başlarındaki sokak çocuklarının en çok güvendiği kişiler kendilerini can kulağıyla dinleyen diğer sokak çocuklarıdır. Çocuklarınızı başkaları dinlemeden siz dinleyin. Çocuğunuz önce size güvensin!
Çocuk sahibi olmak, her anne-babanın yaşamındaki dönüm noktasıdır. Bu mutluluk kişinin yaşayacağı en mükemmel duygudur. Her anne-baba çocuğu için her şeyin en güzelini ister kuşkusuz. Çocuğun sağlıklı gelişebilmesi, anne-babanın bu role hazır olması ve çocuk eğitimini bilmesine bağlıdır. Öncelikle eşler evlilik ilişkilerini değerlendirmeli, ebeveynliğe hazır olup-olmadıklarını tartışmalı, sonra çocuk sahibi olmaya karar vermeliler. Bu tartışma kişilerin özgüveni, evliliğe yükledikleri anlam, eşlerin birbirinden beklentileri güven duygularını kapsamalıdır. Yapılan en büyük hatalardan biri, enliliği kurtarmak, eve bağlamak hedefiyle çocuk sahibi olma kararı almaktır. Çocuğun dünyaya gelmesiyle, ailenin yaşam tarzı değişecektir. Bu değişimin sağlıklı oluşması önem taşımaktadır. Günümüzde pek çok klinikte etkili anne-baba olmak, iyi anne-baba olmak gibi çalışmalar yürütülmektedir. Amaç, ebeveynlerin çocuklarını tanımaları ve onların bilişsel, sosyal, duygusal gelişimlerinin en sağlıklı biçimde oluşması için imkan sunmalarını sağlamaktadır. Ebeveynlerin çocuklarıyla konuşurken kullandıkları dil çok önemlidir. Duygularımız doğaldır, birbirlerinin duygu ve düşüncelerini sözel ifadeler ve beden diliyle algılarız. İletişim, kişilerin birbirlerine (bilinçli ya da bilinçsiz olarak) duygu ve düşünceleri aktardıkları süreçtir. Çocuğuyla güçlü iletişim kurmanın birinci basamağı, onun duygularını ve düşüncelerini olduğu gibi kabul etmek ve dinlemektir. Dinleme, etkin dinleme (katılımla dinleme), pasif dinleme (edilgin dinleme), kapı aralayıcı mesajlarla dinleme şeklinde olur. Pasif (edilgin) dinleme herhangi bir yorum katılmadan, jest ve mimiklerle çocuğunuzu dinlediğinizi hissettirmeniz şeklindedir. Etkin dinleme (katılımlı), söylediği sözleri açarak tekrar etmek ve kendi çözümlerini bulmasında yardımcı olmak şeklindedir. Kapı aralayıcı mesajlar “Ben sen dili” ne demektir? Ben dili, bireyin karşılaştığı davranış ve durum karşısında bireysel tepkisini, kendi duygu ve düşüncelerini açıklayan ifade şeklindir. Kendimizi “ben”li cümlelerle anlattığımız zaman karşımızdakini incitmemiş, fakat kendi mesajlarımızı da vermiş oluruz. “Sen” dili suçlama içerir ve karşımızdaki kişi doğal bir savunmaya geçer. Dolayısıyla sonuç anlaşılamama, tartışma, kavgaya kadar gidebilir. Sen ve ben diline örnek vermek gerekirse; Sen dili: Ör. Sen hatalısın! Çok yanlış davranıyorsun! Ben dili: Ör. Senin bu davranışın beni incitti, üzüldüm! Şeklinde ifade edilebilir Çocuklarımızla iletişimi engelleyici etmenler nelerdir? Öğüt vermek, çözüm getirmek, kendi düşüncelerimizle yönlendirmek. Yargılamak, eleştirmek, kıyaslamak. Sürekli sorular sormak, incelemek. Teselli vermek veya çocuğunuzun anlatmaya çalıştığı konuyu değiştirmek. Etiketlemek, tahlil etmek. Çocuğunuzla başarılı iletişim kurmak için neler yapmalısın? Çocuğunuzun duygu ve düşüncelerini anlayın (empati) Çocuğunuza saygı duyun. Gerçekçi ve doğal davranın. Onu dinleyin. Onunla göz teması kurun. Dokunsal teması artırın. Nerede, ne zaman, nasıl, ne söyleyeceğinizi iyi belirleyin. Akıcı, sade bir dil kullanmaya çalışın. Size güvenebileceğini hissettirin.
İki Kere Düşünün Çiftler çocuk yaparken ne kadar çok düşünüp karar veriyorlarsa, boşanırken de öyle ince eleyip sık dokumalılar. Çünkü, boşanma çocukları derinden yaralıyor. Her gün adliyelerde yüzlerce boşanma olayı gerçekleşiyor, insanların evlenmesi kadar doğal karşılanan boşanmanın, hem toplumsal hem psikolojik birçok sonucu olduğunu akıllardan çıkartmamak lazım. Özellikle çocuklu ailelerde yaşanan boşanma olayı, çok daha derin etkiler bırakıyor. Ergenlik yaşına gelmiş ya da henüz ergen olma çağındaki genç ve çocuklar, anne babaları arasında yaşanan ayrılığın sonuçlarını bütün hayatları boyunca üzerlerinde taşıyorlar. Mutlu bir aile ortamında yetişmeyen çocuk ya da genç, daha sorumsuz ve saldırgan olabiliyor. Uzmanlar, anne-babaları bu konuda çok dikkatli olmaya çağırıyorlar. özellikle evli çiftlerin, çocuk yapmadan önce çok iyi düşünüp öncelikle evliliklerinin tam rayında gidip gitmediğine, anne-baba olmanın sorumluluğunu taşıyıp taşıyamayacaklarına bakmaları gerekiyor. Tedbir Almak Mümkün Bütün bu tedbirlere ve dikkate rağmen boşanma gerçekleşmişse, bu sefer de anne-babalara düşen sorumluluklar bulunuyor. Boşanma olayının çocuğa doğru anlatılması, boşanma sonrasındaki ilişkiler ve tavırlar yine anne-babaların sorumlulukları altında. Bu konuda uzmanların uyarılarına dikkat edilirse, boşanmanın etkilerini en aza indirmek de mümkün oluyor. Boşanmaların çocuklar üzerindeki etkileri ve boşanma sonrası yapılması gerekenler konusunda bilgi veren Psikolog Orhan Gümüşel, şunları söylüyor; `Geniş bir etki alanı var` “Boşanma, basit anlamda evlilik sözleşmesinin sona ermesidir. Ancak ruhsal açıdan değerlendirildiğinde; aile birliğinin bozulmasına, ailenin bölünmesine ya da bütünüyle dağılmasına yol açan ve bütün aile üyelerini, hatta yakın çevredeki kişileri dahi sarsabilen karmaşık bir olgudur. Üzerinde durulması gereken önemli noktalardan en önde geleni, boşanmanın kesinlikle anlık bir durum olmadığı, belli bir süre¬cin son noktası olduğudur. `Suçluluk duygusu olur` Günümüz sosyo-ekonomik ve kültürel şartlarında, doğal olarak insan ilişkilerinde yeniden bir yapılanma gerçekleşmektedir. Böyle bir durumda davranışlarımız, beklentilerimiz, ilgilerimiz ve tutumlarımız değişmekte ve bu denge arayışı hem iç dünyamızda hem de sosyal ilişkilerimizde denge bozulmalarına neden olmaktadır. işte bu değişen ve değişken olan süreç içerisinde, aile kurumu da et¬kilenmekte ve eşler arasındaki uyum bozulabilmektedir. Bu or¬tamda bütün aile üyelerinin yıp-ranmasıyla birlikte, şüphesiz ki en çok örselenen taraf çocuklardır. Boşanma süreci içinde yaşanan gerginlikler ve çatışmalar, çocuğun içe kapanmasına, anne-babası tarafından sevilmediğini düşünmesine, gerginliklerin sorumlusu olarak kendisini görmesine neden olur. Bu sürecin son noktası olan boşanma ise çocuğun bu düşüncelerinde haklı olduğunun göstergesi olarak ortaya çıkar ve yoğun suçluluk duygusuna yol açar.” Anne-Babalar, Davranışlarınıza Dikkat! İster saldırganlık ya da hırçınlık, ister alt ıslatma ve dışkı kaçırma, ister uyku ve yeme problemleri, ister dikkat problemleri ve okul başarısızlığı şeklinde olsun boşanma; çocukta birtakım uyum ve davranış bozukluklarına neden olmakta ve çocuğun gelişimini olumsuz yönde etkilemektedir. Bu olumsuz etkilerin en aza indirilmesi ancak anne ve babanın olumsuz tutumlardan kaçınmalarıyla mümkündür. Asıl boşanmadan sonra, anne-babalara sorumluluk düşmektedir. Bu dönemde, çocuk yalnız kalmamalıdır. Çocuğa boşanma olayı nasıl anlatılmalı? ● Çocuğa boşanmanın ne demek olduğu; basit ve yalın bir dille, hiçbir eleştiriye girmeden anlatılmalı ve çaba göstermenize rağmen anlaşmazlıkların giderilemediği fikri aşılanmalı. ● Boşanmanın onu bir süre mutsuz edeceğini bildiğiniz, ancak bu durumdan onun herhangi bir suçu ve sorumluluğu olmadığı fikri belirtilmeli. ● Çocuk sürekli olarak eşle yaşanılan problemlerin dışında tutulmalı, onu kazanmalı ve asla sevme yarışına girilmemeli. ● Kesinlikle çocuğu yan tutmaya zorlamamalı, çocuğun da bu durumu kullanmasına izin verilmemeli. ● Ayrılınan eşten öç almak amaçlı olarak çocuğu ondan yoksun bırakmamalı. Unutulmamalı ki, bu durumda asıl cezalandırılan çocuk olacaktır. ● Çocuk anne ve baba arasında gidip gelmemeli, asıl bir evi olduğunu bilmeli ve benimsemeli. Çünkü çocukta sarsılan güven duygusu, anne-babayı düzenli ve sürekli görmesiyle yeniden yapılandırılabilir. ● Çocuğun bazı olumsuz özellikleri, ayrılman eşle özdeşleştirilmemeli. ● Asıl olan; altyapısı güçlü, gelişmeye açık, doğru iletişim biçimlerinin var olduğu evlilikler yapabilmek. Boşanma kaçınılmaz olduğunda ise, bunun sadece eşler arasında olduğunu ve çocuktan da boşanmak olmadığını akıldan çıkartmadan, seviyeli ve çocuğu en az zedeleyecek biçimde yapmaktır Etkileri yaşa göre değişiyor Boşanma, çocukların tümünü olumsuz etkiliyor. Fakat, yaşa ve çocuğun bulunduğu ortama göre ortaya çıkan sonuçlar çok farklı olabiliyor… Boşanma kaçınılmaz olduğunda, çocuk üzerinde etkileri derin oluyor. Bu anda, çeşitli tepkiler almak mümkün görünüyor. Boşanmanın etkilerinin hangi yaşta nasıl olduğunun bilinmesi, anne-babaların işlerini de kolaylaştıracak. Psikolog Orhan Gümüşe!, farklılıkları şöyle anlatıyor: Bebeklik Çağı Çocuk 0-3 yaşta ise; anne-baba ve çocuk arasındaki duygusal ilişkiler azalıyor. Çocuğun duygusal beslenmeyi sağlayamaması, büyüme ve gelişimini geciktirebilir. Bunun yanı sıra uyku ve yeme problemleri ve ayakta durmak, oturmak gibi motor yetenekler ve kekelemelik ve kelimeleri yutma gibi bazı dil gelişimi problemleri görülebilir. Okul Öncesi Bu dönemde içe kapanık ya da tam tersi fazla atılgan olma, her iki durumda da sosyal ilişkilenmede güçlükler yaşama görülebilir. Oluşan özgüven kaybı, karakteristik bir şekilde kişilik yapısında yer alabilir. Bütün bunlara ek olarak, zihin gelişimi gecikebilir ve bloke olabilir. Dikkati toplamada yaşanan güçlükler, çocuğun verimli öğrenmesini ve akıl yürütmesini zorlaştırır ve son derece olumsuz etkiler. Okul Yılları Okul çağında ise, ön planda görünen okul başarısızlığı ve uyum bozukluğudur. Çocukta ilgi ve dikkat problemleri olur. Uyku ve yeme problemleri devam edebilir. Toplumla ilişkisi zayıflayan çocuk kendisini ifade etmekte zorlanacağı için, sosyal ilişki güçlükleri yaşayacaktır. Ergenlik Dönemi Ergenlikle beraber, yukarıda sayılan birçok olumsuz etkinin yanı sıra hayata eleştirisel yaklaşan, olumlu düşünemeyen, hedef koyma ve strateji oluşturmada yetersiz, kişiler arası ilişkilerde sorunlar yaşayan, dürtülerini kontrol edemeyen, sınırlarını kestiremeyen, savunma mekanizmalarını sık ve yanlış kullanan, suç işlemeye eğilimli bir kişilik yapısının ortaya çıkması, oldukça yüksek bir ihtimaldir.
Kl. Psk. Orhan Gümüşel Hukuksal bir kavram olarak ele alındığında boşanma, basit anlamda evlilik sözleşmesinin sona ermesidir. Ancak ruhsal açıdan değerlendirildiğinde aile birliğinin bozulması, ailenin bölünmesine yada bütünüyle dağılmasına yol açan ve bütün aile üyelerini hatta yakın çevredeki kişileri dahi sarsabilen karmaşık bir olgudur. Üzerinde durulması gereken en önemli noktalardan en önde geleni boşanmanın kesinlikle anlık bir durum olmadığı belli bir sürecin son noktası olduğudur. Bu nedenle insan ve toplum psikolojisi açısından boşanma olgusunun analatik derinlemesine incelenmesi zaruridir. Nedir bu süreç? Günümüz sosyo-ekonomik ve kültürel şartlarında doğal olarak insan ilişkilerinde yeniden bir yapılanma doğal olarak gerçekleşmektedir. Böyle bir durumda davranışlarımız, beklentilerimiz, ilgilerimiz ve tutumlarımız değişmekte ve bu denge arayışı hem iç dünyamızda hem de sosyal ilişkilerimizde denge bozulmalarına neden olmaktadır. İşte bu değişen ve değişken olan süreç içerisinde aile kurumunda etkilenmekte ve eşler arasındaki uyum bozulabilmektedir.Bu ortamda bütün aile üyelerinin yıpranmasıyla birlikte şüphesiz ki, en çok örselenen taraf çocuklardır. Boşanma süreci içinde yaşanan gerginlikler ve çatışmalar, çocuğun içe kapanmasına, anne-babası tarafından sevilmediğini düşünmesine, gerginliklerin sorumlusu olarak kendisini görmesine neden olur.Bu sürecin son noktası olan boşanma ise çocuğun bu düşüncelerinde haklı olduğunun göstergesi olarak ortaya çıkar ve yoğun suçluluk duygusuna yol açar. Boşanmanın çocuk üzerindeki etkileri gelişim dönemlerine göre incelendiğinde: Eğer boşanma evliliğin başlarında gerçekleşmişse ve çocuk 0-3 yaş grubunda ise;anne ve çocuk hatta baba ve çocuk arasındaki duygusal ilişkileri azalttığından, çocuğun duygusal beslenmeyi yeteri kadar sağlayamaması büyüme ve gelişimini geciktirebilir. Bunun yanı sıra uyku ve yeme problemleri ve ayakta durmak,oturmak gibi bazı motor yetenekler ve kekeleme ve kelimeleri yutma gibi bazı dil gelişimi problemleri de görülebilir. Okul öncesi dönemde ise; İçe kapanık ya da tam tersi fazla atılgan olma ancak her iki durumda da sosyal ilişkilenmede güçlükler yaşama görülebilir. Bu dönemde oluşan özgüven kaybı karakteristik bir şekilde kişilik yapısında yer alabilir. Bütün bunlara ek olarak zihin gelişimi gecikebilir ve bloke olabilir. Dikkati toplamada yaşanan güçlükler çocuğun verimli öğrenmesini ve akıl yürütmesini zorlaştırır ve son derece olumsuz etkiler. Okul çağında ise;ön planda görünen okul başarısızlığı ve uyum bozukluğudur. Çocukta ilgi ve dikkat problemleri dikkat çekicidir. Uyku ve yeme problemleri devam edebilir. Toplumla ilişkisi zayıflayan çocuk kendini ifade etmekte zorlanacağı için sosyal ilişki güçlükleri yaşayacaktır. Ergenlikle beraber yukarıda sayılan bir çok olumsuz etkinin yanı sıra hayata eleştirisel yaklaşan, olumlu düşünemeyen hedef koyma ve strateji oluşturmada yetersiz, kişiler arası ilişkilerde sorunlalar yaşayan, dürtülerini kontrol edemeyen, sınırlarını kestiremeyen,savunma mekanizmalarını sık ve yanlış kullanan, suç işlemeye eğimli bir kişilik yapısının ortaya çıkması oldukça yüksek bir ihtimaldir. Sonuç olarak; ister saldırganlık ya da hırçınlık, ister alt ıslatma ve dışkı kaçırma, ister uyku ve yeme problemleri, ister dikkat problemleri ve okul başarısızlığı şeklinde olsun boşanma, çocukta bir takım uyum ve davranış bozukluklarına neden olmakta ve çocuğun gelişimini olumsuz yönde etkilemektedir. Bu olumsuz etkilerin en aza indirilmesi ancak anne ve babanın olumsuz tutumlardan kaçınmalarıyla mümkündür. Tutumlar nasıl olmalıdır? -Çocuğa boşanmanın ne demek olduğu basit ve yalın bir dille hiçbir eleştiriye girmeden anlatılmalı ve çaba göstermenize rağmen anlaşmazlıkların giderilemediği fikri anlatılmalı. -Boşanmanın onu bir süre mutsuz edeceğini bildiğinizi ancak bu durumda onun her hangi bir suçu ve sorumluluğu olmadığı fikri belirtilmeli -Çocuğu sürekli olarak eşinizle yaşadığınız problemlerin dışında tutmalı,onu kazanma ve sevme yarışına girmemeli. -Kesinlikle çocuğu yan tutmaya zorlamamalı,çocuğunda bu durumu kullanmasına izin vermemeli -Ayrılınan eşten öç almak amaçlı olarak çocuğu ondan yoksun bırakmamalı. Unutulmamalı ki bu durumda asıl cezalandırılan çocuk olacaktır. -Çocuk anne ve baba arasında gidip gelmemeli, asıl bir evi olduğunu bilmeli ve benimsemeli çünkü çocukta sarsılan güven duygusu anne babayı düzenli ve sürekli görmesiyle yeniden yapılandırılabilir. -Çocuğun bazı olumsuz özelliklerini Ayrılınan eşle özdeşleştirmemeli. Sonuç olarak asıl olan alt yapısı güçlü,gelişmeye açık, doğru iletişim biçimlerinin var olduğu evlilikler yapabilmek ancak boşanma kaçınılmaz olduğunda ise bu durumun sadece eşler arasında olduğunu ve çocuktan da boşanmak olmadığını akıldan çıkarmadan seviyeli ve çocuğu en az zedeleyecek biçimde gerçekleştirebilmektir.
ÇAPRAZ ATEŞ ALTINDA Ebeveynler Arası Çatışmaların Çocuklar Üzerindeki Etkileri Her ilişkide zaman zaman çatışmalar yaşanır. Bazen bu çatışmaların büyük fırtınalara dönüştüğü durumlar olur. Büyük çatışmalar, özellikle çocuklu ailelerde endişeye sebep olur. Eşler arasındaki çatışmaların çocukları olumsuz yönde etkilediği gerçeği uzun yıllardan beri bilinmektedir. Eşiyle olan problemlerden dolayı kendini üzgün, kızgın, yorulmuş, tükenmiş hisseden anne-baba, bir de bu problemlerin çocuklar üzerindeki etkisini düşünerek, kendini daha da çaresiz kalmış bir durumda bulabilir. EBEVEYNLER ARASINDAKİ ÇATIŞMALARA ÇOCUKLAR NASIL TEPKİ VERİR? Ebeveynler arasındaki çatışma bir kaç aylık bebeklerden başlayarak, ergenlere kadar her yaştaki çocuğu etkiler ancak, çocuklar gözlemledikleri çatışmalara farklı şekilde tepki verirler. Çocuklar yetişkinler arasındaki öfke aktarımına, genellikle ağlama, donakalma, kulakları kapatma, gergin yüz ifadesi, ortamı terk etme, çatışmaya müdahale etme, kavga eden anne-babayı önlemek için araya girme ve sözel tepkilerle karşılık verir, bazılarıysa sakin ve yardımcı bir role bürünebilirler. Bebekler ve okul öncesi çağdaki çocuklar bazen gülme, zıplama, aşırı hareketlilik gibi olumlu tepkiler veriyor gibi gözükseler de bu tepkiler mutluluktan ziyade, duyguların genel olarak uyarılmasıyla ilgilidir. EBEVEYNLER ARASINDAKİ ÇATIŞMALAR ÇOCUKLARI NASIL ETKİLER? Ebeveynler arasındaki çatışma kuşkusuz her çocuğu etkiler; yapılan bir çalışmada, yetişkinler arasında çatışmayı gözlemlemiş olan çocuklar, çatışma sırasındaki duygularının genellikle üzüntü, öfke ya da korku olduğunu belirtmişlerdir. Gerçekten de, üzüntü, korku, kaygı, depresyon, öfke ve suçluluk duyguları hemen hemen her çocuğun, özellikle boşanmanın ilk yılında yaşadığı duygulardır. Yetişkinler arasındaki çatışmalar duygusal sorunlar kadar, yaşıtlara karşı agresif olma, disipline karşı çıkma, çevreye karşı ilgisizlik gibi davranışsal sorunlara veya akademik performansın düşmesi, dikkat dağınıklığı, konsantrasyon kaybı gibi bilişsel sorunlara neden olabilir. Duygusal, davranışsal ve bilişsel sorunların yanı sıra, somatik sorunlar da çatışma halindeki ebeveynlerin çocuklarında çok sık rastlanan sorunlardır. ÇOCUKLARI EBEVEYNLER ARASINDAKİ ÇATIŞMADAN KORUMAK İÇİN NELER YAPILABİLİR? ¨ Kavgaları mümkün olduğunca çocuğun önünde yapmamaya özen gösterin. Anne-baba arasındaki kavgaların çocuklar üzerindeki olumsuz etkilerini göz önünde bulundurarak, doğru davranışın, çocukların olmadığı ortamda tartışmak olacağını söylemek mantıklı olacaktır. ¨ Özellikle çocukla ilgili tartışmaları çocuğun önünde yapmayın. Çocukları en çok etkileyen kavgalar, kendileri hakkında olanlardır. Bir çalışma, çocukların kendileriyle ilgili olan kavgalara daha çok utanç, kendini suçlama ve kavganın içine çekilme korkusuyla tepki verdiğini göstermiştir. Başka bir çalışma da, çocuk yetiştirmeyle ilgili kavgaların çocuklardaki patolojiyi daha yüksek oranla açıkladığını göstermiştir. ¨ Tartışmaların çözüme yönelik olmasına özen gösterin. Eğer çocuğunuz eşinizle olan kavganıza şahit olmuşsa, çatışmanızı çözüme ulaştırmaya özen gösterin. Anne-baba arasındaki çatışmanın çözüme ulaşması, kavganın çocuk üzerindeki duygusal ve davranışsal etkisini azaltmaktadır. Çalışmalar, çatışmanın sıklığı ve seviyesi kadar, çatışmanın altındaki anlamın da çocuklar için önemli olduğu kanıtlarını ortaya koymuştur. Çatışmanın çözüme ulaşması, bu çatışmanın yapıcı olduğunu çocukların hissetmesine yol açar, çocuğun tepkisi de buna göre değişir. Çözüme ulaşmış, yapıcı çatışmalar hem ebeveynler, hem de çocuklar için önemlidir. Her zaman çocuğun önünde çözüm bulmak mümkün olmasa da, bu konuda yapılacak açıklamadan, çocuklar fayda sağlayacaktır. Çözümün gözlenmesi ya da çözüm olduğuna dair açıklama yapılması, aynı tür etkiye sahiptir ve olumlu sonuçlanır. ¨ Tartışmayı çözüme ulaştıramazsanız, çocuğunuza açıklama yapın. Eğer çocuğunuz sizi kavga ederken görmüşse ve kavganızı çözüme ulaştıramıyorsanız, çocuğunuza, bunun herkes için üzücü olduğunu belirtin. Anne-baba arasındaki kavgayı gözlemleyen çocuğa, çözüm olmasa bile, en azından, kavganın kendi meselelerinden kaynaklandığını, çocukla hiçbir ilgisi olmadığını açıklamakta fayda vardır. Böylece çocuktaki utanç ve kendini suçlama duyguları engellenebilir. ¨ Sözel olmayan öfke ifadelerinden kaçının. Bazı ebeveynler, hiç bir şey söylemezlerse, öfkeli olduklarının anlaşılmayacağını düşünürler. Fakat çocuklar bunu hisseder ve aynı şekilde kaygı duyarlar. Yapılan çalışmalar, sözel olmayan şekilde gösterilen öfkenin, sözel öfke ifadesi kadar çocuklar üzerinde etki yarattığını göstermiştir. Sözel olmayan öfke ifadesinin kronikleşmesi, uzun vadede, sözel öfke ifadesinden daha ciddi sonuçlar doğurur. Öfkenin konuşulmaması durumunda, probleme çözüm bulmak için masaya yatırma olanağı olmadığından, çatışmanın çözümlenmesi de mümkün olmaz, bu nedenle gerilim devam eder. ¨ Ebeveyn rollerini aksatmamaya özen gösterin. Eşler arasındaki çatışmanın baskısı çoğu zaman ebeveynlerin kendi annelik-babalık rollerini aksatmalarına neden olur. Ebeveynlerin kendi rollerini uygulamakta sergilediği tutarsızlık ve etkisizlik, çocuklardaki davranış bozukluklarının en temel nedenidir. ¨ Disiplin programınızı mutlaka uygulayın. Anne-baba arasındaki ilişki problemleri çoğu zaman çocuğa karşı disiplin problemlerine de yol açar. Tutarsız disiplin, davranış bozukluklarının en temel belirleyicilerindendir. Yani, kendi problemleriyle uğraşmaya dalan anne-baba, bazen izin verdiği davranışı bazen cezalandırabilir, hatta bazen ödüllendirebilir. Bu da istenmeyen davranışın tekrarlanma olasılığını arttırır. Çocuk artan bir şekilde negatifleşmeye başladığında, kendi ilişkisindeki problemden dolayı gerilim altında olan ebeveyn, hayatında yeni bir problem daha istemediği için, çocuğa karşı pozitif ya da nötr davranmaya başlayabilir. Ancak, negatif iletişimden kaçma çabası, çocuğun kötü davranışlarını pekiştirecektir. ¨ Çocuğun duygusal ihtiyaçlarına duyarlı olmaya özen gösterin. İlişki problemleri, ebeveynlerin çocuğun duygusal ihtiyaçlarına karşı olan hassasiyetini azaltabilir, çocuktan gelen sinyalleri algılamasını zorlaştırabilir, bu da çocukla olan duygusal ilişkinin kalitesini ve çocukla ebeveynler arasındaki bağlılığın niteliğini değiştirebilir, bu nedenle değişik türde problemlere neden olur. Eşler arasındaki çatışma, ebeveynlerin kendi kaynaklarını azaltır, kognitif süreçlerini etkiler ve kendini düzenleme yetilerini azaltır. Bu da, çocuğun davranışlarına karşı aşırı duyarlılığa ve tahammülsüzlüğe yol açabilir. Ebeveynin pasifleşmesi, tepkisizleşmesi, çocuğun ihtiyaçlarına karşı duyarsızlaşması, çocukla ilişkisinde geri çekilmesi, çocuğu ihmal etmesi, negatif tavırlar sergilemesi, ya da aşırı müdahaleci olması, çocuğu kötüye kullanımı gibi olumsuz ebeveyn tutumları çocukta öfke, mutsuzluk, agresyon, dışa vurum, sosyal çekilme, depresyon, anksiyete gibi problemlere neden olur. ¨ Çocuğunuzla anlamlı bir ilişkiyi sürdürmeye önem verin. Anne-baba arasındaki soruna rağmen, ebeveyn ve çocuk arasındaki yakın ve sıcak ilişki, eleştirici olmamak, çocuğun durumunu ve ihtiyaçlarını gerekli şekilde gözlemleyebiliyor olmak, özellikle ergenlerde işlevselliğin gelişmesine yol açmaktadır. Destekleyici ev ortamında orta şiddetli çatışmalar, fayda bile sağlayabilir: çocuk stres yaratan uyaranlarla, baş etme mekanizmalarını tüketmeden, etkin bir şekilde baş etmeyi, problem çözme yetilerini geliştirmeyi öğrenir. ¨ Çocuğunuzun kavgalar sırasında ortaya koyduğu bozucu davranışların altındaki motivasyonu görün. Çocuğun, anne-baba arasındaki kavgaları engelleyen tarzda ortaya koyduğu tepkiler, negatif pekiştireç vasıtasıyla, zaman içinde tekrarlanma şansına sahip olur. Örneğin, anne-babası kavga ederken, agresif davranışlar gösteren veya ağlayan, bu vesileyle de anne- babasının kavgasını engelleyen çocuk için, bu davranış bozuklukları kısa dönemde adaptiftir, çünkü anne-babanın dikkati, daha az ciddi bir problem olan çocuğa döner. Kavgayı önleme gibi bir işlevi olduğu için bu davranışların sonraki kavgalarda da tekrarlanma olasılığı yükselecektir.
Prof. Dr. Nevzat Tarhan “Makul Çözüm” Mart 2004 Kuşkusuz bir çocuk fiziksel ve psikolojik gelişimini en güzel şekilde ailesinin içinde tamamlar. Çocuk hem annenin hem de babanın ilgisine, sevgisine, şefkatine muhtaç bir varlıktır. Çocuğun ruhsal ve zihinsel açıdan sağlıklı olmasının başta gelen şartlarından birisi elbette ki kişiliğinin ideal bir aile tarafından yoğrulmasıdır. Ancak günümüzde yıkılan ailelere ne yazık ki oldukça sık rastlıyoruz. Şu bir gerçek ki boşanmanın yükünü en fazla çocuklar çekiyor. Boşanma çocuğun hiç istemediği fakat kaçınılmaz olarak sonuçlarına katlanmak zorunda kaldığı bir durumdur. Boşanan eşler yeterince sorumlu davranmadıkları takdirde çocukta uyum ve davranış sorunları ortaya çıkabilir. Çocuğun dünyasından boşanmaya bakarsak, çocuk genellikle boşanmadan dolayı kendisini suçlu hisseder. Anne ve babasının kendisi yüzünden anlaşamadığını, onun yüzünden boşandıklarını zanneder. Bu durumda anne ve babanın yaklaşımları daha da önem kazanmaktadır. Anne babalar aralarındaki sorunları çocuğa yansıtmaktan özenle kaçınmalılar. Çocuk aile içindeki anlaşmazlıkların kaçınılmaz sonuçlarını zaten görür, bu durumun sorumlusunun kendisi olduğunu düşünür. Boşanmanın Çocuk Üzerindeki Etkisi Anne babası boşanan bir çocuk zaten o yaşta yaşayabileceği en büyük travmalardan birini yaşamaktadır. Boşanma öncesinde devamlı didişen anne baba, çocuğu depresyona iten bir sebeptir. Aileler boşanma öncesinde ve sonrasında aralarındaki sorunları çocuklarına asla yansıtmamalıdırlar. Çocuğun duygusal belleğinin olduğundan, yaşadığı her şeyi kaydettiğinden bahsetmiştik. Çocuk çok küçük bile olsa çevresinde olan biteni takip etmekte, sorunları hissetmektedir. Sorunları hisseden çocuk sıkıntısını söz diliyle anlatamadığı için bunu farklı şekillerde dışarıya yansıtır. Bu durum tırnak yeme, altını ıslatma şeklinde ortaya çıkabilir. Çocukta psikosomatik hastalıklar gözlenebilir; sık sık hasta olur, kusar, bağırsakları bozulur. Evden, okuldan kaçma, kendisine ait olmayan şeyleri alma, uyuşturucuya yönelme gibi durumlar yaşanabilir. Yıkılan ailelerde çocukluk depresyonlarına da çok sık rastlıyoruz. Aileler ne yapıp edip çocuğun kendisini boşanmanın sorumlusu olarak görmesini engellemeli ve çocuğun psikolojik ihtiyaçlarını karşılamaya özen göstermelidir. Anne baba ayrılsa da annelikten ve babalıktan istifa etmemelidir. Boşanma Çocuğa Nasıl Anlatılmalı? Ebeveyn çocuk ilişkisinde temel bir ilkemiz vardır: Çocuğu büyük insan yerine koyup ona olan biteni anlayabileceği bir dille anlatmak, fakat karşılığında büyük bir insan gibi tepki vermeyebileceğini kabul edip sabırlı ve anlayışlı olmak. Bu ilke çocuk için aşılması zor bir engel olan anne baba ayrılığında da uygulanmalıdır. Anne babalar ne yapıp edip çocuğu kendi aralarındaki sorunlardan uzak tutmalı, kaldıramayacağı sorunları çocuğa yansıtmamalıdır. Ancak boşanma çocuktan saklanılamayacak bir durumdur. Sorunları çocuğa yansıtmamak için olan biteni ondan saklamak çözüm değildir. Çocuk zaten ailesinde yaşananları takip edecek, anne baba onu bu konudan haberdar etmezse olayları zihninin elverdiği ölçüde yorumlayacaktır. Çocuğun yaşananları doğru algılaması için olayı ona bizim anlatmamız faydalı olacaktır. Aksi halde çocuk zihin kapasitesinin üstünde olan bu durumu yanlış anlar ve büyük bir ihtimalle suçu kendisinde arar. Anne baba boşanma durumunu anlatırken çok açık ve net bir dil kullanmalıdır. Ebeveynler çocuğa yaklaşırken şöyle bir tutum sergileyebilirler: “Biz senin üzüleceğini, bir müddet mutsuz olacağını biliyoruz. Bir süre bu duruma katlanman gerekiyor ama senin bu durumla ilgili hiçbir suçun ve sorumluluğun yok. Bu tamamen bizden kaynaklanan bir olay.” Anne baba çocuğa bu mesajı verebilirse çocuk bu durumdan en az zararla çıkmış olur. Boşanmadan Sonra Dikkat Edilmesi Gereken Noktalar Boşanma aile birliğinin yıkılması ve yerine yeni bir düzen kurulması anlamına gelen zor bir süreçtir. Çocuk için önemli bir travma nedeni olabilecek bu dönemin en az zararla atlatılabilmesi için ailelerin dikkat etmesi gereken bazı hususlar vardır. Bu başlık altında öncelikle ailelerin bu süreçte düşmemeleri gereken hataları vurgulayalım. Evlilik esnasında taraflardan biri gerçekten mağdur edilmiş, çok canı yanmış olabilir. Ancak unutulmamalı ki bu mağduriyetin sebebi olarak görülen kişi, aynı zamanda çocuğunuzun annesi ya da babasıdır. Elbette acı çeken bir kişi bunu eşiyle dostuyla paylaşmak isteyecektir fakat bunu yaparken bile çok dikkatli olmak gerekir. Böyle bir konuşma esnasında çocuğun da aynı ortamda bulunmamasına özen gösterilmelidir. Boşanmanın ardından anne babaların çocuğu kazanma yarışına girmelerine sık sık rastlıyoruz. Bazı ebeveynler çocuğu kendi taraflarına çekmek için çocuğa yanlış mesajlar veriyorlar. Öyle şeyler yaşanıyor ki, çocuk annesinden ya da babasından uzaklaşsın, diğer tarafı seçsin diye “Annen/Baban seni sevmiyor zaten” diyenler, karşı tarafı suçlayanlar dahi oluyor. Bu sözler çocuğun ruh dünyasında tahmin edilemez boyutlarda yaralar açar. Bu çok yanlış ve çocuk açısından çok yaralayıcı bir tutumdur. Eşler ayrılsalar bile çocuğu annesinden ya da babasından ayırmaya çalışmak, eski eşten öç almak için çocuğu kullanmak çocuğun ruh sağlığı açısından asla düşülmemesi gereken hataların başında gelir. Boşanmanın ardından anne babalar çocuğu kendi taraflarına çekmek için onun istediği her şeyi yapma yanılgısına da düşebilirler. Her istediğinin yapılması çocukta disiplin eksikliğine yol açar. Oysa ki disiplin, doğru kullanıldığı takdirde sağlıklı bir kişilik gelişimi için elzem bir unsurdur. Disiplinli olmaya alışmamış bir çocuk ileride sosyal yaşama adapte olmakta zorluk çekebilir. Boşanma sürecinde yapılmaması gereken hataların altını çizdik. Şimdi de boşanan eşlerin yerine getirmeleri gereken bazı görevlerini vurgulayalım. Boşanan eşler, aralarında yaşanan kötü olaylara rağmen arkadaş olmaya gayret göstermeliler. Yaşamı boyunca çocuğun önüne çıkabilecek bir sürü problem olabilir. Anne babanın kimi zaman bu problemlere birbirlerine danışarak çözüm bulmaları, ortak kararlar alıp uygulamaları gerekir. Herhangi bir iş arkadaşı gibi, hiç olmazsa telefonla görüşülebilir. Unutulmamalı ki anne babanın kendi sorumluğunda olan çocuklar her türlü husumetten, öfkeden daha önemlidir. Dağılan bazı aileler çocukları için bazen bir araya gelip arkadaş gibi davranabiliyorlar. Bunu başarabilmek çocuğun bu dönemi yaralanmadan atlatmasına yardımcı olacaktır. Boşanma sonrasında ebeveynlerin sorumlulukları artabilir. Boşanmadan önce çalışmayan bir anne ekonomik ihtiyaçlarını karşılamak için çalışmaya başlamak zorunda kalabilir. Bir evin sorumluluğunu tek başına yüklenmek, çocuk sahibi olmanın ve işin gereklerini bir arada yerine getirmek zordur. Fakat burada yine bir ilkemizi tekrarlama ihtiyacı duyuyoruz. Bir insanın, iyi ve başarılı olması önemlidir ama bundan daha önemlisi iyi bir anne ya da baba olmasıdır. Bir çocuk, anne babasının ilgisine, onlarla birlikte vakit geçirmeye muhtaçtır. Bu noktada sürekli ve nitelikli birliktelik, çocukla geçirilen kaliteli zaman kavramı önem kazanır. Anne ya da baba çocuklarıyla ilgilenirken bütün dertlerini, sorumluluklarını bir kenara bırakıp çocuğa odaklanmalıdırlar. Çocuk annesinin ya da babasının aklının başka yerde olduğunu hissederse kendisini dışlanmış gibi hisseder ve bir yere ait olma ihtiyacı duyar. Çocuk kendisine önem verilmediğini hissetmemeli, kendisini güvende ve ailesine ait hissetmelidir. Çocuğun psiko-sosyal ihtiyaçlarının karşılanması kişilik gelişimi açısından çok önemlidir. Anne baba çocuğunun ihtiyaçlarını görüp doyurmazsa çocuk, içgüdüleriyle bazı anlık zevklere yenilebilir, aidiyet duygusunu yanlış insanlarla tatmine yönelebilir. Çocuğun cinsel gelişimi açısından da vurgulanması gereken noktalar var. Bilindiği gibi erkek çocuklar cinsel kimliklerini babadan, kız çocuklar anneden alırlar. Örneğin üç yaşındaki bir erkek çocuk sürekli olarak anne, anneanne, teyze arasında büyürse, çevresinde yeterli erkek model yoksa cinsel kimliği yanlış gelişebilir. Çocuk yanlış cinsel özdeşimler kurabilir. Babanın erkek çocukla zaman geçirmesi önemlidir. Kuşkusuz aynı ilişki anne ve kız çocuk arasında da gereklidir. Hatırlanacağı gibi bu hususu “Anne Babası Vefat Eden Çocuklar” başlığı altında da vurgulamış, annesi vefat eden bir kız çocuğunun teyzesiyle, halasıyla, babası vefat eden bir erkek çocuğunun ise dayısıyla, amcasıyla birlikte vakit geçirmesini önermiştik. Oysa ki burada çok daha şanslı bir durumla karşı karşıyız. Aileler annenin de babanın da hayatta olmasının kıymetini bilmeli, çocuklarıyla birebir iletişim kurmayı ihmal etmemelidir. Çocuklarına verilecek sevgi, şefkat, kendini güvende hissetme duygusu hiçbir şeyle ölçülemeyecek kadar büyük bir hediyedir. Kimi zaman boşanmaların ardından ikinci evlilikler gündeme geliyor. Anne babalar ikinci evliliklerini yapınca ilk evliliklerden getirilen çocuklarla üvey anne babalar arasında bazı uyum problemleri yaşanabiliyor. Gerçi bu ilişkiyi çok iyi dengeleyen aileler de oluyor. Üvey anne eğer kendisini aşabilen, gerçeklerle yüzleşebilen biriyse denge kurup adil davranmayı başarabiliyor. Fakat problemli ailelere de çok daha sık rastlıyoruz. Bu nedenle üvey anne çocuk ilişkisine bu başlık altında değinmek yerine bu konuyu ayrı bir başlıkla değerlendirmeyi daha faydalı buluyoruz. Boşanma konusu üzerine söylediklerimizi özetlersek; boşanmalardan çocuğun nasıl en az zararla çıkabileceğini düşünmek gerekir. Çocuğun boşanmadan ötürü kendi suçlaması muhakkak önlenmelidir. Ebeveynlerin “Biz ayrılıyoruz ama annelikten babalıktan ayrılmıyoruz. Arkadaş kalacağız ve senin iyiliğin için elimizden gelen her şeyi yapacağız” mesajını çocuğa vermeleri, ayrıldıktan sonra da geçmişte yaşananlara sünger çekip çocuğun ihtiyacı doğrultusunda dayanışmaya girmeleri çocuk açısından en iyisidir. Çocukluk döneminin kişiliğin oluşması açısından ne denli önemli olduğunu biliyoruz. Çocuğun bu dönemi mümkün olduğunca sağlıklı geçirmesi için aileler ellerinden gelen özeni göstermelidirler.
Hormonal nedenler Seks hayatı ve hormonların çalışması birbiriyle önemli derecede bağlantılı. Bunun en iyi göstergelerinden biri, doğum kontrol hapı kullanan kadınların söyledikleri. Doğum kontrol hapı alınmadan önceki günler ve sonrası kıyaslandığında, kadındaki testosteron seviyesinin yükseldiği ve kadının seks isteğinin de bu duruma göre değiştiği biliniyor. Menopoz dönemindeki isteksizlikler de hormonlarla bağlantılı. Eksilen hormonun takviyesiyle kadınlar bu problemi kolaylıkla halledebiliyorlar. Çok az uyumak Uyku ve seks hayatınızın canlılığı birbirine paralel gidiyor. Uyku, vücudun ısısını düzenliyor. Uykunun azalmasıyla bu düzen bozuluyor, cinsel istek de düşüyor. Tedavisi çok kolay ve ucuz. 7-9 saatlik uyku, cinsel isteğin canlanması için yeterli. Haftada üç kez yirmi dakika yapılan egzersiz, kafeinden sakınmak, gece içkiden uzak durmak, çok aç veya çok fazla yemek yemiş olarak yatağa gitmemek uykuyu artırıyor. Çok fazla egzersiz Zayıflamak veya forma girmek için egzersiz yapıyor olabilirsiniz. Ancak çok abartmayın. Yapılan araştırmalar kandaki testosteron seviyesinin fazla egzersiz nedeniyle yükseldiğini ve cinsel isteği düşürdüğünü gösteriyor. Özellikle menopoz dönemindeki kadınların fazla egzersizden uzak durmaları gerekiyor. Depresyon Çağımızda çoğu hastalığın sorumlularının başında depresyon geliyor. Depresyon, hayata karşı isteği azaltıyor, memnuniyetsizliği artırıyor. Birincil olarak da, cinsel hayat etkileniyor. Kurtulabilmek için depresyonun tedavi edilmesi gerekiyor. Anti-depresanlar Depresyon tedavisinde kullanılan ilaçlar mükemmel ancak cinsel isteği azaltan katillerden biri de onlar. Depresyon tedavisinde alınan bu ürünlerin en önemli yan etkilerinden biri, bu. Doktorlar, bu yan etkiden kurtulabilmek için haftanın değişik günlerinde farklı doz uyguluyorlar. Ayrıca afrodizyak takviyesi de yapıyorlar. Stres Geç saatlere kadar çalışıp, üstlere karşı önemli raporlar hazırlayan ve sayısız aksilikle karşılaşan bir insan gece eve gittiğinde sevgilisiyle sevişemiyor. Yoğun trafikte savaşan insan da öyle. Çocuğunun sorunlarından bunalmış insan da. Sayısız stres faktörü, cinsel isteği düşürüyor. Eğer bu faktörler değişmezse,isteksizlik de kronikleşmeye başlıyor. Seksi çok fazla istemek: Sayısız fantaziniz var ama bir araya gelince hiçbir şey olmuyor. Doktorlara göre, insanın çok fazla istediği halde karşısındaki insanla sevişememesinin nedeni, yüksek oranda psikolojik. Çeşitli travmalardan sonra da ortaya çıkabiliyor. Örneğin tecavüze uğramış kadınlarda sık karşılaşılan bir sağlık problemi.
*Çocuklarınızın sözünüzü dinlememelerini istemiyorsanız yerine getirip getirmediklerine bakmazsızın emirler yağdırmayın. Onlardan yerine getiremeyecekleri şeyler istemeyin Suçlarını zamanında cezalandırmak yerine kuru tehditler savurmayın” HİKAYE Çocuklarını iyi terbiye ettiğini zanneden bir anne baba varmış Anne daha çocuklar kahvaltıya oturmadan emirler yağdırmaya başlarmış “Sait odanı toplamayı – yatağını yapmayı unutma Pijamaları da yerine as Nurdan sen de kardeşi yardım et. Yatağınızdan kalkar kalkmaz yüzünüzü yıkamayı unutmayın” Bütün bu istekler normal karşılanabilirdi ama hiç bir gün yapılıp yapılmadığı kontrol edilmezdi. Çocuklar bozuk bir plak gibi her gün aynı emirleri dinler fakat hiçbirini yapmazlardı Babada kuru tehditlerle meşhurdu “Bana bak Sait şu kitaplarının dağınıklığından utanmıyor musun Bir daha onları yerli yerine koymadığını görürsem inan ki çok fena yaparım.” Çocuklar yağdırılan emirlerin savrulan tehditlerin boş olduğunu çoktan öğrenmişlerdi. Onun içinde bir gün olsun odalarını topladığını kitaplarını yerlerine konduğunu gören olmamış
Dünyanın bugün geldiği nokta ekonomik olarak kadınların da iş gücünün içinde yer almasını gerekli kılıyor. Değişen yaşam ve tüketim anlayışı, çağın getirdiği yeni ihtiyaçlar bir yandan kadının ekonomik yaşamdaki rolünü arttırırken diğer yandan annelik kimliğini daha zorlu bir hale sokuyor. Kadınların iş yaşamı içinde daha etkin yer almaları çocuklu kadınlar için kimi zaman bazı problemleri de beraberinde getiriyor. Konumuz çocuklu kadınların iş yaşamında yer almasının doğru olup olmadığını sorgulamak değil. Bu başlık altında, kadının çalışmasını bir olgu olarak kabul edip çalışan kadının annelik kimliğinin gereklerini yerine getirmede karşılaşacağı sorunların altını çizmeyi ve bu durumu çocuk için daha sağlıklı bir hale getirme yönünde çözüm önerileri sunmayı hedefliyoruz. Yapılan araştırmalar, gebeliğin son aylarından itibaren çocuğun duygusal belleğinin olduğunu ve çocuğun sevilip sevilmediğini, istenip istenmediğini belleğine kaydettiğini gösteriyor. Beynimiz düşünceleri ve bilgileri hafızamıza kaydettiği gibi duygularımızı da kaydeder. Çocukluk dönemlerinde de sevilip sevilmemek, istenip istenmemek çocuğun beynine sürekli yazılır. Çocuk bir yaşına kadar hep kaydeder. Konuşmaz ama konuşuncaya kadar olanları kaydeder. Çocuk, doğduktan sonra kendisini annesinin bir parçası olarak görür, “annem ve ben” demeye başlar. “Annem, ben ve diğerleri” kavramı ise çok daha sonra şekillenir. Yani bu dönemde annenin ilgisini, şefkatini hissetmesi kişilik gelişimi açısından çok önemlidir. Çocuğun kişilik gelişimi ve duygusal gelişimi açısından ilk dört yılın hayati bir önemi vardır. Deyim yerindeyse bu süre zarfında çocuğun beyninde kişiliği ile ilgili bir network oluşur, kişiliğinin temel özellikleri oturur. İlk dört yıl çocuğun anneyle duygusal alış veriş ve paylaşım içinde olması, çocuğun kendini güvende hissetme ihtiyacını karşılamanın en kolay ve en emin yoludur. Bebekliğin ilk döneminde anne çocuktan birkaç saat uzaklaşsa, çocuk kendisini sudan çıkmış balık gibi hisseder. Çocuk kendini güvende hissetmezse müthiş bir tehdit altında olduğunu zanneder, korkar ve bünyesi stres hormonları salgılar. Annesini “sığınılacak bir liman” olarak gördüğü için annenin varlığı çocuğun kendisini güvende hissetmesini sağlar. Hatta halkımızın kısa süreliğine annesinden ayrı kaldığı için huysuzlaşan, ağlayan bebekleri sakinleştirmek için bulduğu güzel bir çözüm vardır: Çocuk ağladığı zaman ona annesinin bir eşyasını koklatırlar, annesinin kokusunu alan çocuk sakinleşir çünkü bu koku kendisini güvende hissetmesini sağlar. Çocuğun temel güven duygusunun gelişmesi için anneyle kurduğu ilişkinin önemini dile getirdik. Fakat bu durum doğumun ardından kısa bir süre sonra işe dönmek zorunda kalan annelerce çözümsüz bir sorun olarak algılanmamalıdır. Gerçekten de anne çocuk ilişkisi güven duygusunun oluşması açısından önemlidir ancak güven duygusu açısından hayati olan teke tek ilişkidir. Elbette ki ideal olan teke tek ilişkinin anneyle kurulmasıdır. Fakat bu ilişkiyi çocuk annesinin dışında biriyle de kurabilir. Çocuk açısından annenin A ya da B olması önemli değildir. Çocuk ilk anda anneye alıştığı için onu, daha doğru bir ifadeyle kendisine alıştığı ve yanında kendini güvende hissettiği kişiyi arar. Alıştığı kişinin kokusunu, gülüşünü, bakışını duygusal hafızasına yazmıştır ve onu aramaktadır. Ancak bir müddet sonra kendisiyle aynı yoğunlukta, aynı şekilde ilgilenen bir başka kişiyi de benimser. Bu kez de onu sığınılacak bir liman olarak görür. Bu noktada güvenilir bir bakıcı bulup onu değiştirmemenin çocuğun güven duygusunun gelişmesi açısından önemini vurgulamalıyız. Bakıcının sık sık değişmesi çocuğu psikolojik olarak etkiler. Yuvaya bırakılan, yuvada çok iyi bakılan, yedirilen, içirilen çocuklarda görülen hospitalizasyon hastalığı adlı bir rahatsızlık vardır. Bu çocuklarda yuvada kendilerine özenle bakıldığı halde gelişme geriliği görülmüştür. Bunun nedeni araştırıldığında ortaya şu sonuç çıkmıştır: Bu yuvaların özelliği, bakıcıların vardiyalı çalışmasıdır. Bakıcılar çocuklarla çok iyi ilgilenmektedirler ama sürekli farklı bakıcılar çocuklarla ilgilendiği için çocuğun duygu alış verişi yapacağı, teke tek ilişki kuracağı birisi olamamaktadır. Yapılan araştırmalar bu yuvadaki çocukların beyinlerinin büyüme hormonu salgılanmadığını, bu yüzden çocukların büyümesinin yavaşladığını ve buna bağlı olarak da vücut dirençlerinin düştüğünü, sık sık hasta olduklarını bulgulamıştır. Eğer çocuğun bakıcısı sürekli aynı kişi olursa ve çocuk onunla iyi bir ilişki kurabilirse böyle bir sorun yaşanmaz. Bu noktaya kadar daha çok bebeklik döneminden bahsettik. Ancak diyebiliriz ki çocuk beş altı yaşına kadar, kabaca okul dönemine değin anneye bağlıdır. Kişiliğini annesine bağlı olarak kurgular. Yine vurguluyoruz ki ideal olan çocuğu ilk dört yıl annenin büyütmesidir, bununla beraber bir çocuğun okul dönemine kadar annesine bağlı olduğunu da akıldan çıkarmamak gerekir. Annenin çocuk okul çağına geldikten, çocukta gerçeklik kavramı geliştikten sonra çalışmaya başlaması çocuk açısından çok daha uygundur. Bu durumda bile dikkat edilmesi gereken bazı noktalar vardır. O ana kadar çalışmayan annesinin bir anda çalışmaya başlaması çocuk açısından yeni bir durumdur ve bunu kabullenmekte zorluk çekebilir. Dahası çocuğun bunu annesinin kendisini terk ettiği şeklinde yorumlaması ve sebebini de kendinde araması söz konusu olabilir. Çalışma hayatına dönen anne bu durumu çocuğuna onu büyük bir insan gibi kabul ederek anlatmalıdır. Her şeyi açık ve çocuğun anlayabileceği bir dille ifade etmeli ve bu durumun kendisinden kaynaklanmadığını özellikle belirtmelidir. Aslında çocuğu duygusal açıdan zedeleyen şey hayatın gerçekleri değil, anne babanın ona karşı olan tutumudur. Çocuğu büyük bir insan gibi kabul etmek gerekir. Ona hayatı, gerçekleri, acıları ciddi ciddi anlatmazsak, çocuk gibi davranmaya devam edersek, çocuk kendisini aptal gibi hisseder. Oysa büyük insan gibi gerçekleri ona açık bir şekilde anlattığımız zaman kendisine değer verildiğini düşünür. Anne çocuğa karşı sakin ve soğukkanlı olabilirse çocuk durumu daha kolay kabul edebilir. Aksi halde sinirli, heyecanlı bir üslup çocuğun da aynı hislere bürünmesine ve olayı kabullenmekte zorlanmasına yol açabilir. Çocuk anlamaz diye düşünüp ona ciddi bir açıklama yapılmadığı zaman bu belirsizliğin çocuğa verdiği zarar daha fazla olur. Ona anladığı dille gerçekleri söylemek gerekir. Söylediklerimiz belki başta çocuğu çok üzecektir ama üzüntü duygusu acı çekmemiz için değil çözüm üretmemiz için verilmiştir. Çocuk ilk zamanlarda bu duruma üzülecektir. Fakat zamanla annesinin kendisini hâlâ sevdiğini, kendisine önem verdiğini görüp yeni durumu kabul edecektir. Kaldı ki üzüntü duygusuyla tanışmak ve ardından üzüntüye çözüm üretmeye çalışmak çocuğun kişiliğinin gelişmesine olumlu katkı sağlar. Çocuk aşırı koruma altına alınmamalı, kaldırabileceği gerçekler anlayabileceği bir dille onunla paylaşılmalıdır. Bu hem belirsizlikten doğacak sıkıntıyı giderir hem de çocuğun kendisini önemli hissetmesini sağlar. “Annem hayatındaki yenilikleri bana anlatıyor, demek ki ben onun için önemliyim” diye düşünür. Annenin çalışması durumunda babanın da anneye destek olması, annenin çalışmasından kaynaklanan boşluğu doldurmak ve çocuğunun yeni aile düzenine uyum sağlaması için çaba harcaması gerekir. Henüz çocuğun zihninde baba kavramının yerleşmediği bir dönemde olunsa dahi babanın da çocuğun sorumluluğunu hissetmesi, en azından annenin bu dönemi daha rahat atlatması için emek vermesi lazımdır. Kaliteli Zaman Geçirmenin Önemi Anne çalışıyorsa çocuğuyla geçirdiği zamanın kaliteli olmasına dikkat etmelidir. Gerçi kaliteli zaman bütün ilişkiler için tavsiye ettiğimiz bir şey, fakat çalışan anneler çocuklarına pek fazla vakit ayıramadıkları için onlar açısından daha çok önem kazanıyor. Kaliteli zaman geçirmek, “nitelikli ve sürekli beraberlik” kurmaktır. Birlikte geçirilen süre içinde anne ve çocuk arasında gerçek bir ilişki olmalıdır. Anne çocuğunu kucaklamalı, onunla göz teması kurmalı, oynamalı, konuşmalıdır. Çocuğun annesinin kokusunu duymasının kendini güvende hissetmesi açısından önemli olduğunu vurgulamıştık. Eğer anneler bir saat ya da yarım saatlik bir zamanı çocuklarıyla birlikte geçireceklerse, o vakti doya doya yaşamayı, çocuklarının anlatacağı şeyleri dikkatle dinlemeyi, duygularını paylaşabilmeyi, sevgilerini hissettirmeyi başarabilmeliler. Kaliteli zamanı tanımlarken nitelikli ve sürekli beraberlik demiştik. Gerçekten de beraberliğin nitelikli olması tek başına yeterli değildir. Anne çocuğuna çok uzun bir süre ayıramayacak kadar yoğun olabilir, önemli olan kısa da olsa bu ilişkiyi sürekli kılmaktır. Çocukla göz teması kurarak, karşılıklı paylaşım içinde olarak, kaygılarını gidererek, onu rahatlatarak geçirilen zaman ne kadar kısa olsa da çocuk açısından çok önemlidir, ona verilecek en büyük hediyelerden biridir. Her gün kısa da olsa bir zaman dilimini nitelikli ve sürekli bir ilişki içinde geçiren çocuk, annesinin çalışmasını tolere edebilir. Büyükannelerin Yanında Büyüyen Çocuklar Toplumumuzda çalışan annelerin, çocuklarının bakımında anneanne veya babaanneden yardım almasına sık sık rastlıyoruz. Bu hem ekonomik açıdan hem de güvenilirlik açısından ailelerin tercih ettikleri bir yoldur. Ancak çocuğa bakacak kişi başka bir şehirde oturuyorsa yani anne ve çocuğun sürekli ve nitelikli birliktelik yaşamasına engel olacak bir vaziyet söz konusu ise bu konu üzerinde birkaç kere düşünülmelidir. Çocuğu anneden uzun süreler için ayırmak anne çocuk ilişkisi açısından ciddi bir risk taşır. Annelerinden uzakta büyüyen çocuklar evlerine geri döndüklerinde bir uyum problemi yaşayabilirler. Çocukluk depresyonu dediğimiz hayattan zevk alamama, içe kapalılık, anneye küsme, altına kaçırma, tırnak yeme gibi belirtilerle bize getirilen kimi çocukların yaşadıkları sorunun nedeninin çoğu zaman anneden yoksun kalma olduğunu saptıyoruz. Gerçi birçok ailede büyükanneler çocukla gerçek ve sağlıklı bir ilişki, teke tek güven ilişkisi kurmayı başarabiliyorlar ama bu durum yine de çocuk açısından bir risk taşır. Çocuğa “Annem beni bırakmış” duygusu hissettirilmemelidir. Her zaman vurguladığımız bir gerçek vardır: İyi insan, başarılı insan olmak önemli fakat iyi bir anne baba olmak daha önemlidir. Anneden yoksun kalmadan ya da başka bir nedenden kaynaklanan çocukluk depresyonuyla yüz yüze gelinirse ümitsizliğe kapılmamak ve profesyonel yardım almak gerekir. Çocuğun ruhsal yapısı çok plastiktir. Yeni duruma uyum sağlayabilir. Bu durumda ilişkiyi yeniden başlatmak, sağlıklı ve kaliteli bir ilişki kurmak ve bunu bir profesyonelin yardımıyla desteklemek sorunun çözülmesine katkı sağlayacaktır. Son olarak şu noktanın altını çizmek faydalı olacaktır: Büyükanne ve büyükbabalar torunlarına duydukları yoğun sevgiden ötürü çoğu zaman sevgi-disiplin dengesini, disiplin aleyhine bozarlar. Oysa ki bir çocuğun kişilik gelişiminde sevgi kadar, doğru yöntemlerle verilmiş disiplin de önem taşır. Torun yetiştirme sorumluluğunu üstlenen büyükannelere bu dengeyi gözetmelerini ve doğru-yanlış, iyi-kötü gibi kavramları çocuğun zihnine yerleştirme konusunda anneyle söz birliği etmelerini tavsiye ediyoruz. Ahlaki normlar çocuğun zihnine erken yaşlardan itibaren yerleşmeye başlar. Bu nedenle çocuğa iyi-kötü, doğru-yanlış kavramlarını tutarlı bir biçimde öğretmeye dikkat etmenin ve bunları hayatına geçirmesine yardımcı olmanın önemi büyüktür.
Çocuklarını çalışarak büyüten anneler bunun yaşamlarındaki en zor şey olduğunu söylerler. Çalışan annelerin bir bölümü ekonomik yetersizlikler nedeniyle çalışmak zorunda oldukları, diğer bir bölümü ise ekonomik bağımsızlıklarını kaybetmemek veya mesleklerinden uzak kalmamak için çalışır. Her iki koşulda da çalışan annelerin en önemli sorunları aşağıdaki şekilde gruplandırılabilir; a. Çocuk bakıcısı arayışı, b. Aşırı sorumluluk yüklenme, zihinsel ve bedensel yorgunluk, c. Suçluluk duygusu. a. çocuk bakıcısı arayışı Çocuğunuza kimin bakacağına doğumdan önce anne ve baba birlikte karar verin. Çocuğunuza bakmasına karar verdiğiniz kişi bir akraba ise: Bu kişinin çocuğunuza bakmaya gerçekten gönüllü ve uygun olduğundan emin olun, Bu kişiden çocuğunuza mümkünse kendi evinizde bakılmasını isteyin, Çocuğunuzun geceleri ve hafta sonları sizinle kalmasını sağlayın, Bu kişiye çocuğunuzun bakımı ve eğitimi ile ilgili tüm beklentilerinizi açık bir şekilde ve anne-baba biraradayken bildirin. Çocuğunuza bakmasına karar verdiğiniz kişi bir çocuk bakıcısı ise, Bu kişinin çocuk bakıcılığı için gerçekten yeterli ve uygun olduğundan emin olun, Bu kişiden çocuğunuza kendi evinizde bakılmasını isteyin, Evinizde yatılı kalarak çocuğunuza bakmasını talep etmeyin, Bakıcının çalışma düzenini ve iş tanımını önceden belirleyin, çocuğunuzun bakımı ve eğitimi ile ilgili tüm beklentilerinizle birlikte açık bir şekilde ve anne-baba biraradayken bu kişiye bildirin, Yeterli bir süre çocuğunuza bu kişiyle birlikte bakın ve çalışmaya başlamadan önce aşamalı olarak günün belirli saatlerinde evden uzaklaşarak çocuğunuzu bu uzun süreli ayrılığa yavaş yavaş alıştırın. Çocuğunuza bakıcı ararken şunlara dikkat edin; Bakıcıda aradığınız özellikleri önceden sıralayın ve önceliklerinizi belirleyin (tıpatıp beklentilerinize uygun biri karşınıza çıkmayabilir), Bakıcıyı mümkünse evinde ziyaret edin, çocuklarıyla ilişkisini gözlemleyin, Referanslarıyla ve komşularıyla görüşün, gerekli belgeleri temin edin. Çocuğunuza bakıcı ararken şu özelliklere sahip olmasına dikkat edin; Temiz, düzenli ve dürüst olmasına, Aile yaşantısının düzenli olmasına, Dakik ve elinin çabuk olmasına, Sevecen ve güleryüzlü olmasına, Esnek ve hoşgörülü olmasına, katı-kuralcı olmamasına, Yeniliğe ve değişime açık olmasına, sabit fikirli olmamasına, Sorumluluk ve insiyatif sahibi olmasına, İletişim becerisinin olmasına, Yaş ve kişilik olarak bakılacak çocuğun annesine benzemesine, Sabırlı olmasına, Eğitimli, kendini yetiştirmiş ve bilinçli olmasına, Çocuğu ya da işe devamını etkileyecek bir rahatsızlığının olmamasına, Sigara içmemesine. b. aşırı sorumluluk yüklenme, zihinsel ve bedensel yorgunluk Çalışan annenin en önemli sorunu aşırı sorumluluk yüklenmesi ve yorgunluktur; çünkü bu sorun annelere çözümsüz ve başa çıkılamaz gibi görünür. Alışıldık bir düzen vardır; evde ve işte yapılacaklar zaten belirlidir, şimdi hepsine geceyi gündüze katan bir bebek eklenmiştir ve gün 24 saattir, dolayısıyla yorgunluk kaçınılmazdır. Böyle değerlendirince, gerçekten de çalışan anne için yapılacak pek birşey yok gibi görünüyor. Oysa ki, durum hiç de öyle umutsuz değil, çalışan anneler iş listelerini pekala hafifletebilirler; Gerek evde gerekse işte, yükünüzün arttığı dönemlerde bir süre yalnızca acil ve önemli olan işlerinizle ilgilenin Bazı işleri başkalarına devretmeyi deneyin, işyerinde iş arkadaşlarınızdan; evde ise eşinizden, varsa diğer çocuklarınızdan veya yakınlarınızdan yardım isteyin. Çocuğunuz yokken evinizle, kadın olduğunuz için eşinizden daha çok ilgilenmiş olabilirsiniz, bu aynı düzenin devam edeceği anlamına gelmez. Eşiniz yeni doğan bebeğinizi emziremez belki ama, bugüne kadar hep sizin hazırladığınız akşam yemeğini hazırlayabilir. Aile içinde yapılabilecek ufak düzenlemeler size kısacık da olsa rahat bir nefes alma olanağı sağlayacaktır. Yükünüzün çok arttığını hissettiğiniz yerde bazı alışkanlıklarınızdan tamamen vazgeçin, bunun için kendinize önceden “vazgeçilebilirler listesi” bile hazırlayabilirsiniz. Örneğin, ev işleri için düzenli bir yardımcı alamıyorsunuz ve iki haftada bir mutlaka mutfağın dolaplarının temizlenmesini gerekli buluyorsunuz ve artık buna ayıracak zamanınız yok. Eşiniz hayatta yapmaz böyle bir işi, anneniz çok yaşlı, akadaşınıza böyle bir şeyi teklif etmeyi düşünemezsiniz bile… O zaman bu alışkanlığınızdan vazgeçin ya da bu düşüncenizi terkedin; iki haftada bir mutlaka mutfağının dolaplarının silinmesini gerekli bulan bir kadın değilsiniz artık. Mutfak dolapları bekleyebilir, arkadaşlarınız bekleyebilir, müşteriler ve hatta müdürünüz bile bekleyebilir, ama çocuğunuz bekleyemez. İnsan yaşamında pek çok şeyden istifa edebilir herhalde, ancak annelikten istifa edemez. c. suçluluk duygusu Dozu değişmekle birlikte hemen her çalışan annenin yaşadığı bir duygudur suçluluk. Bu duyguyu hafifletmek için şöyle düşünebilirsiniz; – çalışmak zorundayım (çocuğum için para kazanmam gerekiyor) – çalışmayı seviyorum (çocuğum mutlu bir anneyi hakediyor) Çalışan annelerin çoğu (ekonomik zorunluluklar nedeniyle doğumdan sonra işe başlayanlar dışında) çocuk sahibi olmadan önce de, çalışan kadınlardır. Önceden çalışma hayatı olan, üretken bir kadının uzun süre evde oturması, mesleki kaygılar, sosyal ve duygusal tatminsizlikler doğurur. Oysa her çocuk mutlu, üretken, kendisiyle barışık bir anneyi, kendisi için işini terketmiş, saçını süpürge etmiş bir anneye tercih eder. Unutmayın ki çocuğunuz sizin aynanızdır; siz mutluysanız o da mutlu olur, siz kaygılıysanız o da kaygılıdır, siz hayatla hep kavga ederseniz o da kavga eder. İşlerinizi planlı yaparak, hiçbir şey için çocuğunuza ayırdığınız zamandan çalmayarak ve bu zamanı en verimli şekilde değerlendirerek suçluluk duygusundan kurtulmaya çalışın. Hafta sonu onunla başbaşa yapacağınız bir doğa gezisi, haftanın 5 günü sabahtan akşama kadar onunla birlikte olup hiçbir şey paylaşmamaktan çok daha iyidir. Çocuğunuzla birlikte olduğunuz süre değil, bu süreyi nasıl değerlendirdiğiniz önemlidir. Bu sürenin azlığına ya da çokluğuna değil, çocuğunuzla kurduğunuz ilişkinin kalitesine ve bunu geliştirmeye odaklanmaya çalışın. Suçluluk duygusundan kurtulmaya çalışırken pratikte sizi zorlayan durumlarla karşılaşırsınız, bunların üzerinde çok fazla durmamaya gayret edin. Örneğin; çocuğunuzu kreşe veya bakıcı annesine bırakıp işe giderken ilk zamanlar arkanızdan bir süre ağlayacaktır, bu çok doğaldır.* Çocuğunuz bazen size bir yabancı gibi davranacaktır, babaannesine daha düşkün olacaktır veya bakıcı annesine “anne” diyecektir. Bunlar kuşkusuz her anneyi üzer ve suçluluk duygusunu artırır. Bu gibi durumları çocuğunuza bakan kişiye atfetmemeye çalışın, hatta çocuğunuz kendisine bakan kişiyi bu kadar sevdiği için sevinin. Bu durumları çocuğunuzun size verdiği bir mesaj olarak da algılayabilirsiniz; onunla daha çok birlikte olun ve oynayın.*2 Unutmayın, çalışan bir annenin çocuğu olmak hayatta insana kaybettirdiklerinden çok daha fazla şey kazandırır. * Haftalarca süren ağlamalar ve bunlara eşlik eden başka sorunlar varsa, mutlaka bir uzmana başvurun. *2 Annenin herhangi bir sebeple çocuğuna karşı ilgisiz olduğu durumlar burada söz edilenin dışındadır ve bunlar ayrıca ele alınmalıdır.
ÇOCUKLARI KENDİNİZE KARŞI KİNLİ YAPMANIN YOLLARI “Ona karşı daima aksi ve asık suratlı olun. Niyetinin ne olduğuna bakmaksızın, en küçük kabahatini ceza ile karşılayın.. böyle davrandığınız takdirde size nasıl kin beslediğini görecek, bana hak vereceksiniz…” HİKAYE “Güzel Leman’ a babası oyuncak bir mutfak takımı almıştı. Pırıl pırıl parlayan bu küçük madeni kapları çok sevmişti. Ona bundan daha güzel bir hediye verilemezdi. Mutfak takımına kavuştuğu gün, sevincine diyecek yoktu. Onları yıkamış, kurulamış, kutusuna yerleştirmişti. Arkadaşları kendini ziyarete geldikçe mutfak takımlarını çıkarır, onlara yemek pişirir, ziyafet verirdi. Kardeşi kemal, sık sık oyunlarını bozuyorsa da Leman fazla ses çıkarmıyordu. Bir gün, ablası okulda iken, kardeşi onun mutfak takımlarıyla oynamak istediğini söyledi. Babası da verdi. Kemal kıskanç bir çocuktu. Niyeti oynamak değil, ablasının oyuncaklarına zarar vermekti. Nitekim oynuyormuş gibi yaparak bardaklardan birini ayağı ile ezdi Leman, eve gelip mutfak takımının dağılmış olduğunu görünce heyecanlandı. Onları düzeltmek isterken ezilmiş bardağı fark etti. Üzüntüden gözlerine iri yaş taneleri doldu. Annesi oyuncakları Kemal’e babasının verdiğini söyleyince sesini çıkarmadı. Acısını kalbine gömdü. Ertesi gün iki tabak daha aynı akıbete uğrayınca Leman dayanamadı. Ezilmiş bardağı ve tabakları alıp babasına koştu: “Babacığın, görüyor musun; Kemal oyuncaklarımı ne hale getirmiş!..” dedi ve ağlamaya başladı: babasının cevabı ne oldu biliyor musunuz: “ne olmuş yani! Onların ben vermedim mi? Çekil git şimdi başımdan, seninle uğraşacak zamanım yok!” Leman, kendisi için çok değerli oyuncakların ezilmiş olmasına aldırış etmeyen bu babaya içinden kin besledi. Aradan bir hafta bile geçmemişti ki, küçük kızın pembe yanakları soldu. Eski neşesini kaybetti. O olaydan sonra, babasına sevgi ile baktığını gören olmadı….”
GAZİANTEP – Uzmanlar, 13 Eylül`de başlayacak olan yeni öğretim yılında özellikle, çocukları okula yeni başlayacak olan aileleri çok dikkatli olmaları konusunda uyarıyor. Çünkü, eğitim-öğretimin başarısı çocukların sadece fiziksel olarak değil, psikolojik olarak da okula hazırlanmasıyla mümkün oluyor. Gaziantep Rehberlik ve Araştırma Merkezi (GARAM) Psikoloğu Özgül Kılıç, çocuğun okula en iyi şekilde hazırlanması için ailelerin çocuklarını çok iyi tanımak zorunda olduğunu belirterek, “Her çocuğun zeka düzeyi farklıdır. Aile, zihinsel gelişimi çok iyi tahlil edip, okul konusunda üzerine düşeni yapmalı. Okula yeni başlayacak olan çocuk, yeni bir ortama gireceği ve aile ortamından uzaklaşacağı için uyum sorunu yaşayabilir” diye konuştu. ANNELER DİKKAT! Okula başlayan bazı çocukların, anneye fazla bağımlı olduğunu, bazı çocukların ise güven sorunu yaşayabilecekleri gibi, anne ve babaları tarafından sevilmedikleri duygusuna kapılabileceklerini ifade eden Kılıç, bunların çok iyi gözlemlenip, okula niçin gitmesi gerektiğinin, anlayabileceği bir dille anlatılması gerektiğine dikkati çekti. AİLELERE ÖNERİ Ailelerin, çocuklarını okula en iyi şekilde hazırlamak için rehberlik ve araştırma merkezlerine başvurabileceklerini vurgulayan Kılıç, şöyle devam etti: “Uzmanlarımız bu konuda titiz bir çalışma içerisinde. Yeter ki aileler merkezlere gelip, yardım istesinler. Eğitimde psikolojik hizmetler çok önemli. Bu hizmet, eğitim ve öğretimin başarısı için yapılması gereken ilk aşama. Ayrıca, özel eğitime ihtiyaç duyan çocuklar da belirlenebilir. Özel eğitimin başarısı için erken tespit çok önemli. Ancak, bu konuda ailelerin fazla duyarlı olmadığı bilinen bir gerçek. Yeterli sayıda aile gelmiyor. Merkezimize gelen çocuklar daha çok eğitim kurumları tarafından gönderiliyor. Çoğu zaman da geç kalınmış oluyor.” Kılıç, okula yeni başlayan çocukların başarılı olmaları için öğretmenlerin tutum ve davranışlarının da çok önemli olduğunu sözlerine ekledi.
 Sadece bu sabah için, içimden ağlamak geldiği halde yüzünü gördüğümde gülümseyeceğim.  Sadece bu sabah için, ne giymek istediğinin seçimini sana bırakacağım ve gülümseyerek ne kadar yakıştığını söyleyeceğim  Sadece bu sabah, çamaşırları yıkamaktan vazgeçip seninle parkta oynamaya gideceğim  Bu sabah bulaşıkları lavaboda bırakıp bulmacanın nasıl çözüldüğünü bana öğretmeni izleyeceğim  Öğleden sonra telefonun fişini çekip bilgisayarı kapatacağım ve arka bahçede oturup seninle köpükten balonlar uçuracağım  Bu öğleden sonra dondurma arabası için çığlıklar attığında sana hiç kızmayacağım ve gelirse bir tane alacağım  Bu öğleden sonra seni ilgilendiren konularda ikinci bir düşünce üretmeyeceğim  Bu öğleden sonra kurabiye pişirirken bana yardim etmene izin vereceğim ve tepende dikilip düzeltmeye çalışmayacağım  Bu öğleden sonra Mc Donald`s a gideceğiz ve iki tane çocuk menusu isteyeceğiz ki, iki oyuncak alabilesin  Bu gece seni kollarımda tutacağım ve nasıl doğduğunu seni ne kadar çok sevdiğimi anlatacağım  Bu gece küvette suları sıçratmana izin vereceğim ve sana hiç kızmayacağım  Bu gece geç saate kadar oturmana ve balkonda oturup yıldızları saymana izin vereceğim  Bu gece yanına uzanıp en sevdiğim TV programlarını bir kenara bırakacağım  Bu gece sen dua ederken parmaklarımı saçlarında dolaştırıp bana en büyük armağanı verdiği için tanrıya şükredeceğim  Kayıp çocuklarını arayan anne ve babaları düşüneceğim  Yatak odaları yerine çocuklarının mezarlarını ziyaret edenleri ve hastane odalarında donuk bakışlarla, daha fazla içlerinde tutamadıkları çığlıklarıyla hasta çocuklarını seyreden anne babaları düşüneceğim  Ve bu gece yanağına iyi geceler öpücüğü kondurduğumda seni biraz daha siki ve biraz daha uzun tutacağım kollarımda Tanrıya senin için teşekkür edip bize yalnızca bir gün daha vermesi için yakaracağım…
*Çocuğun kendini ifade etmesine müsaade etmek *Çocuktan yaşı ve kapasitesi dışında davranışlar beklememeli *Sorumluluklar yüklemek ve bunları başarmasını sağlamak gerekir *Çocuğun başarısını övmek ve onu yüreklendirmek gerekir
MİNE ÖZKAMALI Yapılan araştırmalar özellikle ilk beş yaşta olmak üzere çocukların gelişimi üzerine anne ve babaların duygusal açıdan vakit ayırmasının çok önemli olduğunu göstermektedir. Özellikle bu yıllarda çocukların merkezi sinir sistemi gelişimine çok olumlu katkıları olduğu belirtilmektedir . Anne ve babanın günlük işlerin yoğunluğunu bir tarafa bırakıp sadece çocuklarına ayırdıkları vakit olması gerekmektedir . Babaların çocuklara vakit ayırmada zorluk çektikleri değişik nedenler ile çocukları ile daha az zaman harcadıkları sık karşılaşılan bir durumdur. Ayrılan bu vakit çocuğunuz ile ilgili kısa ve uzun vadede bir çok fayda sağlayacaktır , bu faydalar o kadar çok ki hemen birkaç tanesini sayabiliriz Çocuğunuz ile geçirdiğiniz vakit onun özgüven gelişimi açısından çok önemli olmaktadır , çünkü ona vakit ayırmanız ona verdiğiniz değeri göstermektedir . Bilinç dışına ‘’ben sana değer veriyorum çünkü vakit ayırıyorum’’ mesajı vermektesiniz . Varlığı ile yokluğu hesaba katılmayan ve sanki o evde yokmuş gibi davranmak çocuğun kendine olan güvenini dolaylı olarak negatif etkilemektedir. Özellikle çocuk sayısının fazla olduğu ailelerde her bir çocuğun eşit şekilde vakit ayrılması önemlidir. Çocuk sayısının az olduğu veya tek çocuklu ailelerde ise diğer kardeşler olmadığı veya sayı az olduğu için çocuğun daha fazla sıkılacağı hesap edilerek zaman geçirme görevi anne babaya biraz daha fazla düşmektedir. Çocuğunuz ile geçirdiğiniz vakit onun stres ile daha kolay baş etmesine ve karşısına çıkan zorlukları daha kolay yenmesine yol açacaktır. Özellikle erişkinlik dönemine kadar yapılan araştırmalara baktığımızda çocukluğunda anne baba ve aile ile yakın bağları olan ve daha fazla vakit geçiren kişilerin karşılaştıkları stres durumu ile daha kolay mücadele ettikleri ve depresyon gibi durumlarda daha kolay iyileştikleri görülmüş. Bu durum çocuğunuzun kısa ve uzun vadede stres karşısında daha güçlü olmasını sağlayacaktır. Çocuğunuz ile geçirdiğiniz vakit onun ile aranızda bir yakınlık sağlayarak onun size karşı daha rahat duygusal ifade sağlaması ve buna bağlı olarak onun duygusal anlamda ve iç dünyasında hissettiklerini daha kolay anlamanızı sağlayacaktır. Diğer türlü sizden uzak , duygularını size ifade edemeyen , içe dönük , bir çok sorunu olduğu halde aile ile paylaşımı olmayan bir çocuk haline gelecektir . Uzun vadede bu durumun bir çok psikiyatrik soruna yol açması muhtemel gözükmektedir. Çocuğunuz ile geçirdiğiniz zamanın uzunluğu değil kalitesi önemlidir diyebiliriz . Özellikle çalışan anneler için önemli bir sorun olan vakit meselesi sık sorulan sorular arasındadır . Burada önemle vurguladığımız konu ;Çocuğunuz ile geçirdiğiniz vaktin kalitesini artırarak onun bu konudaki ihtiyacını rahatlıklar karşılayabilirsiniz. Günlük hayat akışı içerisinde kendinize bir program yapıp yemek yemeye , TV izlemeye , uyumaya ve buna benzer bir çok yaptığımız günlük işler yanında çocuğunuza vakit ayırmayı unutmayınız. Her yaş grubuna göre hem anne hem baba olarak ayıracağınız vakit çocuğunuzun mutluluğunu sağlayacak ve onun normal psikolojik gelişimine katkıda bulunacaktır. Aksi takdirde çocuğunuz sizden davranış problemleri ile vakit isteyecek ve onunla zoraki ilgilenmek zorunda kalacaksınız. Sağlıklı nesiller için çocuğa ayrılan vaktin önemi büyük olup klinik gözlemlerimiz bizi anne babaların vakit ayırma konusunda ki eksikliklerinin olduğunu göstermektedir. Anne babalar çocuk yanımızda iken vakit ayırmış oluyoruz gibi düşünebilirler. Burada şunu vurgulamak gerekir , vakit ayırmak dediğimiz şey “ sadece“ çocuğunuz için ayırdığınız vakittir. TV izlerken veya kendi işinizi yaparken çocuğunuzun yanınızda bulunması elbette ki tamamen yalnız olmasından iyi olmakla birlikte yeterli değildir. Önemle vurgulamak gerekir ki çocuklar onlara sağlanan maddi imkanlar ile geçici mutluluklar sağlayabileceklerdir . Asıl mutluluk çocuk için onu sevenler ile belli zaman dilimlerinde bir arada bulunmaktır. Yapılan araştırmalarda çocukların anne babalarından aldıkları sevgi ve mutluluk ile hayata daha olumlu ve mutlu bakabildikleri , daha az zarar verici davranışlarda bulundukları , insanlara karşı daha sevgi dolu oldukları , arkadaşları ile daha uyumlu halde oldukları gösterilmiştir. Bazen tam tersi olarak çocuklara anne babalar o kadar çok vakit ayırmaktalar ki o zamanda çocuklar bunalmakta , anne babalarına daha kolay karşı gelmekte , çok aşırı müdahale olduğu içinde onların yaşlarına uygun bireyselliklerinin gelişiminde sorunlar yaşanmaktadır. Bu konuyu çok abartıp hayatın ve ailenin “tek gündemini“ çocuk veya çocuklar yapmamak önemlidir. Çocukların kendi başına da geçirdikleri zamanın onların gelişiminde önemli katkıları vardır. Bu konuda denge önemlidir. Kısa vadede olumlu etkilerinin yanı sıra uzun vadede etkileri oldukça fazla olduğu bilimsel çalışmalar ile gösterilen bu konuda son olarak şunu söylemek istiyorum ; Çocuğunuz size ne kadar yakın olursa kötülüklere o kadar uzak olacak , sizin ile birlikte ne kadar mutlu olursa hayatın diğer alanlarında da o kadar mutlu olacak , sizinle ve ailesi ile bağları ne kadar sağlam olursa onun tüm hayatı boyunca problemleri daha az olacaktır. Kitle iletişim araçlarının yaygınlaştığı ve insanların bireysel meşguliyetlerinin arttığı günümüzde adı geçen konular için en önemli tehlike çocuklar ve onların duygusal ihtiyaçlarının karşılanmaması olmaktadır. Bu günden atılan tohumlar yarınlar için çok güzel sonuçlar verecektir . Eğer bu konuda bir gayret yok ise yarın oldukça geç olabilir.
MİNE ÖZKAMALI ÇOCUĞUNUZDA İSTEDİĞİNİZ DAVRANIŞI NASIL ARTTIRIRSINIZ? Eğer yaptıkları bir davranış için ödüllendirilirlerse çocuklar o davranışı tekrarlarlar. Bu yüzden istediğiniz davranışı ödüllendirin ve böylece o davranışı arttırmış olun. İstenen davranışlar sessizce oturmak veya oynamak, dağılan oyuncakları toplamak, veya kardeşle oyuncakları paylaşmak olabilir. Böyle sessizce yapılan şeylerin bazen hiç farkına bile varmayız. İstediğiniz davranışları nasıl arttırabilirsiniz? a) Överek b) Gülümseyerek, sarılarak, öperek c) Sevdiği bir işi yaparak ( Örneğin bir öykü okuyarak, TV` de sevdiği bir programı izlemesine izin vererek, parka götürerek gibi.) d) Küçük bir hediye vererek ( Örneğin bir paket şekerleme gibi) Unutmayın ki çocuk ödüllendirildiğinde başardığını anlayacaktır, ve bu onun bu davranışı sürdürmesini güçlendirecektir. Unutmayın ki, övgü anababaların da kendilerini iyi hissetmelerini sağlar, devamlı eleştirmek ve tehdit etmek anababaların da kendilerini kötü hissetmelerini sağlar. Unutmayın istediğiniz davranışı övün ve istemediğiniz davranışı görmezden gelin. Olumlu davranışları hemen, açık bir biçimde ve her seferinde ödüllendirin. Çocuğunuza sizin hoşunuza giden şeyin ne olduğunu söyleyin. Olumsuz davranışları her seferinde tutarlı biçimde görmezden gelin. Bu davranışı başkasının ödüllendirmesine izin vermeyin. Olumsuz davranışlarıyla ilgi çektiklerinde çocuklar sıklıkla bu durumdan hoşnut olurlar. Onlara dargın olduğunuz zaman bile aslında onlara ilgi göstermiş olursunuz bu nedenle yalnızca görmezden gelmeye çalışın. Bağırarak, vurarak, küserek de olsa ilgilenmek istenmeyen davranışları arttırır. Eğer onun şeker yemesini istemiyorsanız bu isteği duymazdan gelin, hiç pes etmeyin. Bunu her şeker isteyerek ağladığında yapmalısınız. BAZEN İSTENMEYEN DAVRANIŞLARI GÖRMEZDEN GELMEK MÜMKÜN OLMAYABİLİR Eğer davranışlar tehlikeli ve yıkıcı ise o zaman HAYIR demek zorunda kalabilirsiniz ya da onu oradan uzaklaştırmak ve hareketlerini kısıtlamak gerekebilir. Sürekli eleştiri bir süre sonra çocuk için anlamsızlaşır. Eğer HAYIR sözünü çok sık duyarsa kulaklarını tıkamaya başlayacaktır. Bu nedenle HAYIR demenizin çok önemli olduğuna karar verdikten sonra bunu sürdürmelisiniz. Anababaların yerine getiremedikleri boş tehditleri bir süre sonra çocuğun anababalarının sözüne inanmamasına neden olur. İSTENMEYEN DAVRANIŞLARI NASIL AZALTIRSINIZ? Sonununda pes edip ödüllendirdiğinizde çocuğun istemediğiniz davranışını sürdürmesini sağlamış olursunuz. Eğer her seferinde şeker almak için çığlık atmasını istemiyorsanız çığlıklarını duymazlıktan gelin ve böylece sizin söylediğinizi yapan biri olduğunuzu öğrensin. Eğer beş on dakika sonra pes ederseniz eğer o süre boyunca bağırırsa sizin sonunda boyun eğeceğinizi öğrenecektir. Bu nedenle pes etmeden sonuna kadar gidebilmelisiniz. Genellikle anababalar yalnızca çocukların olumsuz davranışlarını onların tutturucu hallerini görürler, sorun çıkarmadığı iyi davrandığı zamanları farketmezler. Halbuki istediğiniz davranışı övmeniz ve istemediğiniz davranışı görmezden gelmeniz gerekir. NASIL DAVRANAN BİR ÇOCUK İSTERSİNİZ 1. Net ve açık kurallar koyun: Örneğin yatağa yatış saati, yemek zamanları belli değişmez düzen içinde gerçekleşsin. Bu tür bir değişmezlik çocuğun kendini güvende hissetmesini sağlar. Neyin kabul edilir, neyin kabul edilemez olduğunu çocuk daha iyi bilir. Evdeki tüm erişkinlerin bu kurallar konusunda anlaşması gereklidir. Farklı ve uyumsuz mesajlar çocuğun kafasını karıştırır. 2. Yapmasını istediğiniz şeyleri net ve tutarlı biçimde anlatın. Çocuğunuzun sizin ne söylediğinizi tam anladığından emin misiniz? 3. Yeni istenen davranışlar öğretin: a) Yönlendirme: Göstererek, yardımcı olarak ve yapabilmesine izin vererek yeni bir davranış öğretebilirsiniz b) Her seferde tek bir adım: Zor işleri daha küçük adımlara bölerek çocuğun her seferde bir adım öğrenmesini sağlayabilirsiniz. c) Başkalarından öğrenme: Çocuklar anababalarını örnek alır onlar gibi davranırlar. d) Çocuğunuzun sizin istediğiniz gibi bir şey yaptığını farketmeye dikkat edin ve onu hemen övün. ÇOCUĞUNUZA DUYGULARIYLA NASIL BAŞEDECEĞİNİ ÖĞRETİN 1. Çocuğunuzun size anlattıklarını dikkatle ve sessizce dinleyin 2. Onların duygularını anladığınızı kısaca ifade edin ( evet, anladım gibi) 3. Çocuğunuzun tanımlamaya çalıştığı duygusunun adını koyun. (çok kırılmış olmalısın vs.. gibi) Unutmayın : Tüm duygular kabul edilebilir ancak bazı davranışlar kabul edilemez ve sınırlanmalıdır. ELEŞTİRİ DEĞİL İŞBİRLİĞİ Çocuğunuza olumlu tutumları öğretirken eleştiri yerine işbirliği yaparak birlikte çalışın. Şunları yapmaktan kaçının: 1. Suçlamak “ Yine kardeşini ağlattın. “ 2. İsim takmak “ Kıskanç bir çocuksun” 3. Tehdit etmek: “ Bunu bir daha yaparsan seni evden atarım” 4. Emir vermek: “ Hemen derslerini bitirmeni istiyorum” 5. Konferans çekmek: “ Kardeşini üzmenin ne kadar kötü bir davranış olduğunu bilmiyor musun, böyle yaparsan ilerde de kimseyle geçinemezsin. “ 6. Uyarılar: “ O duvara çıkma, düşersin” 7. Acındırma cümleleri: “ Böyle davranman yüzünden hastalanıyorum, görmüyor musun? Senin yüzünden ölüp gideceğim.” 8. Kıyaslamalar: “ Komşunun kızları ne kadar iyi notlar alıyor, sen neden onlar gibi değilsin?” 9. Alay etme: “ Dersini ne kadar da çabuk bitiriverdin, sen bir dahi olmalısın. “ 10. Geleceğe yönelik tahminler: “ Böyle gidersen sen adam olamazsın.” SORUNLARLA BAŞETMEK İÇİN NE YAPABİLİR SİNİZ? 1. Problemi tanımlayın “ Koridor çamur içinde kalmış” 2. Bilgi verin: “ Çamurlu ayakkabıların eve girmeden önce çıkması iyi olur.” 3. İsteğinizi kısaca tek kelimeyle belirtin: “ Ayakkabılar” 4. Kendi duygularınızı anlatın: “ Silip temizlediğim yerleri çamur içinde görünce çok kızıyorum” 5 . Hatırlatıcı notlar yazın: “ Lütfen eve girer girmez ayakkabılarınızı çıkarın” CEZALANDIRMAK YERİNE NELER YAPILABİLİR: 1. O andaki duygunuzu çocuğun kişiliğine saldırmadan net şekilde anlatın: “ Notlarının düşük olmasına çok üzüldüm.” 2. Kendi beklentinizi ifade edin: “ İkinci dönem notlarının daha yükseleceğini umarım” 3. Çocuğa kendini affettirme yolu gösterin: “ Derslerine daha fazla zaman ayırarak bunu halledebilirsin” 4. Çocuğunuza seçme şansı verin: “ Kendin çalışabilirsin ya da sana derslerinde yardımcı olacak birisi olabilir, nasıl istersin?” 5. Problemi çözmek için birlikte çalışın: a) Çocuğunuzun duygularını konuşun “ Bu karne senin için de çok üzücü olmalı” b) Çocuğunuzu bu konuda birlikte bir çözüm üretmeye teşvik edin “ Bu sorunu çözmek için sen neler düşünüyorsun?” c) Ortaya çıkan fikirlerin listesini yapın ve bu fikirler içinden hangilerini uygulamaya koyacağınıza birlikte karar verin. “ Evet , bu söylediğini yapabiliriz.” d) İzleyin ve eyleme geçin: “ Bu söylediğini gerçekleştirmek için bir plan yapalım. “ e) Hiçbir zaman çocuğun sizi suçlamasına izin vermeyin: “ Sen hiç beni çalıştırmadın.” “ Suçlama yok. Burada nasıl bir çözüm üretebileceğimizi düşünmeye çalışıyoruz.” ÖVGÜ Övgüler çocuğun kendine güvenini arttırır ve yaptığı işe daha da hevesle sarılmasını sağlar. Överken şunlara dikkat edin: 1. Genel şeylerden kaçının. Onun yerine gördüğünüz şeyi tanımlayın. “ Çok güzel bir resim yapmışsın “ yerine “ Bu resimde canlı renkler bir arada kullanılmış” 2. Geleceğe yönelik yansıtmalar yapmayın, şimdiye yönelin: “ Sen büyük bir ressam olacaksın” yerine” Bu resim üzerinde gerçekten sabırla uğraştın.” 3. Kendi duygularınızı anlatın: “ Bu resme bakmak içimi sevinçle dolduruyor.” 4. Çocuğun övülmeye değer davranışını kısaca tanımlayın:
“Çocuğunuzu tanıyarak eğitime başlayınız” J.J.Rousseau AİLE MİNE ÖZKAMALI Aile bir ilişkiler sistemidir. Aile demekle neyi kastediyoruz? Soyut anlamda kişiler arası ilişkileri içeren belli kuralları olan bir düzendir. Aile sistemi dediğimiz zaman aile içindeki bireylerin birbirleriyle nasıl etkileşimde bulunduklarını düzenleyen kuralların tümünü kastederiz. Birey Davranışları İle Tüm Aileyi Yansıtır: Her birey kendi benlik tanımlaması içinde ailenin tüm düzenini yansıtır;koşullar olanak verildiğinde, kendi bildiği türden bir aile ortamı yaratmaya girişir. Daha doğrusu koşul ve olanakları kendi bildiği aile türünden bir aile yaratacak biçimde kullanır. Bu nedenle babası alkolik olan bir kız alkolik bir adamla evlenir; annesi tarafından ilgi, sevgi görmemiş, yalıtılmış bir erkek ise anneleri gibi duygusal yönden soğuk kadınlarla evlenirler. Aile içindeki roller böylece kuşaktan kuşağa kendi kendini böylesine yineler AİLENİN TEMEL GEREKSİNİMLERİ 1.Değerli olma duygusu: Aile içindeki etkileşim çocukları ya “ben değerliyim” ya da “değersizim” duygusuna götürür. Bu gereksinim aile içinde yerine getirilmezse çocuk her türlü davranışla bu duyguyu elde etmeye çalışır. Ergenlik çağındaki erkek çocukların çete(gang) kurarak çoğu kez ölümle sonuçlanan çatışmaları da, kendilerini önemli görmeyen aile ortamlarına bir tepki olarak yorumlanır.”Ben değerliyim” duygusunu aile içinde elde eden birey kendisini kanıtlamak için aşırı davranışlarda bulunmaya gerek duymaz. 2.Güven ortamı: Aile içindeki bireylerin emniyette olduğu, dışarıdaki tehlikeli olayların aile içine girmeyeceği duygusu, bu gereksinmenin temel nedenidir. Eğer çocuk ev içinde kendisini güven içinde bulmuyorsa çocuk ailenin dışında bir yere yönelir. Aile ile olan bağlarını koparır. 3.Yakınlık ve dayanışma duygusu: Aile içinde temel güven ve dayanışma varsa aile dışında bireyin karşılaştığı stres getirici olumsuz olaylar yıkıcı etkisini pek göstermez. Güven duygusunun baskın olduğu aile dış dünyanın yaratmış olduğu sıkıntı ve kaygılarından kendisini kurtarır. Bu tür aile içinde olan kimseler kendilerine olduğu gibi çevresine de güvenirler. Eğer aile içinde güven ve dayanışma sağlanmamışsa bu insanlar yoğun stres ve gerginlik yaşarlar. Bu kişiler kendilerine dahi güvenemezler. Dolayısıyla çevresinde yakın ilişkiler kuramazlar. 4.Sorumluluk duygusu: Aile sistemi içindeki anne ve babalar davranış ve sözleri ile sorumluluk duygusunu ifade ederler. Aile içinde sadece anne baba değil herkes sorumluluk duygusunu paylaşır. Elbette ki çocuklara yaşları oranında sorumluluk yüklenmelidir. Tüm sorumluluğu kendi üzerine alan, çocuğunu sorumluluktan kurtaran anne ve babalar kendi yaşamını biçimlendirmekten aciz sürekli başkalarının yönetiminde olmaya yönelik bireyler yetiştirirler Bu tür tutumlar sonucunda yetişmiş bireyler yaşamlarında yer alan olaylardan sürekli başkalarını sorumlu tutarlar. Gelişimsel dönemi göz önüne alınarak çocuğun odasını toparlaması, ev işlerine yardım etmesi gibi konularda sorumluluğu sağlanabilir. Bunu yaparken kız ve erkek işleri kesin çizgilerle ayrılmamalıdır. 5.Zorluklarla mücadele ederek onların üstesinden gelmeyi öğrenme: Çocuğa her şey hazır verilmemelidir. Sorumluluk duygusunun gelişimi ile ilgili anlatılanlar zorluklarla mücadele etme ile ilgilidir. Çocuğun içinde bulunduğu gelişimsel dönem göz önünde bulundurularak çocuk kendi sorunları ile başbaşa bırakılmalıdır. Bu durum onların zor sorunları ile mücadele ederek, uğraşmasına olanak vermek, kendisine güvenli sorun çözme becerileri gelişmiş bireyler olarak yetişmeleri için gereklidir. Karşılaştığı her zorluğa aşırı yardım eden ana babaların çocukları sürekli başkalarına muhtaç, kendilerine güvensiz olur. Böyle kişiler yetenek becerilerini keşfedemezler. 6.Mutluluk ve kendisini gerçekleştirme ortamı: Aile ortamı bir mutluluk ortamıdır. Şimdiye kadar anlatılan gereksinimlerin karşılanması mutlu olmayı getirir. Evde değerli olduğu duygusunu tadan birey mutlu olur ve yaptığı şeylerden doyum alır, kendini gerçekleştirme olanağı bulur. 7.Sağlıklı manevi yaşamın temellerini oluşturma ortamı: Katı din kuralları altında yetiştirilmiş çocuk sürekli yargılanacağı, cezalandırılacağı korkusunu yaşar. Kendi yaşantı ve deneyimlerini zenginleştirecek iç ve dış dünyasını araştırıp keşfedeceği yerine körü körüne itaati, kendi düşünce ve duygularından utanmayı öğrenir. Sağlıklı manevi yaşam ailenin çocuğuna verebileceği en önemli süreçtir. Sağlıklı bir manevi temeli olan insanlar kendisi ile barışık, insan ilişkileri olumlu ve kuvvetli saygılı bireyler olarak yetişirler. KORUNMASI GEREKEN BEŞ TEMEL ÖZGÜRLÜK 1.Şimdi ve burada olanı duyma ve görme (algılama) özgürlüğü 2.Kendi düşündüğünü olduğu gibi ifade edebilme özgürlüğü 3.Kendi duygularını olduğu gibi ifade edebilme özgürlüğü 4.Kendi arzularına göre bir şeyi isteme ya da reddetme özgürlüğü 5.Olmak istediği yönde gelişerek kendi özünü gerçekleştirme özgürlüğü Tanrım bana Değiştiremeyeceğim şeyleri kabul etmek için SÜKÛNET Değiştirebileceklerimi değiştirmek için CESARET İkisini birbirinden ayırabilmek için de AKIL VER AİLE İÇİ İLETİŞİM Etkili iletişimin temelinde bireyin kendisini tanıması, kendi değerlerinin ve tutumlarının farkında olması ve kendine güven yatar. İyi bir iletişimci ipuçlarını anında görür (jestler, mimikler, beden duruşu) ve onları gerçekçi olarak değerlendirir. İLETİŞİM ENGELLERİ 1.Emir vermek, Yönlendirmek: Bu iletiler kişinin duygularının önemsiz olduğu mesajını verir. Kişi diğer kişinin istediğini yapma zorunluluğunu hisseder. 2.Uyarmak, Gözdağı vermek: Bu iletiler de emir verme ve yönlendirmeye benzer; ancak kişinin vereceği yanıtın karşılığı olacak tümceleri de içerir. Kişinin isteklerine saygı duyulmadığı mesajını verir. Bu durum kişide öfke ve düşmanlık yaratır. 3.Ahlak dersi vermek: Bu tür ilişkilerde otoritenin ve zorunlulukların gücü kişiye karşı kullanılır. “yapmalısın, etmelisin” mesajlarını iletir ve bireyi karşı koymaya zorlar. 4.Öğüt vermek ve çözüm önerileri getirmek: Kişinin sorunlarını kendi kendisine çözeceği yeteneğinin olmadığına inanıldığını gösterir. 5.Öğretme, nutuk çekme, mantıklı düşünceler önerme: Bu durum aile içinde o anda herhangi bir sorun yokken çocuklar tarafından kabul edilebiliyor; ancak, sorun anında bu durum kabul edilmiyor ve daha fazla çatışmalara neden oluyor. Mantıklı düşünceler önerme çocuğun mantıksız ve bilgisiz olduğuna dair mesaj iletir. 6.Yargılamak, eleştirmek, suçlamak,aynı düşüncede olmamak: Bu iletiler çocuk üzerinde diğerlerinden daha fazla olumsuz etki yapar. Bu değerlendirmeler çocuğun benlik saygısını düşürür. Çocuklar hakkında yapılan olumsuz değerlendirmeler çocuğun kendisini değersiz, yetersiz görmesine neden olur. 7.Övmek, aynı düşüncede olmak, olumlu değerlendirmeler yapmak: Genel inanç olarak bu durumun çocuğa zarar vereceği hiç düşünülmez. Çocuğun öz imgesine uymayan değerlendirmelerin yapılması çocukta kızgınlık yaratır. Çocuklar bu iletileri anne babanın kendilerini yönlendirme ve isteğini yaptırma girişimi için kurnazlık olarak yorumlarlar. “Siz böyle söyleyince sanki ben daha çok mu çalışacağım?” gibi düşünürler. Övgü ise başkalarının yanında yapılıyorsa çocuğu utandırır. Aşırı övgü sonucunda çocuk buna alışır ve övülmeye gereksinim duymaya başlar. 8.Ad takmak, alay etmek: Çocuğun benlik saygısı üzerinde olumsuz etki yapar. 9.Yorumlamak, analiz etmek, tanı koymak: Bu durum çocuğun konuşmasını, kendi duygularını ifade etmesini engeller. 10.Güven vermek, desteklemek, avutmak, duygularını paylaşmak: Anne babalar çocuklarının duygularını tam olarak anlamadıklarında ortaya çıkar. Böyle bir durumda sorun hiç yokmuş gibi algılanıp avutma eğilimine gidilir.” Üzülme yarın her şey düzelecek, kendini daha iyi hissedeceksin” gibi mesajların verilmesi çocuğun önemsenmediği hissini verir. 11.Soru sormak, sınamak, sorgulamak: Çocuk sorgulanıyor hissine kapıldığında bu durum onda güvensizlik, kuşku oluşturur. 12.Sözünden dönmek, oyalamak, alay etmek, şakacı davranmak, konuyu saptırmak: Böyle iletiler yüzünden çocuk anne babasının onunla ilgilenmediğini, duygularına saygı göstermediğini belki de onu dışladığını, dikkâte almadığını düşünür. Çocuklar sorunlarını dile getirdiklerinde çok ciddidir. Şaka ve espriyle karşılık vermek onları incitebilir ve itilmişlik kenara atılmışlık duygusunu verir. ANA BABALAR ON İKİ İLETİŞİM ENGELİNİ KULLANINCA… YANIT İLETİŞİM ENGELİ “Benim oğlum okulu bırakamaz. Buna izin vermem.” EMİR VERME YÖNLENDİRME “Okulu bırakırsan benden para mara bekleme.” UYARMA GÖZDAĞI VERME “Okumak herkese nasip olmayan ödüllendirici bir deneyimdir.” AHLAK DERSİ VERME “Ödevini yapmak için neden bir program yapmıyorsun?” ÖĞÜT VERME ÇÖZÜM GETİRME “Üniversite mezunu lise mezunundan yüzde elli fazla kazanır.” NUTUK ÇEKME ÖĞRETME “Uzak görüşlü değilsin. Düşüncelerin henüz yeterince olgunlaşmamış.” YARGILAMA ELEŞTİRME SUÇLAMA “Her zaman gelecek için umut veren iyi bir öğrenci oldun.” ÖVME “Hippi gibi konuşuyorsun.” AD TAKMA ALAY ETME “Çaba göstermediğin için okuldan hoşlanmıyorsun.” YORUMLAMA ANALİZ ETME “Duygularını anlıyorum, ama son sınıfta daha iyi olacak.” GÜVEN VERME DUYGULARINI PAYLAŞMA “Eğitimsiz ne yapacaksın? Nasıl geçineceksin?” SINAMA SORU SORMA SORGULAMA “Yemekte sorun istemiyorum.” KONUYU SAPTIRMA Bu alıştırma çocukta sorun olduğunda ana babanın tipik tavrının iletişim engelli sözler söylemek olduğunu göstermiştir. Ana babalar bu tür yanıtlar kullanınca aralarındaki iletişim aşağıdaki gibi gösterilir. ÇOCUK İLETİ ANNE / BABA Gönderici “Sorunum Var” Alıcı ÇOCUK ENGEL ANNE/ BABA Alıcı “Yanıt” Gönderici Bu tür yanıtlar çocuktan gelecek bir sonraki iletişimi engeller; ana-baba çocuk ilişkisi gibi çocuğun benlik saygısını da olumsuz engeller. Çocuklar üzerinde aşağıdaki olumsuz sonuçları oluşturma tehlikesi taşır: •Konuşmalarını engeller •Savunmaya geçirir •Kavgacı yapar, karşı saldırıya yöneltir •Yetersiz olduklarını hissettirir •Kızdırır, küstürür •Oldukları gibi kabul edilemedikleri duygusunu uyandırır •Sorunlarını çözmede kendilerine güvenilmediğini hissettirir •Anlaşılmadıklarını hissettirir •Duygularının yersiz olduğunu hissettirir •Kızdırır, yılgınlığa uğratır •Sorgulanıyor duygusunu yaratır •Anne ve babasının kendisiyle ilgilenmediği duygusunu uyandırır. AİLE KURALLARI Her aile gerek açık gerekse kapalı olarak kurallarını belirlemiştir. Sağlıklı ailede kurallar gizli değil açık olarak belirlenmiştir. Aile içindeki bireyler birbirlerinin iyi tanırlar, duygular karşılıklı olarak hissedilir. Evde eşitlik söz konusudur. Mutlaka ki zaman zaman her evde küçük de olsa çatışmalar yaşanır. Hiç çatışma yaşanmayan bir evde büyük olasılıkla maskeler takılıdır. Yani sosyal maskeler iletişimde bulunuyordur. Çatışma uzun süreli ilişki içinde olan kişiler arasında doğal olarak ortaya çıkar. Önemli olan çatışmanın çıkmasını önlemek değil, çatışma çıktığı zaman kişilerin birbirleriyle nasıl etkileşim kuracağının bilinmesidir. Aralarında çıkan çatışmayı birbirlerini kırmadan çözebilme becerisini gösteren çiftler sağlıklı bir aile kurar. Sağlıklı bir ailede sorunları çözmek için kullanılan yöntemler: •Duygu ve düşünceler olduğu gibi, abartılmadan ortaya konulmalıdır (Bu tutuma kendine güvenli ve kendine saygılı tutum diyoruz. Bu tutum içinde olan kişiler hem kendilerine hem de başkalarına saygı gösterirler.) •Sorunlar şimdiki bağlam içinde ele alınmalı ve eski birikimler işin içine sokulmamalıdır •Kesinlikle öğüt verme kullanılmamalı, davranışlar somut bir biçimde ayrıntılı olarak ele alınmalıdır. •Yargılamaya gidilmemeli, kişiler kendi duygu ve düşüncelerini ifade edebilmelidirler. •Duygu ve düşünceler, ne az ne eksik, olduğu gibi olduğu gibi ifade edilmelidir; karşısındakinin ne beklediğine ya da en mükemmel olması gerektiğine göre ifadeler aranmamalıdır. •Konunun özü ile konuya ilişkin olmayan ayrıntılar birbirinden ayırdedilmelidir. Örneğin siz çocuğunuza “iki saat geciktin” dediğinizde, çocuğunuz size: “hayır bir saat kırk beş dakika geciktim” dememelidir. •Sorun çözmede etkin dinleme kullanılmalıdır. (daha sonraki bölümde ayrıntılı olarak anlatılacak) •Belirli bir zaman konusu içinde ancak bir çatışma üzerinde durulmalı, başka çatışma konuları çatışmaya katılmamalı. Örneğin: “hem geç kalıyorsun hem de bana yardım etmiyorsun”diyerek iki konuyu birden ortaya atmamak gerekir. •Birinin haklı çıkması yerine her iki tarafın da anlaşabileceği bir çözüme yönelmek gerekir. “ben haklıyım, sen yanlış hareket ediyorsun” tarzında davranmamak gerekir. Sağlıksız ailede gizli kurallar: Sağlıksız ailede kurallar bilinçaltındadır. Gizli ve açığa çıkmamıştır. Bu kuralları kimse tartışamaz. İşte sağlıksız ailede geçerli olan kurallar şunlardır: 1.Denetleme: çocuk duygu ve düşüncelerini ifade ederken hep korku içindedir. Ya da duygularını ifade edemez, bastırır. Söyleyeceklerini hep önceden kestirmek zorundadır. Kendiliğinden ortaya çıkan davranış kötüdür, affedilmez. Bu tür ailelerde sağlıklı bir güven ortamı söz konusu değildir. 2.Mükemmeliyetçilik: Yapılan her işte, girilen her sınavda kişinin mükemmel olması beklenir. Her şey göstermeliktir, başkasının beğenmesi için yapılır. Mükemmeliyetçilik kişinin kendi gerçeğinin hiçbir değeri olmadığını kendi düşünüş ve değerlendirilişinin önemsiz olduğunu ifade eder. Bu ortamda yetişen çocuğun temel duygusu umutsuzluktur. Kendilerini değersiz, yetersiz bulurlar. 3.Suçlama: Suçlama olayları olduğu gibi kabul etmemenin bir sonucudur. Yapılan suçlamalar her şeyin denetim altında tutulması gerektiği ve yapılan herşeyin mükemmel olmasının zorunlu olması gerektiğini ortaya çıkarır. Bu durum ise kişide kaygı ve utanç duygularını yaratır. 4.Beş temel özgürlüğün inkârı: Sağlıksız ailede kişilerin doğal olarak geliştirdikleri algılama, duygu, düşünce, davranış, arzu ve amaçları inkâr edilir. “içinden geldiği gibi değil; mükemmeliyetçi kurala uyarak, başkalarının senden beklediği biçimde algıla, duygulan, düşün,davran, arzu et, ve amaç edin.” Bu durum kişini kendi gerçeğini inkâr etmesine neden olur. Böylece kişi tamamen dışa bağımlı, kendi iç dünyasıyla ilişkisi kopuk, robot gibi yaşar. Böyle bir kişinin mutlu olması da sözkonusu olmaz. 5.Konuşmanın yasak olması: Sağlıksız bir ailede özellikle çocukların duygu ve düşüncelerini ifade etmesine olanak verilmez. Bu duru çocuklarda değersizlik duygularına neden olur. 6.Küskünlük ve kırgınlıkların sürdürülmesi: Aile içindeki kırgınlık ve küskünlüklerin sürdürülmesi, kişilerin birbirlerini anlamasını ve sorunun çözülmesini engeller. 7.Kimseye güvenmeme: Sağlıksız bir ailede kimse kimseye güvenmez. Aslında güven var gibi görünse de temelde güvensizlik vardır. Sağlıksız ailede yetişen kişi kimseden saygı ve gerçek sevgi görmediği için kimsenin kendisine yardım edemeyeceğine inanır. Yardım etmek isteyenlerin “mutlaka art düşüncesi vardır, çıkarı vardır” diye düşünür. Sağlıksız ailede yetişen kişilerin kendilerine güveni olmaz. Bu kişiler mutlaka dıştan denetimli bireyler olurlar. “Temelinde sevgi olan hiçbir eğitim başarısızlığa uğramaz” Pestallozi DİNLEME BECERİLERİ Edilgin dinleme (sessizlik): karşısındakinin konuşmasına olanak verme. Edilgin dinleme kişiye: •Duygularını duymak istiyorum •Duygularını kabul ediyorum •Benimle paylaşmak istediğin konuda vereceğin karara güveniyorum •Bu senin sorunun sorumlu sensin gibi güçlü mesajları verir. Kabul ettiğini gösteren tepkiler: Sessizlik iletişimi engellemesine karşın çocuğa kabul edilmediği izlenimini verir. Ona gerçekten tüm dikkâtimizi verdiğimizi göstermeliyiz. Bunu yapmak içinse karşımızdakine sözlü ve sözsüz mesajlar iletmeliyiz. Hı hı, evet, seni anlıyorum…..gibi sözlü mesajlarla; baş sallama, jestler ve mimiklerle, beden duruşu gibi sözsüz mesajlarla karşımızdakine onu dinliyor hissini vermemiz gerekir. Konuşmaya açık davet: Çocuklar sorun ve duygularını dile getirmekte güçlük çekerler. Konuşmak için yüreklendirilmek isterler. Şu örnek cümlelerle konuşmaya davet sağlanabilir: •O konuda konuşmak ister misin? •Bu olay karşısında neler hissettin? •Bana örnek verir misin? •Bu konuda neler düşünüyorsun? Etkin dinleme:Etkin dinlemede kişinin söylediklerinin gerçek anlamlarının kavranması gerekir. Etkin dinleme çocukların duygu boşalımına yardım eder. Çocukların duygularını keşfetmelerine yardımcı olur. Etkin dinleme çocukların olumsuz duygulardan korkmamalarına yardım eder, ana-baba-çocuk arasında sıcak bir dostluk geliştirir. Duyulduğunu ve anlaşıldığını bilmek öylesine hoş bir duygudur ki, konuşan dinleyene karşı bir yakınlık duyar. Çocuklar sevgiye tepki verirler. Kişi empati kurup doğru olarak dinleyince karşısındakini anlar. Bir anlamda kişi kendisini karşısındaki kişinin yerine koyar. Empati kurmayı öğrenen anne ve babalar çocuklarına daha fazla anlayış göstermiştir. Etkin dinleme için: •Çocuğun söylediğini duymak istemelisiniz. Bu onun için zaman ayırmak anlamına gelir. Zamanınız yoksa bunu çocuğunuza söylemelisiniz. •O andaki soruna yardımcı olmayı gerçekten istemelisiniz. İstemezseniz isteyinceye kadar bekleyin. •Duyguları ne olursa olsun, sizin duygularınızdan ne denli farklı olursa olsun onun duygularını gerçekten kabul etmelisiniz. •Çocuğun duygularını tanıdığına, onlarla baş edebileceğine ve sorunlarına çözüm bulma yeteneğine tam olarak güvenmelisiniz. Bu güveni çocuğunuz sorunları kendi başına çözdüğünü gördükçe kazanacaksınız. •Duyguların sürekli değil, geçici olduğunu anlamalısınız. Duygular geçicidir. •Çocuğunuzu diğerlerinden farklı ayrı bir birey olarak algılamalısınız. Bu “ayrılık” çocuğun kendi duygularının olmasına, nesneleri kendisine göre algılamasına “izin” vermenize destek olur. “Ayrılık” ı, yalnızca hissetseniz bile çocuğa yardımcı olabilirsiniz. Çocuğun sorunları olduğunda onun yanında olmalı ancak karışmamalısınız. Etkin dinlemenin en uygun zamanı çocuğun sorunu olduğunu gösterdiği andır. Ana-babalar çocuklarının duygularını dile getireceklerini duyacakları işin çoğunlukla bu anı kolaylıkla yakalayacaklardır. Tüm çocukların öğretmenleri, arkadaşları, ana- babalarıyla, kardeşleri hatta kendileri ile ilgili problemleri olabilir. Bu sorunlar onların stres yaşamalarına neden olabilir. Bu tür sorunların çözümü için yardım alan çocuklar daha kendine güvenli ve daha güçlü olurlar. Yardım almayanlarsa duygusal açıdan sorunlar yaşarlar. Etkin dinlemenin uygun zamanını bilmek için ana-babaların “bir sorunum var” türünden tümceleri duymaya açık olmaları, ancak önce çok önemli olan “SORUN KİMİN?”ilkesini bilmelidirler. Ana-baba-çocuk ilişkisinde aşağıdaki gibi üç durum vardır: 1.Çocuğun herhangi bir gereksinimi engellenmişse sorunu var demektir. Çocuğun o anki davranışı anne-babanın gereksinimini karşılamasına somut bir biçimde engel yaratmadığı için sorun ana-babanın değil, SORUN ÇOCUĞUNDUR. 2.Çocuğun gereksinimleri engellenmeyip karşılanmakta ve davranışı anne-babasının gereksinimini karşılamada somut bir engel de yaratmamaktadır. Bu nedenle İLİŞKİDE SORUN YOKTUR 3.Çocuğun gereksinimleri karşılanmakta ancak davranışı anne-babasının gereksiniminin karşılanmasını somut bir biçimde engellemektedir. Şimdi SORUN ANNE-BABADADIR. Çocuğun sorunu olduğu zaman anne-babanın ETKİN DİNLEMESİ için en uygun zamandır. Ancak sorun anne babadayken uygun değildir. Çocuk sorun yaşıyorsa etkin dinleme ile onun kendi sorunlarına çözüm bulmasına yardım edebilirsiniz. Etkin dinlemenin aşırı kullanılması ya da uygun zamanda ve durumda kullanılmaması işlerlik sağlamaz. Bu nedenle daha öncede belirtildiği gibi zamanlamanın ve koşulların sağlanması gerekir. “Çocuk insanın babasıdır” W. Wordsworth BEN DİLİ: Genellikle anne ve babalar iletişimde “sen dili”ni kullanıyorlar sen iletileri duygu ifade etmez . genellikle emir verme yargılama, öğüt verme gibi iletişim engellerini içerir. Örneğin: •Konuşma artık •Yapmamalısın •Dersine çalışmazsan •Yaramazlık yapıyorsun •Bebek gibisin •Dikkât çekmek istiyorsun •Daha iyi öğrenmelisin…… Ana-baba çocuğun davranışını kabul etmediği zaman o davranış nedeniyle ne hissettiğini çocuğa söylerse ileti “SEN İLETİSİ”nden “BEN İLETİSİ” ne dönüşür. Yani ben dilinde duygular konuşur. •Yorgun olduğum zaman canım oyun oynamak istemiyor •Eğer bugün çok yaramazlık yaparsan ben çok üzülürüm •Akşam yemeğini zamanında yetiştiremeyeceğim diye endişeleniyorum Gerçekten de çocuktan beklediğimiz davranışların oluşmasında “ben dili”nin ne kadar etkili ve doğru bir iletişim aracı olduğunu göreceksiniz. Ben dili çocuğun ana babasının kabul edemediği davranışını değiştirmesinde daha etkili olduğu gibi çocuk- ana baba ilişkisi için de daha sağlıklıdır. Ben dili çocuğu direnmeye, isyan etmeye yöneltmez. Örneğin dışarı çıkmak için direnen bir çocuğa: “Hayır, hemen odana git, sokağa çıkamazsın” demek mi doğrudur; yoksa “hava karardığı için sokağa çıkman beni endişelendiriyor. Bu yüzden gitmeni istemiyorum ama, yarın erken saatte arkadaşlarınla birlikte olmana izin verebilirim.” demek mi doğrudur? Tabii ki ilk cümle sen iletilerini içerdiği için çocukta bir direnme ya da isyana yol açacaktır. Ancak ikinci cümlede duyguların ifadesi söz konusu olduğu için ben dilini kullanmak daha etkilidir. Çünkü ben dili davranışı değiştirme sorumluluğunu çocuğa devreder. SORUN ÇÖZME BECERİSİ Kızgınlık ve öfke duygusu, farkında olunan ya da olunmayan çatışmalardan kaynaklanır. Sadece kısa süreli duygusal gerginlikleri değil uzun süreli çatışmaları çözmek de, yaşamın önemli bir parçasını oluşturur. Çatışma değişik nedenlerden kaynaklanabiliyor çatışmaların çözümüne iki temel tutum içinde yaklaşılabilir. 1.Ben kazanacağım, o kaybedecek. (KAZAN / KAYBET) 2.Her ikimizin de sonuçtan memnun olması gerekir. (KAZAN / KAZAN ya da KAYBEDEN YOK ) yaklaşımları. Kazan / Kaybet Yaklaşımı: İki kişiden biri varılan sonuçtan hoşnut kalmaz. Bu tutumda en güçlü olan, hileli davranan kazanır. Bu yöntem beraberinde karşılıklı ilişkilerde güvensizliği getirir. Karşısındakini kaybetme pahasına tartışma taraflardan birince kazanılır. Kaybeden Yok Yaklaşımı: Bir çatışma konusu ortaya çıktığı zaman, taraflardan her biri sadece kendi isteğinin yapılmasına olanak verecek bir çözümde ısrar edecek yerde, her ikisi de yaratıcı bir biçimde iki tarafı birden tatmin edecek bir çözüm yolu bulmaya çalışırlar. Çatışmayı çözebilecek değişik yollar düzenli bir biçimde gözden geçirilerek bu gerçekleştirilebilir. Sorun çözebilmek için kullanılabilecek aşamalar: 1.Birinci aşama: ÇATIŞMAYI TANIYIN: Sizce sorun nedir? Bu konuda kendinizi nasıl hissediyorsunuz? Burada “BEN DİLİ” kullanmayı ve her ikinizi de memnun edecek bir çözüme ulaşma tutumu içinde olduğunuzu belirtmeyi ihmal etmeyin. 2.İkinci aşama: BİR ÇOK ÇÖZÜM YOLU ORTAYA KOYUN: beş yada on dakika gibi belirli bir zaman süresi içinde aklınıza gelen çözümleri. İyi ya da kötü, mümkün ya da değil gibi süzgeçlerden geçirmeden olduğu gibi ortaya koyun. Bu aşamada amaç sorunla ilgili olabildiği kadar çok sayıda çözüm yolunu bir liste halinde ifade edebilecek duruma gelmenizdir. 3.Üçüncü aşama: ÇÖZÜM YOLLARINI DEĞERLENDİRİN: Bu aşamada her çözüm yolunu değerlendirerek, bu çözüm yollarının her birinizi tatmin ettiğini tartışacaksınız. Bu evrede kişilerin dürüstçe düşüncelerini ifade etmeleri önemlidir. Bir çözüm tarzını istemediği halde karşısındaki memnun olsun diye kabul etmek, iki kişinin arasındaki ilişkinin sağlığı bakımından sakıncalıdır. 4.Dördüncü aşama: EN İYİ ÇÖZÜMDE ANLAŞIN: Şu ana dek bütün seçenekleri gözden geçirmiş bulunuyorsunuz. Şimdi her ikinizi de en çok tatmin edecek kararı verme durumudur bu karara ulaştıktan sonra çözümün ne anlama geldiği bir kez daha her iki kişi tarafından ifade edilir. 5.Beşinci aşama:ÇÖZÜMÜ UYGULAMAYA KOYUN: Bu evrede çözümün ayrıntılarını konuşmaya başlarsınız. Burada ayrıntılardan kastedilen, çözüm uygulamaya konduğunda her iki tarafça ne gibi uyarlamalar ve ayarlamalar yapılması gerektiğinin konuşulmasıdır. Çözüm bir planlamayı gerektiriyorsa hemen planlamaya başlayın. Burada üzerinde durulması gereken nokta çözümün uygulanmaya geçebilmesi için gerekli işlemlerin her iki kişi tarafından anlaşılmış olmasıdır. 6.Altıncı aşama: ÇÖZÜMÜ GÖZDEN GEÇİRME: Bir çözümün gerçekten uygulanabilir ve uygulanamaz olduğunu denemeden anlamak zordur. Çözümü bir süre uyguladıktan sonra gözden geçirmek üzere bir araya gelmekte büyük fayda var. Bu durumdan sonra çözüm tarzında bazı değişiklikler önerilebilir. Hatta öyle bir durum olabilir ki çözümü her iki taraf tatmin edici bulmayıp yeniden gözden geçirmek gereği duyulabilir. Önemli olan sorunun altında ezilmek yerine her iki tarafı da hoşnut edecek bir çözüme ulaşıncaya kadar yaratıcı bir biçimde sorunla uğraşmak yapıcı çözüm önerileri getirmektir. Zaten anlatılan tüm bu bilgiler yerine geldiğinde ilişkiler daha yapıcı olacak ve karşılıklı olarak birbirini anlama sözkonusu olacaktır. KAYNAKÇA ACAR, Nilüfer Voltan Terapötik İletişim AKBOY, Rengin Eğitim Psikolojisi ATTAR, Handan Çocuk Suçluluğu ve Eğitimi BAŞARAN, İbrahim Ethem Görüşme İlke ve Teknikleri CÜCELOĞLU, Doğan İçimizdeki Çocuk CÜCELOĞLU, Doğan Yeniden İnsan İnsana DÖKMEN, Üstün İletişim Çatışmaları ve Empati EKŞİ, Aysel Çocuk Genç Ana Babalar GANDER, J. Mary Çocuk ve Ergen Gelişimi GORDON, Thomas E. A. E Aile iletişim Dili GORDON, Thomas E. A. E Uygulamalar YAVUZER, Haluk Çocuk Psikolojisi YAVUZER, Haluk Çocuk ve Suç YÖRÜKOĞLU, Atalay Çocuk Ruh Sağlığı YÖRÜKOĞLU, Atalay Gençlik Çağı YÖRÜKOĞLU, Atalay Değişen Toplumda Aile ve Çocuk D.E.Ü Eğitim Bilimleri Bölüm Gelişim Psikolojisi Ders Notları D.E.Ü Eğitim Bilimleri Bölümü Eğitim Psikolojisi Ders Notları D.E.Ü Eğitim Bilimleri Bölümü İnsan İlişkileri Ders Notları
Çocuk oyuncakları, tarihin her döneminde çocuklara ‘değer aktarıcı’ bir işlev yapmıştır. Bez bebek yapıp onu kucağına alan çocuk, farkına bile varmadan içinde yaşadığı toplumun ‘annelik değerleri’de kazanmıştır. Bebeğini emzirerek doyurmuş, sallayarak uyutmuş, oynaması için yanına oturtmuş, yanlış bir şey yaptığını görerek azarlamıştır. Bütün bunların temelinde çocuğun içinde yaşadığı toplumun ‘değerleri’ yer almaktadır. Geçmiş dönemlerin bez oyuncakları, tahta oyuncakları yerlerini plastik ve metal oyuncaklara bıraktığı zaman artık ‘çocukların kendi yapamayacakları, ancak satın alabilecekleri oyuncaklar’ dönemi de açılmış oldu. Lego’lar bir ölçüde çocukların yapabileceklerine uygun oyuncaklar iseler de ‘hareketli ve sosyal rolleri güçlü oyuncaklar’ ancak satın alınan oyuncaklar oldular. Gene her dönemin ‘İdol Oyuncakları’ olmuştur. Bu oyuncaklar her çocuğun mutlaka sahip olmak istediği oyuncaklar olarak çocuk kişiliğinin gelişiminde ve çocukta değerlerin oluşmasında önemli rolleri olmuştur. Geçmiş dönemlerin ‘bez bebeği, kız çocuklarının önemli bir ‘idol oyuncağı’ idi. Erkek çocuklar için ise ‘uçurtma’ çok önemli bir ‘idol oyuncak’ idi, bunun yanında bir tarafına kalınca bir ip bağlanmış sopa ‘uçan at-küheylan’ olarak büyük önem taşırdı. Erkek çocukları bu sopayı bacaklarının arasına alır, ipi kuvvetlice tutarak istedikleri tempoda ‘ata binerek koşarlardı.’ Uçurtma ise özgürlüğün, göklere açılmanın simgesiydi ve sonradan ‘amatör uçak kullanma’, ‘model uçak uçurtma’, ‘yamaç paraşütü’ gibi oyunların geçmişteki yerini tutuyordu. Günümüzün ‘idol oyuncakları’, kızlar için ‘Barbie bebek’tir, erkek çocukları için ise ‘action-man’. ‘Barbie bebek’, incecik, güzel, sarışın, özgüvenli, bağımsız, kendi başına yaşayan bir genç kızdır. Anne değildir, olmaya da niyetli değildir, çünkü herhalde çocuk bakmayı sevmemektedir. Ayrıca evli de değildir, birlikte yaşadığı bir erkek de yoktur, sadece erkek arkadaşı vardır. Çok güzel bir evi vardır. Evi triplekstir, demekki üç katlıdır. Evi hem modern ve rahat, hem de süslü ve şıktır. Yemeklerini evin verandasında yer, mutfağı geniş ve çok moderndir. Yatak odası geniştir, yatağı büyük ve süslüdür. Evde birkaç yatak odası daha vardır. Sigara içmez. Evinde bir amerikan bar varsa da içkiler ortada görünmemektedir. Banyosu rahat ve konforludur. Gardrobu çok zengindir. Günün her saati için birçok giysisi vardır. Gecelikleri, sabahlıkları, ev giysileri, spor giysileri öğleden sonra giysileri, akşam yemeği ve gece gezmeleri için abiye giysiler, yaz için mayoları, kış için trençkotları, pardösüleri, mantoları vardır. Kürk giymemektedir, çevrecidir ve hayvan katliamına karşıdır. Sporu sever, tenis ve yüzme gözde sporlarıdır. Evinin önünde spor arabası durmaktadır. Araba spordur ama aynı zamanda da gösterişlidir, yüksek hız yapabildiği her halinden bellidir. ‘Barbie bebek’ çalışmamaktadır. İşi yoktur, eğitimi de belli değildir, belki eğitimi de yoktur. Eğitime gereksinmesi de yoktur, iş de önemli değildir, çünkü her şeyi vardır. Bunları kazanması için çalışması gerekmemektedir. Paranın nerden geldiği belli değildir ama ‘bebek’ olduğuna göre- aslında sadece adı bebektir- anne babası ona bu rahatı bu lüksü sağlamaktadır. İşte bu ‘paranın nerden geldiğinin belli olmaması, eğitimi, işi ve çalışması olmadığı halde lüksünün yerinde olması’ hepimize bugünün genç kadınlarının tutumunu çağrıştırmıyor mu? Günümüzün daha baba evinde yaşayan genç kızları da ‘kendilerinin her şeylerinin olmasını bir zorunluluk, bunları ödemenin de ailelerinin görevi olduğu’nu düşünmüyorlar mı? Çalışsalar bile kazandıklarının gereksinmelerden çok konfor ve lüks için harcanmasının doğru olduğunu belirtmiyorlar mı? Genç kadınların günümüzdeki özlemleri Barbie bebeğin yaşamıyla şasılası bir benzerlik göstermiyor mu? Bunca ‘güzellik salonu’, ‘bunca estetik merkezi’, ‘zayıflama kürleri’, giysi markaları, çeşit çeşit ayakkabı satan süpermarket reyonları hep aynı şeyi söylemiyor mu? ‘Daha iyisini iste’, ‘daha çoğunu iste’, ‘yaşama hakkını iste’, ‘kişiliğini bu markayla kanıtla’. Parası mı? Parası ne olacak? Kredi kartını kullanırsın. Gence kredi kartı, çocuğa kredi kartını verirsin, annesine, babasına ödetirsin. Barbie bebek size yol gösteriyor. Sen rahat yaşa ve iste. Ödeyecek birisi bulunur, yoksa arayıp bulursun, nasıl olsa gençsin, güzelsin, ödemek için yarışırlar. Barbie bebek konforlu ve lüks yaşıyor ama ‘ailesi ortalarda hiç görünmüyor’. Demek ki onlar bir yerlerde çalışıp çabalayıp yaşıyorlar, Barbie bebeğin bütün giderlerini de ödüyorlar. Barbie bebek, hiç kardeşi de olmadığı için, ailesinin parası kendisine yetiyor. Şimdi Barbie Bebeğin temsil ettiği sosyal rolü görelim ve aktardığı değerleri anlayalım. Eğitimi belli değil Programı yok Mesleği yok Hedefi yok Çalışmıyor İşlevi yok Hiç sıkıntı çekmiyor Çabası yok Hiç derdi olmuyor Aidiyeti yok Hiç engeli yok Yardımlaşmıyor Ailesi ortada yok Paylaşmıyor Kardeşi yok Hep alıyor Vermeyi bilmiyor, niyeti de yok. İşte çocuklarımızın ‘ille de benim de olsun’ dediği ‘idol oyuncak’, işte bu oyuncağı sosyal rolü ve aktardığı değerler. Siz, çocuğunuzun Barbie bebek gibi olmasını ister misiniz? İstemezseniz, neden bu oyuncağın simgelediği ideolojiyi görmezden geliyorsunuz? Gelelim ‘erkek çocuğumuz’un ‘idol oyuncağı’na. Bu oyuncak da ‘Action-Man’ ya da ‘Power Ranger’s’ olarak bilinen ‘Kötülerle Savaşan Güçlü Adam’dır. ‘Kötülerle Savaşan Güçlü Adam’, erkek çocuklarının yeni ‘idol oyuncağı’dır. Bu simgede görünüşe göre ‘iyi özellikler’ yer almaktadır. Çağın ideolojisi ‘güçlü adam’ı ‘güçlü, yapıcı, öncü, girişimci kişilik’ olarak tanımlama eğilimindedir. ‘Güçlü adam’, başarılı olandır, kazanmaya daha yakındır, lider niteliği taşımaktadır. Kötülüklerle mücadele etmektedir. Dünyada da, uzayda da iyilerin yanında (iyiler biziz), kötüler de vardır(kötüler onlardır). İşte BİZ ‘güçlü adamlar’ ve BEN ‘güçlü adamların başı’, ONLAR ‘kötü adamlar’ ve O ‘kötü adamların başı’ ile mücadele ediyoruz. Elbette BİZ kazanıyoruz ve ONLAR yok oluyorlar. Onları silahlarımızla imha ediyoruz, İMHA EDİYORUZ. Bu simgede de sosyal roller ve aktardığı değerler belirgin biçimde çizilmektedir. İyiler vardır İyiler kötü olamaz Kötüler vardır Kötüler iyi olamaz BİZ, iyileriz BİZ, kötü olamayız ONLAR, kötülerdir ONLAR, iyi olamazlar Onlarla SAVAŞMAK Görüşmek,konuşmak zorunludur YASAKTIR Savaşı biz KAZANIRIZ Kazanmamız KURALDIR Dünyayı, insanları, ilişkileri, olayları ve durumları böyle kesinleştirmek, bu kesinliği de ‘siyah-beyaz karşıtlığı’nda vermek, erkek çocuk kişiliğini fanatizme, saldırganlığa, kaşısındakiler hakkında önyargılı olmayı meşrulaştırmaya yönelik etkiler yapmaktadır. Aktarılan değerler de bunlarla ilgili olarak ‘Düşmanlık’, ‘Savaş’, ‘Silahlar’, ‘Hep kendini iyi ve haklı görmek’ gibi insanlık değerlerine aykırı nitelikler olarak aktarılmaktadır. Bu oyunlardaki ‘düşman’, çocuk için, sırasında kendi arkadaşları, öğretmeni, kendi annesi babası bile olabilir. Çocuğun isteklerini yapmayan, ona kurallar koyan, yrsiz ısrarlarını yerine getirmeyen herkes sırasında ‘düşman’ sayılabilir. Böyle olunca da ‘düşman’ sözcüğü, bir tetik gibi arkadan ‘savaş’I, ‘biz-onlar ayırımı’nı, bir tarafın ‘yenen’, bir tarafın ‘yenilen’ olmasını gerekli kılmaktadır. Böylece de ‘düşünmek’, ‘karşısındakini anlamaya çalışmak’, ‘birbiri ile konuşmak’, ‘sorunları görüşerek çözümlemek’, ‘birbirini anlamak ve barışmak’ davranış kodları olarak iletilmemektedir. Bu davranışlar, zayıflık, güçsüz olmak, bunların sonucunda da değersiz olmak, mutsuz olmak gibi sonuçlara neden sayılmaktadır. Görülüyor ki, ‘çocuk oyuncakları’ diye hafife alınan, salt ‘oyun oynama araçları’ olarak görülen araçlar, aslında ‘düşünceleri, düşünce sistemleri olan ideolojilere uygun davranış kalıplarını ve hayat değerlerini oluşturmakta’ sanıldığından daha güçlü etkiler yapan aktarıcılardır. Çocuk oyuncakları yoluyla iletilen sosyal roller, sosyal değerler, sosyal etkiler, sosyal davranışlar, çocuğun üzerinde sanıldığından daha derin izler bırakmaktadır. Onun kişiliğini biçimlendirmede oyuncaklar önemli roller oynamaktadır. Geçmişin ‘bir uçurtmayı yapmak’, ‘çocuğun kendi yaptığı oyuncaklarla oynamak’, ‘çember çevirmek’, ‘ip atlamak’ gibi çocuğun yapıcı gücünü arttıran, kendilik değeri kazandıran özelliklerin de ayrıca incelenmesi gerekir. Günümüzün pazar ekonomisinin yönlendirdiği ‘çocuk oyuncakları’, artık daha yüksek bedellerle elde edilen, elektronik donanımlı, uzaktan kumandalı, büyüklerin kullandığı araçların küçük modelleri olan oyuncaklar olarak çocuğu geliştirici, onun yapıcılığını arttırıcı özelliklerle ilgisi kalmamış karmaşık ürünlerdir. Ancak, işin en önemli yanı, günümüzün ‘idol oyuncakları’nın çocuklarımıza aktardığı sosyal değerlerdir ve bu değerlerin ne ölçüde insan gelişimine hizmet ettiğidir. Açıkça görülüyor ki, oyuncaklarla aktarılan ideoloji, çocuklarımızın ‘insanlık değerleri’ne olumsuz etkiler yapmaktadır. Konunun önemi sandığımızdan daha da büyüktür ve belki de mücadele etmemiz gereken konuların başında gelmektedir.
Çocuk ve gençlerin psikoterapileri düşünüldüğünde sadece kendileri değil ailelerinin de ele alınması gerektiği düşünülmelidir. Çocuklar ,gençler ve aileleri ile yapılacak terapi şekilleri şunlardır; · Aile terapisi · Aile rehberliği · Ebeveyn terapisi · Beden terapisi · Gençlerle psikoterapi · Grup psikoterapisi · Kurumsal psikoterapi · Oyun terapisi · Davranış terapisi Aile Terapisi Aile terapisinden anlaşılan, aile bireylerinin katıldığı terapidir. Anne, baba ve çocukların oturumlara katıldığı terapi türüdür. Bazen büyükanne ve büyükbabalar da katılabilir.Aile bireyleri genellikle çocuğun problem olduğunu ve terapiye onun alınması gerektiğini düşünebilirler. Çünkü çocukta problem yaratan anne-baba arasındaki iletişim bozukluğunun veya çocuk anne baba arasındaki iletişim bozukluğunun çok aile farkındadır. Bu nedenle birçok aile ilk oturuma çocukları ile birlikte katılmaları gerektiğini duyduklarında şaşırmaktadırlar. Aile terapi süresi probleme ve terapinin anacına göre değişmektedir. Aile bireylerinin bozuk ilişkileri düzeltmek için gösterdikleri istek sonucu çabuklaştırabilir. Aile terapisi her 14 günde bir ya da 3-4 haftada bir olur. Terapi oturumları 8-20 oturumdan oluşur. Bu süre ağır ruhsal sorunların bulunduğu ailelerde 50-60 oturuma kadar uzayabilir. Genel olarak aile terapisi yardımcı bir terapist ile uygulanır. Terapistlerinin cinsiyetlerinin farklı olması her iki cinsiyetteki ebeveynin de kendilerini daha rahat hissetmeleri açısından daha iyi olur. Ayrıca terapiyi aynalı cam arkasından veya videodan birisinin izlemesi de daha sonra oturumun tartışılması açısından yararlı olabilir. Terapinin amacı, aile bireyleri arasındaki iletişimi düzeltmektir. Aile terapisinde aile bir bütün olarak düşünülmelidir. Ailedeki bir birey ön plana çıkarılmamalı, hepsi ile aynı düzeyde ilgilenilmelidir. Aile bireyleri arasında ihtiyaca göre iletişim kurmak daha zor olduğundan, bireysel terapiden daha zordur. Bu nedenle; · Aile bireylerinin kendilerini değerli bulma duyguları desteklenmelidir. · Özellikle zor ortamlarda aile bağları sağlanmalıdır. · Aile bireyleri arasında karşılıklı sorumluluklar oluşturulmalıdır. · Aile içinde duyguların yaşanmasına olanak sağlanmalıdır. · Aile bireylerinin kendilerini gerçekleştirmeleri amacı ile karşılıklı olanak sağlanmalı ve yarımlaşma desteklenmelidir. · Aile bireyleri arasında sevgi bağları sağlanmalıdır. Önemli bir sorun aile bireyleri arasındaki sınırlardır. .Oysaki ilişkiler ne kadar dürüst olursa problem o kadar çabuk çözülür. Ayrıca anne veya baba bilinçdışı olarak çocuğu eşinin yerine koyabilir veya yapmayı isteyip de yapamadıkları şeyleri çocuktan bekleyebilirler. Aile içinde gizli bir reislik mücadelesi olabilir,oysaki aile kurumu eşitlik ilkesine dayandığından eşitliğin sağlanması ve her aile bireyinin kendini değerli hissetmesi sağlanmalıdır. Aile terapisinde konuşarak aile bireylerinin durumları hakkında bilinçlendirme, rol oyunları, davranış çalışmaları, seansların videoya alınıp tekrar izletilmesi, davranışlar hakkında bilgilenme gibi teknikler kullanılır. Aile terapisinde problemin ve genel konuşmaların analizi yapılır. Çoğunlukla kriz üzerinde durulur. Problemlerin ortaya konup tartışılması sağlanır. Bu amaçla terapist ilk önce aile bireylerinin sakinleştirilmesi, ikinci aşamada aile bireyleri arasındaki bozukluk üzerinde durmalıdır. Ancak daha sonra ortaya bilecek çatışmaları engellemek için de aile ilişkilerinin kurulması sağlanmalıdır. Terapist bu aşmada bir yardımcı, katalizör,fikir verici, kritik yapma gibi çeşitli tekniklerle birçok rol üstlenir. Üçüncü ve son aşama da ise terapist kendinin ikinci plana çeker ve gerektiği zaman yardıma hazır olan ailenin bir dostu rolünü alır. Aile Rehberliği Aile rehberliği çocuğu veya genci davranış bozukluklarından korumak için aileye çocuk eğitimi konusunda yapılan açıklamalardan oluşmaktadır. Aile rehberliği, eğer çocuğun problemi anne-babaya rehberlik etmekle çözülebilecekse ve de anne baba önerileri anlayıp uygulayabilecekse faydalı olur. Öneriler probleme odaklaşmıştır ve anne babanın anlayabileceği ve uygulayabileceği düzeyde olmalıdır. Bazı durumlarda aile rehberliği sırasında sorunun daha kapsamlı olduğu fark edildiğinde davranış terapisi veya psikoterapiye ihtiyaç duyulabilir. Aile rehberliğinde de danışanın danışmana güven duyması ve onun problemi çözebilecek düzeyde bilgiye sahip olduğunu görmesi gerekmektedir. Ancak böyle bir durumda danışan danışmana bağımlılık oluşturabilir ve onun söylediklerini olduğu gibi kabul edebilir. Bu amaçla danışman danışanın problem çözme yeteneğini geliştirmesine yarımcı olmalıdır. Rehberlikte şu yolun izlenmesinde yarar vardır; · Problemin analizi, · Anne-babayı problemin çözüm yollarını bulmada cesaretlendirne ve bir çözüm yolunda karar vermede yardımcı olma, · Bu çözüm yolunu uygulamaları için cesaretlendirme, · Sonuçlar hakkında bilgi vermelerini sağlama. Ebeveyn Terapisi Çocukta görülen davranış bozukluklarının eşler arasındaki uyumsuzluktan kaynaklandığı düşünülürse,böyle bir durumda aile terapisi ya da çocukları terapiye almaktansa anne-babayı birlikte terapiye almak daha uygun olabilir. Eğer eşler birbirleri ile uyumlu değillerse, ebeveyn terapisi düşünülmelidir. Bu türden geçinemeyen çiftler, kazanma konusunda bir kişilik mücadelesi verirler ve bu savaşa çocuklarını, yakın akrabalarını, arkadaşlarını da çekerler. Bu tip eşler birlikte yaşasalar bile duygusal yönden yarılmışlardır. Bu durumdan çocuklar çok etkilenir. Anne babadan biri veya her ikisi de çocukların taraf tutmalarını isteyebilir ve onları yanlarına çekmeye çalışırlar ve bazı durumlarda hakemlik yapmasını isteyebilirler. Bazı durumlarda da ebeveynlerden biri eşine karşı duyduğu düşmanca duyguları çocuğa yöneltebilir. Ya da eşi hakkındaki bütün duygularını çocuğu ile paylaşma yoluna gidebilir. Ebeveyn terapisi iki eşle birlikte yapılır ve bu terapi 8-9 oturumdan oluşur. Oturumda eşlerin bireysel sorunlarından aha çok eşler arasındaki sorunlar üzerinde durulur. Eğer gerekiyorsa eşler yarıca bireysel terapiye de alınabilir. Oturumlar 2-3 haftada bir yapılır. Evde uygulanması gereken davranışlar için biraz zaman tanınır. Ancak gerekli görülürse terapi süresi 20-30 seansa çıkarılır. Terapide problemlerin çözümü için; · .Karşılıklı olumlu iletişim, · Karşılıklı eşit şartlar, · Problem çözme yeteneğini kazanma, · reddetme, suçlama davranışlarından kaçma, · Karşılıklı ihtiyaçların karşılanmasını sağlama ve eşlerin kendilerini gerçekleştirmesine olanak sağlama amaç edinilir. Ebeveyn terapisinde,başlangıçta eşler arasındaki problemler belirlenir ve önem sırasına göre sıraya dizilir. Problemin içeriğine göre hedef saptanır ve uygun eğitim programları uygulanır. Beden Terapisi Nörolojik ya da psiko-somatik bozukluklar ile birlikte haraket bozukluğu,duygu iletişiminde bozukluk, sosyal davranışlarda bozukluk beden terapisi ile tedavi edilir. Beden terapisi aynı zamanda zihinsel özürlü çocuklardaki hareket bozuklukları ya da zihinsel yönden sağlıklı fakat duygusal nedenlerle bedensel rahatsızlıklar gösteren çocukların tedavisinde de uygulanır. Haraketlerdeki huzursuzluk, yetersizlik, kas kasılmalarında, solunum, ses çıkarma, konuşma, dokunma bozukluğunda, beden ve mekan oryantasyonu bozukluğunda, dokunma korkusunda, beden imajı bozukluğunda,kendinin değerli bulmama durumunda, ilişki kurma güçlüğünde,saldırgan davranışlarda ve gevşeme bozukluklarında uygulanır. Beden terapisinde strateji ve teknikler şunlardır; · Öncelikle terapist ve çocuk arasında iyi bir ilişkinin kurulması gerekmektedir. · Çocukla terapist arasında bedensel kontağın kurulması. Çocuğu sevme,başını okşama, çocuğa duygularını bedensel hareketlerle ifade etmesinde yardımcı olunmalıdır. · Yavaş yavaş bedensel kontağa alıştırma. Genellikle bu çocuklar bedensel teması reddederler. Bunun için öncelikle çocuğun bedensel kontağa alıştırılması gerekir. Çocuk ilk aşamada terapistin elinin vücudunda dolaşmasına alışması gerekir. Sonra terapistin dizlerine oturma, bacaklarında sallanma, terapi odasındaki oyuncak eve birlikte girme gibi alıştırma çalışmaları yapılabilir. · Bedensel çalışmaya sözle de eşlik edilmeli ve terapist devamlı çocukla konuşarak neyi niçin yaptığını açıklamalıdır. · Çocuğun kendi vücudunu tanımasına yardımcı olunmalıdır. Çocuk kendi vücuduna dokunarak bedeni hakkında bilgi sahibi olabilir. · Beden terapisinde acele edilmemeli ve çocuğun kabul edici ve reddedici davranışları kabul edilmelidir. Gençlerle psikoterapi Gençlerle yapılan terapi konuşmaya yöneliktir. Konuşmalar daha çok davranışlar üzerinde rehberlik yapma ve uygulamalarla birlikte sürdürülmelidir. Terapiler mümkün olduğu kadar kız ve erkek karışık gruplar halinde gerçekleştirilmelidir. Gençlerin bu konuda ihtiyaçlarının fazla olmasına karşın çeşitli nedenlerle gençler bu uygulamalardan yararlanmamaktadırlar. Gençlerin terapisinde hedef, gencin kendini gerçekleştirmesine yardımcı olmaktır. Gencin egosunun gelişmesi ,çocuk rolünden kopmasına ve yetişkin rolüne girmesi, çevresinde yaşanana problemlerle baş etmeyi öğrenmesi, serbest zaman değerlendirmesi konusunda gence rehberlik edilmelidir. Gençlere yapılacak öneriler çok gerçekçi olmalıdır. Gençlerin korkularının, nevrotik düşüncelerinin üstesinden gelmeleri isteniyorsa, serbest zaman çalışmaları imkanları,tartışma grupları, film grupları, müzik grupları, spor grupları, tiyatro grupları ile terapi saatleri birleştirilmelidir.Danışanı merkez alan psikoterapide gençler konuşma ile duygularını ifade etmeye çalışırlar ve böylece kendilerini keşfederler. Eğer terapist gençlerle iyi bir ilişki kurabilirse başarılıdır. Grup Terapisi Grup terapisi, bireyin problemleri ve bu problemlere kendisinin bulduğu çözüm yollarını, diğer grup üyelerinin problemleri ve buldukları çözüm yolları ile karşılaştırma olanağını bulduğu ortamdır. Bu yolla aynı zamanda birey kendi problemlerinin diğer grup üyeleri tarafından nasıl algılandığını görme şansına da sahip olur. Ancak gruba alınacak grup üyelerinin bireysel terapiden geçmeleri uygun olur.
Dante Cicchetti and Sheree L. Toth Özet Çeviri: Y. Doç. Dr. Sibel Kazak Berument* Bu makalede çocukluk ve gençlik dönemlerindeki depresif bozukluklar gelişimsel psikopatoloji açısından incelenmiştir. Bu yaklaşıma göre insan gelişimini anlamak için, bireylerin yaşam boyu gelişimsel süreçlerini (biyolojik, psikolojik ve sosyal gibi) birden fazla boyutun etkileşimleriyle anlamak gereklidir. Böylece depresif bozuklukların ortaya çıkmasında rol alan önemli faktörleri göstermek için, gelişim psikolojisi, klinik psikoloji, psikiyatri, epidemiyoloji, sosyoloji, nörobiyoloji, genetik ve sinirbilimi alanlarında kaydedilen gelişmeleri gelişimsel psikopatoloji perspektifiyle birleştirmek gereklidir. Bu yaklaşıma göre depresif bozukluklar çeşitli gelişimsel süreçlerin sonucunda ulaşılan heterojen durumlardır ve tek bir risk faktörünün depresif bozukluğa yol açtığı hemen hemen hiç düşünülmez. Bu makalede depresif hastalıklara olası neden olarak depresotipik gelişimsel organizasyon ileri sürülmektedir. Bu organizasyon depresif semptomların ve bozuklukların altında yatan, farklı süreçleri düşündürmesi açısından önemlidir. Gelişimsel bakış açısı, depresif bozuklukların sadece bilişsel, duyuşsal, kişilerarası ve biyolojik yönlerini anlamak yerine, bizi bu yönlerin gelişimsel olarak nasıl değiştiğini ve bu yönlerin sosyal çevrede bulunan bireyin, biyolojik ve psikolojik sistemleriyle nasıl bütünleştiğini anlamaya zorlamaktadır. Bu makalede önce depresif bozuklukların doğası tartışılıyor, daha sonra epidemolojik bulgular ile gençlerde ve çocuklarda depresyonun klinik özellikleri üzerinde duruluyor. Daha sonra gelişimsel psikopatoloji alanının kavramlarından sözederek depresyonun çocuk ve gençlerdeki gelişimi ve görünümü hakkında bir model sunuluyor. Bu alandaki boylamsal araştırmalar yetersiz olduğundan, epidemolojik araştırma sonuçlarından, ebeveynlerinin depresyonlu olduğu yüksek risk grubu çocuklarla yapılan çalışmalardan, kliniklere depresyon tedavisi için gelen ya da hastanelerde yatan çocuklarla yapılan çalışmaların bulgularından bahsediliyor. Bu makalede önerilen model kaçınılmaz olarak spekülatif, çünkü deprosotipik organizasyonun ortaya çıkışı ve zaman içinde değişimini inceleyen çalışmalar bulunmamaktadır. Pek çok araştırma unipolar depresyon konusunda yapılmış olduğundan, bu makalede çocukluk ve gençlikte depresif bozuklukların etiyolojisi ve sürecini gelişimsel psikopatoloji perspektifi ile anlamada unipolar depresyon üzerinde duruluyor. Tanımsal ölçütler ve bozukluğun doğası: Tipik olarak depresyon, depresif duygu durumu, depresif sendromlar ve depresif bozukluklar olmak üzere üç şekilde kullanılmaktadır (Angold, 1988). Depresif duygu durumu, disforik duyuşu içeren tek bir semptom ya da semptomlar grubuyla sınırlıdır. Depresif duygu durumunu ölçmek için şimdiye dek daha çok kişinin kendisinden bilgi alma yöntemleri kullanılmıştır. Depresif sendromlar görgül olarak birlikte görüldükleri kanıtlanmış semptom gruplarını içerir. Depresif bozukluklar DSM 4 ve ICD 10 da olduğu gibi teşhis kategorileri olarak yansıtılmaktadır. İki tip duygu durumu bozukluğu bulunmaktadır. Bunlardan biri bu makalede bahsedilmeyen bipolar bozukluk ve depresif bozukluktur. Depresif bozukluğun iki temel alt çeşidi vardır. Tek veya tekrarlayan depresif ataklarla ortaya çıkan Major Depresif Bozukluk ve kronik duygu durumu bozukluğu ile karakterize olan distimi. Bu bozuklukların semptomlarının çocuk ve gençlerde yetişkinlerden daha farklı şekillerde ortaya çıkabileceği vurgulanmasına rağmen (APA, 1994; Birmaher ve ark., 1996; Kovacs, 1996) çoğu zaman yetişkin kriterleri çocuk ve gençlere uygulanmakta, etiyoloji ve ilerlemesini etkileyebilecek gelişimsel faktörler göz ardı edilmektedir. Çocuk ve gençlerde depresif bozukluklar: Çocuk ve gençlerdeki duygu durumu bozuklukları, yetişkinlik dönemine göre daha az araştırılmış olmalarına rağmen son yıllarda bu alanda ilerlemeler sağlanmıştır. Depresif hastalıkların ergenlik çağından önce görülebilmesini sorgulayan önceki inanışların aksine, yakın zamanlarda teşhiste hangi ölçütlerin kullanılması gerektiği; epidemolojiye, nedenlerine, ilerlemesine ve sonuçlarına yönelik çalışmalarda daha ileri tekniklerin kullanımı; ayrıca depresif, distimik ve risk gruplarını oluşturan çocukların tedaviye tepkileri gibi konular üzerinde durulmaktadır. Epidemoloji ve çocuk ve genç depresyonunun klinik özellikleri Major Depresif Bozukluğun (MDB) çocukluktaki sıklığının % 0.4 ile % 2.5, gençlikte ise % 0.4 ile % 8.3 arasında değiştiği tahmin edilmektedir. Fakat çocukların bilişsel, dil, bellek ve kendini anlamalarındaki gelişimsel kısıtlılıkları düşünüldüğünde, Major Depresif Bozukluğun teşhis edilmesinde yanılgılar olabilir. MDB’nin gençlikteki yaşam boyu görülme sıklığı (%15 ile % 20), yetişkinlerdeki yaşam boyu görülme sıklığına benzerdir. Bu benzerlik yetişkinlikte görülen depresyonun temellerinin gençlikte bulunduğuna işaret etmektedir. Distimik bozukluğun görülme sıklığı çocuklarda % 0.6 ile % 1.7 ve gençlerde % 1.6 ile % 8.0 dir. MDB çocukluk döneminde kızlarda ve erkeklerde aynı oranlarda görülürken, gençlik döneminde bu oran kızlarda erkeklere göre iki kat daha fazladır, bu da yetişkinlik dönemindeki oranlarla paralellik göstermektedir. MDB ile karşılaştırıldığında çocuklarda Distimik Bozukluğun önce görülmesi daha sonraki duygu durumu bozukluklarının görülme riskini arttırmaktadır. Çocuk ve gençlerde MDB’nin süresi yaklaşık 7 -9 aydır ve sıklıkla tekrarlandığı görülmektedir. Distimik Bozukluk ise yaklaşık 4 yıl sürmektedir. Bu çocuklar genellikle Distimik Bozukluğun başlamasından 2 yıl sonra MDB gösterirler. Distimik Bozukluk tekrarlanan depresif bozukluklara yol açtığı için, Distimik Bozukluk konusunda yapılacak erken tanı, tedavi ve önleme çalışmaları önemli stratejiler olmalıdır. Depresyonda olan çocuk ve gençlerin % 40 ile % 70’i bir başka bozukluk daha göstermektedir, bunların % 20 ile % 50’sinin iki veya daha fazla bozukluk gösterdikleri tahmin edilmektedir. En sık görülen komorbid bozukluklar, Distimik Bozukluk, Kaygı Bozuklukları, Davranış bozuklukları ve Madde kullanımıdır. Çocuk ve ergenlerde Kaygı Bozuklukları Depresif bozukluklardan önce gelirken, yetişkinlerde, Depresyon, Kaygı Bozukluklarından önce gelmektedir. MDB genellikle, alkol ve madde kullanımından yaklaşık 4.5 yıl önce gelir ve depresyonda olan gençlerde bağımlılıkların önlenmesinde önemli bir işaret oluşturur. Genellikle komorbidite depresyonun tekrarlama riskini, depresyonun süresini, intihar riskini, fonksiyon göstermeyi, tedaviye tepkiyi ve psikiyatrik servislerin kullanımını etkilemektedir. Cinsiyet farklılıkları Araştırmalar ergenliğin ilk ve orta dönemlerine doğru depresyonun genel sıklığında iki cinste de artış olduğunu göstermektedir. Fakat kızlardaki oranlar erkeklere göre daha yüksektir. Kızlardaki bu artış konusunda fikir birliği olmasına rağmen, bu farklılığı açıklamaya yönelik daha çok çalışmaya ihtiyaç vardır. Çocukluk ve gençlik depresyonuna Gelişimsel psikopatoloji kavramlarıyla yaklaşma Depresif bozuklukların gelişimin farklı dönemlerinde görülmesi, çeşitli risk faktörleriyle ve diğer patolojilerle ilişkili olması, bu bozuklukların ortaya çıkmasına ve devam etmesine neden olan gelişimsel süreçler hakkında sağlambilgi edinmeyi önemli kılmaktadır. Gelişimcilerin depresif bozukluklarla özellikle ilgilenmesinin nedeni bu bozuklukların temelinde, psikolojik (örn. duyuşsal, bilişsel, sosyal-duygusal, sosyal-bilişsel), sosyal (örn. toplum, kültür) ve biyolojik (örn. kalıtsal, nörobiyolojik, nörofizyolojik, nörokimyasal, nöroendokrin) gibi karmaşık yapıların etkileşiminin olmasıdır. Depresif bozukluklara giden farklı süreçler bulunmaktadır ve depresyon için potansiyel risk faktörleri, depresyondan başka davranış problemlerine de yol açabilir. Duygu durumu bozukluğu gösteren kişilerde bilişsel (bilgi işleme, sosyal biliş vb.), sosyal-duygusal (benlik saygısı, kişilerarası-ilişkiler, suçluluk, duyuş kontrolü vb.), temsil edici (benlik-şeması, içsel temsil etme modelleri vb.), biyolojik (kalıtsal, beyinde yapısal bozukluklar vb.) sistemlerde farklılaşan düzeylerde sapmalar görülmektedir. Bu sistemler birbirinden ayrı değil, birbirleriyle çok yakından ilişkilidirler. Normal fonksiyon gösteren kişilerde bu sistemler arısında tutarlı bir organizasyon vardır. Buna karşıt olarak depresif kişilerde, bu sistemler arasında tutarsız bir organizasyon ya da patolojik yapıların bir organizasyonu, diğer bir deyişle depresotipik organizasyon vardır. Bu organizasyon gelişimsel olarak ilerler ve yaşamın farklı dönemlerinde depresif bozukluk olarak sonuçlanabilir. Bu nedenle, bu sistemler arasındaki ilişkileri anlamak, hem depresif bozuklukların doğasını hem de bu sistemlerin nasıl normal fonksiyon göstermeyi sağladıklarını anlamak açısından çok önemlidir. Farklı sistemler depresif bozukluklardan etkilendiğine göre, gelişimsel yaklaşım dikkatleri, daha sonra ortaya çıkabilecek ve depresif semptomlarla ilişkili olabilecek, erken dönemlere yöneltir. Örneğin, duyuşsal kontrol mekanizmalarındaki aksaklıkları, veya depresif kişilerin kendileri hakkındaki negatif atıfları anlama, bu özelliklerin erken gelişimini inceleyerek olabilir. Gelişime organizasyonel yaklaşım Çocuklar gelişimin her basamağında çözümlemek durumunda oldukları farklı problemlerle karşılaşırlar. Bu problemler karşısında olumlu adaptasyon kişinin yeterliliğine katkıda bulunurken, zayıf çözümler bireyin gelecekte karşılaşacağı gelişimsel problemlere olumlu adaptasyonunu azaltır. Gelişim çok çeşitli sonuçlara varabildiğine göre, gelişimsel süreçlerde de farklılıkların bulunması beklenen bir durumdur. Çoklu sonuç prensibine (multifinality) göre tek bir etki farklı sonuçlara neden olabilir. Örneğin, depresyonlu ailelerin çocukları (kalıtsallığı da içine alacak şekilde) riskli grup olarak görülmelerine rağmen, hepsi depresif bozukluk geliştirmemekte ve adaptasyon gösterenleri de görülmektedir. Tekli sonuç (equifinality) prensibine göre, aynı sonuç farklı nedenlerden kaynaklanabilir. Örneğin, erkeklerde yetişkinlikte görülen depresyon okul öncesi dönemdeki zıt ve sosyal olmayan kişilerarası davranışlarla ilişkili bulunurken, kadınlarda ergenlik dönemindeki fazla sosyalleşme ve aşırı içedönüklük, yetişkinlikteki depresyonu yordayabilen özellikler olarak bulunmuştur. Çevresel etkileşim modeli (An ecological transactional model) Bu model çocukluk ve ergenlikte çoklu faktörlerin nasıl depresyona neden olduğunu anlayabilmek için bir çerçeve sunmaktadır. Bu perspektife göre, bireyin çevresi bireye yakın veya uzak olan aynı anda var olan düzeylerden oluşmaktadır. Etkinin bireye yakınlığına bağlı olarak, depresotipik organizasyonun ve depresif bozukluğun ortaya çıkmasındaki rolü farklılaşır. Bireyin özellikleri ve çevrenin her bir düzeyindeki süreçler zaman içerisinde birbirlerini karşılıklı etkiler ve çocuğun gelişim sürecini şekillendirirler. Depresotipik organizasyonun olup olmaması da buna bağlıdır. Bireyin çevresindeki en uzak iki düzey, inanç ve kültürel değerleri içeren makro-sistem ile, çocukların ve ailelerin yaşadığı çevrenin özelliklerini içeren eko-sistemdir. Bireyin adaptasyonunu etkileyebilecek daha yakın faktörler, yakın çevre (mikro-sistem) özellikle aile, ve bireye özgü özellikleri içermektedir. Değişim modeli çerçevesinde, süregelen risk ve koruyucu faktörlerin çevrenin düzeyleri içinde ve arasındaki geçişleri, depresotipik organizasyonun gelişimine ve depresif bozuklukların ortaya çıkmasına ya da tekrarlamasına katkıda bulunuyor olarak görülmektedir. Bireye özgü gelişim (ontogenetic development) Depresif bozuklukların ve depresotipik organizasyonun farklı parçalarının gelişmesine teorik ilgilerinden dolayı, bu makalede erken gelişim basamaklarına özgü dört gelişimsel nokta üzerinde durulmuştur. a. homeostatik ve fizyolojik düzenlemenin gelişmesi b. duyuşsal ayırım yapabilme ve dikkat ve uyarılmışlığın düzenlenmesi c. güvenli bağlılığın gelişimi d. benlik sisteminin gelişimi a. Homeostatik ve fizyolojik düzenlemenin gelişmesi Yaşamın ilk aylarında bebekler içsel fizyolojik durumlarda dengeyi sağlamak gereksinimindedirler. Homeostatik sistem bir denge noktasında kalmayı arar ve bu dengeden uzaklaşmak sıkıntı yaratır. Erken fizyolojik düzenleme bebeğe bakan yetişkinden destek arar. Bebekler ihtiyaçlarını ebeveynlerine duyuşsal tepkileriyle iletmeyi geliştirirler. Duyarlı ebeveynler de bu işaretleri doğru olarak tespit edebilmelidir. Bebeğin beyni gelişirken, bebek fizyolojik sıkıntının yarattığı uyarılmışlığı düzenlemede kendine artan bir şekilde yeterli olmaya başlar. Bu gelişen kapasite ön beyin kontrol fonksiyonları ile nörotransmitter sistemlerinin gelişimi sayesinde olur. Sağ beyin aktivasyonu stress ile, sol beyin aktivasyonu ve sağ beyinin aktivitesini kontrol etmek ise olumlu duygularla ilişkilendirilmiştir. Hemisferler arası bağlantının gelişmesi de bebeğin kendini kontrol edebilmesini geliştirir. Bu nörolojik gelişme deneyime bağlıdır. Bunun için ebeveynlerden gelecek dış uyaranlar gereklidir. Ebeveyler, homeostatik düzenlemenin sürekliliğinde bebeklerine verdikleri desteğin niteliğine bağlı olarak, bebeğin beyin gelişimi sürecine dolaylı bir şekilde etki ederler. Çok sık yeni deneyimler ve sürekliliği olmayan bir çevre, düzenli olarak sağ beyni aktive ederek negatif duyuş gösterimine neden olabilir. Karşıt bir durumda ise, çevrenin sürekliliği ve tutarlılığı sol beynin baskın olmasını destekleyerek negatif uyarılmışlığın azaltılmasını güçlendirebilir. Böylece anne babanın bebeğe karşı tutumu, bebeğin hemisferler arası bağlarının ve duygu kontrol becerilerinin gelişimini etkileyebilir. Annelerin depresyonlu anne rolünü oynadığı çalışmalar dahi bebekler üzerinde yukarıda açıklanan olumsuz etkilerin varlığını göstermişlerdir. Bebeklikten sonraki yaşlarda ebeveynleri duygu durumu bozukluğu gösteren çocuklarla yapılan çalışmalarda da bu çocukların duyuş kontrol güçlükleri yaşadıkları gözlemlenmiştir. Bu alandaki çalışmalar, bebeklikten itibaren başlayan düzenleme ve kontrol süreçlerindeki güçlüklerin, depresotipik organizasyonun değişimine katkıda bulunabileceklerini göstermektedir. b. Duyuşsal ayırım yapabilme ve dikkat ve uyarılmışlığın düzenlenmesi İçsel homeostatik düzenlemenin temellerinin atılmasıyla, bebek fiziksel çevresine daha çok dikkat eder ve tepki verir hale gelir. Farklı fonksiyon alanlarında da hızla beceriler kazanmaya başlar. Bebeğin ebeveynle olan ilişkisinde duyuşsal gösterim önemli bir araç haline gelmeye başlar. Bebek duyuşsal gösterim ve davranışlarını ebeveynine göre adapte eder, düzenler. Bebeğin anne babasının desteğine ihtiyacı olduğundan, ebeveynin bebekle nasıl ilişki kurduğu ve ona nasıl baktığı, bebeklerin duyuşsal ayırım yapabilme, duyuşsal ifade etme ve düzenleme becerilerinde, bireyler arası farklılıkların ortaya çıkmasına katkıda bulunmaktadır. Böylece, depresyonlu annelerin çocuklarının olumsuz duyuşsal etkileşimler yaşamaları, çocukların erken duyuş gelişimindeki farklılıklara yol açmaktadır. Bu erken duyuş farklılıkları, depresotipik organizasyonun gelişme ve değişmesinde itici güç rolünü oynar. c. Güvenli bağlanma ilişkisinin gelişimi Bebeğin annesine veya temel ihtiyaçlarını karşılayan kişiye karşı birinci yılın ikinci yarısında geliştirdiği bağlanma ilişkisi, çok önemlidir. Bu ilişki annenin duygusal ve fiziksel olarak sağladığı ortamın kalitesine bağlı olarak, bebeğin değişen ve gelişen duyuşu, bilişi, ve davranışını organize eder. Anne dışarıdan gelebilecek tehditlere karşı güvenli bir nokta sağlamasıyla, bebeğin uyarılmışlığını dengelemeye ve böylece iç güvenliğini sağlamaya yardım eder. Anneye karşı geliştirilen bağlanma çeşitlerindeki farklılık, sosyo-duygusal, bilişsel, temsil edici ve biyolojik sistemlerdeki farklı organizasyonları anlamak açısından önemlidir. Bu farklılıklar depresotipik organizasyonla da ilgili olabilir. Bebeklikten itibaren kişinin anneyle olan bağlanma ilişkisi deneyimi, artan bir şekilde içsel olarak temsil edilmeye başlar. Ebeveynleri depresyonlu olan çocukların bakımlarında birtakım aksaklıklar meydana gelebilir ve bu daha sonraki güvensiz bağlanmaya yol açabilir. Güvensiz bağlanma çocuğun ebevenyninin depresyonu ile başa çıkmasını güç hale getirebilir ve çocukta depresyonun görülmesine yol açabilir. Bütün olarak bakıldığında, çalışmalar depresyonlu kişilerin çocuklarının güvensiz bağlanma geliştirme olasılığının anlamlı şekilde yüksek olduğunu göstermiştir. Ayrıca çalışmalar, güvensiz bağlanması ileriki çocukluk yıllarında devam eden çocukların daha fazla davranış problemleri sergilediklerini ortaya koymuştur. Ergenlik çağında ise klinik depresyon tanısı alanların, ebeveynlerine karşı daha az güvenli bağlanma bildirdikleri bulunmuştur. Özetle, hem depresyon tanısı konulmuş gençlerde, hem de depresyonlu ebevenylerin çocuklarında güvensiz bağlanmanın daha sık olduğu yönünde bulgularda bir artış görülmektedir. Bağlanma ilişkisinin niteliği, biliş, duyuş ve davranışı organize eden “ben” ve “başkaları” hakkındaki içsel temsilleri etkilemektedir. Bu modellerde gelişim süreci içerisindeki algı ve deneyimleri etkilemektedir. Güvensiz bağlanma geliştirmiş bireylerde bu modeller psikolojik ve biyolojik depresotipik organizasyonun gelişimine katkıda bulunmaktadırlar. d. Benlik-sistemi: Kendinin farkında olabilme ve kendini başkasından ayırt edebilme Bağlanma ilişkisinin gelişimini takiben, ikinci yılın ikinci yarısında çocuklar kendilerini diğer kişilerden ayrı ve bağımsız varlıklar olarak görmeye başlarlar. Duygusal ve bilişsel yapıların içsel temsillere eklendiği modellerde benlik, benin bağlanma objesiyle (anne) olan ilişkisine göre temsil edilmeye başlar. Çocuk büyüdükçe kendini kontrol edebilme becerisinin artmasına rağmen, ebeveyn ilişkisi önemini korumakta ve ebeveynin varlığı, ulaşılabilirliği ve tepkileri benliğin nasıl temsil edildiğini etkilemektedir. Ebeveynin olumlu tepkiler vermesi, ulaşılabilir olması benliğin kabul edilebilir ve değerli olduğuna, ebeveynin ulaşılamaz ve dışlayıcı olması benliğin sevilmez ve değersiz olarak temsil edilmesine yol açar. Araştırmalar, depresyonlu bireylerin çocuklarının benlik gelişimlerinde aksaklıkların olduğunu, bu çocuklarda benliklerine negatif atıfta bulunma riskinin bulunduğunu ve daha sonra depresyon geliştirme açısından olumsuz etkilendiklerini göstermektedir. Benlik sistemindeki aksaklıklar, depresyonlu kişilerde intihar olasılığını da etkilemektedir. Depresyonda gelişimsel biyolojik sistemler Birçok çalışma depresyonlu kişilerin akrabalarında duygu durumu bozukluklarının görülme sıklığının genel popülasyon oranlarından yüksek olduğunu ve bu oranın yakın akrabalarda daha da yükseldiğini göstermiştir. İkiz çalışmaları duygu durumu bozukluklarının ikizlerden ikisinde birden görülme oranlarının tek yumurta ikizlerinde çift yumurta ikizlerine göre daha yüksek olduğunu göstermektedir. Evlat edinilmiş çocukların aileleriyle yapılan çalışmalar ise biyolojik akrabalarda, evlat edinenlerin akrabalarına göre daha yüksek oranda depresyona rastlandığı bulunmuştur. Genlerin etkilerinin yaşamın farklı dönemlerinde farklı olması beklendiğinden, bu bilgiler gelişimsel depresyon modeli oluşturulurken göz önünde bulundurulup, değişen depresotipik gelişimsel organizasyona ilave edilmelidir. Depresyonlu çocuk ve gençlerle yapılan farklı biyolojik yapıları ve süreçleri inceleyen çok sayıda araştırma bulunmaktadır. Depresyon riskini artırabilecek karmaşık gelişimsel organizasyonu anlayabilmek için bütün bu biyolojik bulguların, psikolojik sistemlerle birleştirilmesi gerekmektedir. Yakın çevre (mikro-sistem) Kalıtsallık akrabalarda depresyonun görülmesini etkilemektedir, fakat tek başına depresyonun gelişimini açıklayamaz. Bazı çalışmalar da şiddetli depresyon durumlarında önemli çevresel etkilerin varlığını ortaya koymuştur. Bu durumda, çevresel faktörlerin depresyon üzerindeki etkileri küçümsenemez. Depresyonlu çocukların çevreleri değiştiğinde (hastaneye yatırılmaları gibi), duygu durumlarında düzelmelerin görülmesi, ailenin depresyon üzerindeki etkilerini göstermektedir. Çalışmalar ebeveynin psikiyatrik bir bozukluğunun olması, ailenin yapısı, olumsuz yaşam deneyimleri gibi aile ile ilgili faktörlerin depresyonun gelişimi ve sürekliliği üzerindeki etkisini ortaya koymuştur. Depresyonlu çocukların ailelerinde depresyon, kaygı durumu, madde kullanımı, antisosyal davranışlar, boşanma, tek ebeveynin olması, düşük sosyo-ekonomik düzey, çocuk istismarının varlığı pek çok çalışma tarafından gösterilmiştir. Çevresel etkileşim modeline göre bu faktörler, çevrenin farklı düzeylerinde etkileri olan diğer psikolojik, sosyal ve biyolojik mekanizmalarla birlikte düşünülmelidir. Eko-sistem (çocukların ve ailelerin yaşadığı çevrenin özellikleri) Daha önce açıklanan aile etkilerine ek olarak, okul ve çocuğun yaşadığı mahalle, özellikle temel eğitimden orta öğrenime geçiş döneminde çocuğun akademik ve psikolojik uyumuna katkıda bulunmaktadır. Bu yüzden okul çevrelerinin depresyonun gelişimi konusundaki önemi vurgulanmaktadır. Depresyonun orta öğrenim yıllarında artış göstermesi, akademik olarak başarılı olduğunu düşünen çocukların duygusal ve davranış güçlükleri çekme olasılığının düşük olması, buna karşıt akademik olarak kendini başarısız gören çocukların depresyon semptomları göstermesi de çevrenin önemini destekleyen araştırma bulguları arasındadır. Ergenliğin başlangıç döneminde görülen okul başarısızlığı, ufak çaptaki uygunsuz davranışlar, okulu sevmeme gibi özelliklerin, ergenliğin daha ileri yıllarında görülen depresyon ve psikolojik sağlık ile ilgili olduğu bilinmektedir. Okul çevresinin orta öğrenime geçiş döneminde çocuğun gelişimini destekleyici rol oynayamaması, motivasyon ve ruh sağlığı problemlerine katkıda bulunabilir. Okula uyum, akademik ilgi ve başarının ise ruh sağlığı açısından koruyucu bir rol oynama olasılığı yüksektir. Makro-sistem İlk bakışta, kültürel değer ve inançların gelişen deprosotipik organizasyon ve duygu durumu bozukluklarıyla ilişkili olamayacağı düşünülebilir. Fakat makro sistemin bazı yönlerinin depresyonun ortaya çıkmasında etkili olduğunu gösteren çalışmalar bulunmaktadır. Bundan başka, toplumsal tutumlar, kaynak ve destekler, ailelerin arayacağı tedavilerin varlığını etkilediğinden, makro-sistem depresyonun görülüp görülmemesini, görüldüğünde ise nasıl sergileneceğini önemli şekilde etkileyebilir. Bu konuda yapılan araştırmalar oldukça azdır. İntihar riskleri konusundaki araştırmalar bu konuya bir ölçüde açıklık getirmektedir. Çalışmalar, azınlık grubun üyesi olma, ya da toplumsal değişimin (gelenekselden batıya yönelim gibi) hızlı olduğu yerlerde yaşamanın, intihar riskini arttırdığını göstermiştir. ÖZET VE ÖNERİLER Gelişimsel psikopatoloji perspektifi depresyona dönüşen depresotipik organizasyonun engellenmesi ve depresyon ortaya çıktığında da tedavisi için önemli ipuçları sağlar. Depresyonlu ebeveynlerin çocuklarının ve depresyonlu çocuk ve gençlerin psikolojik ve biyolojik gelişimsel yapılarının organizasyonunu anlama, semptomların anlamını kavrama, farklı kişilerin farklı terapilerden nasıl faydalanacağını anlama açısından çok önemlidir. Depresotipik organizasyon bebeklik döneminde başlayabileceği için, erken döneme yönelik önleme çalışmaları, gelişim basamaklarında ilerlemenin başarılı olması için önemli olacaktır. Aileye özgü pek çok faktörün depresyonun ortaya çıkmasındaki rolü bilinmektedir. Bu nedenle aile destek programları çocuğun daha yetkin olmasını sağlayarak depresyonun ortaya çıkmasını engelleyecek ve toplumsal oranlarda düşüş sağlanacaktır. Depresyonlu ailelere sağlanacak önleyici destek programlarının uygulanabilmesi için, sosyal ve sağlık politikalarında değişiklikler yapılması gerekecektir. Depresotipik organizasyonun oluşmasında rol alan faktörlere yönelik önleme ve destek programları depresyonun ortaya çıkmasını engelleyebilmesi açısından önemlidir. Kaynak: American Psychologist, 53 (3), 221-241. • ODTÜ Psikoloji Bölümü Öğretim Üyesi • Türk Psikoloji Bülteni 4 (10) 105-112 • Türk Psikologlar Derneği, 1999
Çoğumuz iletişimin işleyişi hakkında,çamaşır makinemizin motorunu çalıştıran mekanik ilkeler kadar bilgi sahibiyiz. Yani pek fazla şey bilmeyiz. Makinemize çamaşırı koyar,ayarına yapar ve çalıştırma düğmesine basarız. Motorun nasıl çalıştığı bizi ilgilendirmez … Ta ki bozulup çamaşırlarını yıkamaz hale gelinceye kadar.Ailesiyle olan iletişimi,çocuğun dünyasında büyük önem taşır. Ana-baba ve çocuk üçgeninde,ancak tarafların duygu ve düşüncelerini birbirlerine aktarmaları ve başarılı diyalog kurabilmeleri halinde sorunlarına çözüm bulmaları mümkündür.İşte bu günkü konumuzda çocukla iletişim nasıl kurulur? Ya da başarılı iletişim yöntemleri hangileridir? gibi soruların cevapları verilmeye çalışılacaktır. İletişim Nedir? İletişim… bir gülümseme, bir el sıkışma, bir gözyaşı, bir kaş çatma, bir hareket, bir sözcük, bir öpücük, bir tonlama, bir fısıltı, bir göz kırpma, bir kucaklama, bir homurtudur.Yüzeysel olarak bu süreç sadece alışkanlık işi ve basit gibi görünebilir. Ancak eğer “motorun” içine bakarsanız iletişimin birlikte ve doğru biçimde işlemesi,bütün sürecin işlemesini sağlayan 7 parçadan oluşmaktadır. Bir davranışı yorumlarken değer yargılarımız devreye girer. Oysa değer yargılarıyla davranışları ayırt edebilmeliyiz. Sorunları ayırt edebilmek ve müdahalelerimizi gereken yerlerde ve doğru olarak yapabilmek için bir davranış penceresi çizelim. ve izlediğimiz her kimsenin davranışları bu pencerenin içinde yer alır. Davranışların kabul edilip edilmemesi,bizlerin o davranışa tanık olduğumuzda yaşadığımız duygularla bağımlıdır. Şöyle ki,davranış oluştuğunda (örneğin çocuk burnunu karıştırıyor) olumsuz duygular yaşıyorsak (kızıp bağırıyorsak) davranışı kabul etmeyiz. Olumsuz duygular yaşamıyorsak (örneğin,yakın bir arkadaşımızla o anda hararetli bir konuşma yapmaktayız) o davranışı görmezlikten gelebilir,tepki göstermeyebiliriz. Bu durumda ,kabul çizgisinin devamlı aynı yerde durmadığını,değişken olduğunu düşünmek zorundayız. Kabul çizgisinin değişkenliğini 3 önemli etken yaratır: 1)BEN 2)ÇOCUK 3)ÇEVRE 1)BEN: Eğer keyifli günümdeysem,benim ve ailemin herhangi bir sağlık veya diğer önemli sorunu yoksa,acelem yoksa,eşimle kavga etmemişsem vb. o gün bir çok davranışı kolay kabul edebilir hatta genellikle kızdığım davranışları dahi göz ardı edebilirim. Ama zor günümdeysem “Kabul Çizgim” çok yukarıdadır. 2)ÇOCUK: Davranışların kabul edilip edilmemesi çocuğun yaşına ve cinsiyetine bağlıdır. 2 yaşındaki çocuğun parmağını emmesi kabul edilebilir ama 8 yaşındaki çocuğun bu davranışı kabul edilmez. Ayrıca anne-babalar kendilerine benzeyen çocuklarına daha farklı tepkilerde bulunabilirler. Bu farkında olmadan,düşünmeden sadece yakın hissettiğimiz için gösterdiğimiz tepkilerdir. 3)ÇEVRE: Çevreye verdiğimiz önem davranışı kabul edip etmememizi etkiler. Örneğin evde çocuğun istediği gibi yemesine izin verirken bir yere misafirliğe gittiğinde daha özenli yemek yemesini isteriz. Mesaj İle İlgili Sorunlar Sözle aktarılan bir mesajın dinleyeni şöyle etkilediği görülmüştür. • Söylediğiniz şeyin –sözel mesajınızın-inandıracak payı yalnızca %7 dir. • Onu söyleme tarzınızın-ses tonunuzun-payı %38dir. • Konuşurken hareket etme tarzınızın-gönderdiğiniz sözsüz mesajların- dinleyicinizin inanacağı şeydeki payı %55 gibi inanılmaz bir orandır. İLETİŞİMDE ENGELLER Yetişkinlerin çocuklarıyla iletişimde aldıkları tavırları belli başlıklarla özetleyebiliriz: 1-Emir verme,yönetme: “Yapman gerekir….yapacaksın….yapmak zorundasın.” -Korku ve aktif direnç yaratabilir. -Söylenenin tersini “denemeye” davet edebilir. -İsyankar davranışa ya da misillemeye yol açar. 2-Uyarma,tehdit etme: “…yapamazsın…..ya yaparsan….yoksa…” -Korku boyun eğme yaratabilir. -Sök konusu sonuçların gerçekten meydana gelip gelmeyeceğine denemeye kalkışabilir. -Gücenme,kızgınlık,isyankarlık oluşur. 3-Ahlak dersi verme: “…yapmalıydın….senin sorumluluğun….şöyle yapmak gerekir….” -Zorunluluk ya da suçluluk duygularını yaratır. -Çocuğun durumunu daha şiddetle savunmasına yol açabilir. 4-Öğüt verme,çözüm getirme,fikir verme: “Ben olsam….neden böyle yapmıyorsun?…Bence,,,sana şunu önereyim…” -Çocukların kendi sorunlarını çözmekten aciz olduğunu ima eder. -Çocuğun sorununu bütünüyle düşünüp,değişik çözümler getirip seçenekleri denemesine engel olur. -Bağımlılık ya da direnme yaratabilir. 5-Mantık yoluyla inandırma: -“İşte şu nedenle hatalısın….” “Olaylar gösteriyor ki….”Evet..ama…”“Gerçek şu ki…” -Savunucu tutumları ve karşı koymayı kışkırtır. -Çoğunlukla çocuğun ailesiyle iletişimi kesmesine ve artık dinlememesine yol açar. -Çocuğun kendini beceriksiz ve yetersiz hissetmesine neden olabilir. 6-Yargılama,eleştirme,suçlama: “Olgunca düşünmüyorsun…” “Sen zaten tembelsin…” -Yetersizlik,aptallık ve yanlış değerlendirme anlamı taşır. -Çocuk azarlanma korkusuyla iletişimi keser. -Çocuk eleştirileri gerçek sanabilir. 7-Övme,görüşüne katılma,teşhis koyma: “Çok güzel…” “Haklısın,o öğretmen berbat birine benziyor..” -Ailenin beklentilerinin çok yüksek olduğunu anlatır. -İstenilen davranışı yaratabilmek için,söylenenler içtenlikten uzak manevra gibi algılanabilir. -Çocuğun kendini algılayışı ile övgü uygun değilse çocukta kaygı yaratabilir. 8-Ad takma,gülünç duruma düşürme: “Koca bebek..” “Hadi bakalım süpermen..” “Gerizekalı”… -Çocuğun kendini değersiz hissetmesine yol açar. -Çocuğun benlik kavramı olumsuz etkilenebilir. -Genellikle karşılık vermeye iterler. 9-Tahlil,teşhis koyma: “Senin derdin nedir biliyor musun?” “Her halde çok yorgunsun.” “Aslında sen öyle demek istemiyorsun.” -Tehdit edici,tedirgin edici olabilir. -Başarısızlık duygusunu uyandırabilir. -Çocuk kendini korumasız,kıstırılmış hisseder. -Çocuk yanlış anlaşılmak endişesiyle iletişimi keser. 10-Güven verme,teskin etme: “Aldırma…Boşver, düzelir..” “Hadi biraz neşelen…” “Zamanla kendini daha rahat hissedersin…” -Çocuğun kendini “anlaşılmamış” hissetmesine neden olur. -Kızgınlık duyguları uyandırır. (Size göre iyi tabi) -Çocuk mesajı genellikle “kendini kötü hissetmen doğru değil.” Şeklinde algılar. 11-İnceleme,araştırmak,soruşturmak: “Neden…?Kim?….Sen ne yaptın?…Nasıl?….” -Çocuklar sorulara genellikle hayır demeye,yarı doğru cevaplar vermeye başlarlar. -Sorular genellikle soru soranın nereye varmak istediğini açıkladığından,çocuk korku ve endişeye kapılabilir. -Ailenin endişelerinden doğan sorulara cevap vermeye çalışan çocuk kendi sorununu gözden kaçırabilir. 12-Konu değiştirme,işi alaya vurma,şaka yolu: “Daha güzel şeylerden konuşalım…” “Sen neden dünyayı yönetmiyorsun?” -Yaşamın güçlükleriyle savaşmak yerine ,olaylardan kaçmak gerekli,mesajını ime edebilir. -Çocuğa sorunların önemsiz,saçma sapan ve geçersiz olduğu anlamını verebilir. -Çocuk bir güçlükle karşılaştığında açık davranmaktan çekinebilir. Yetişkinlerin %90`ında biraz önce söz edilen davranış özelliklerinin bulunduğu gözlenmiştir. Şemada ana-baba-ve çocuk arasındaki iletişim görülmektedir. Bu tipik cevaplar,çocukla ileri derecede bir iletişimi engellediği için “iletişimi engelleyen kategoriler” olarak anılırlar. Çocuklar böyle bir cevap karşısında iletişimi keserler. Ya da karşı saldırıya geçip kendilerini savunurlar. Yetersizlik ve aşağılık duygusu hissederler. İletişim engelleri,kendini anlatmaya çalışan çocuğa yardımcı olmadığı gibi,onun ileriki sorunlarını da anlamamasına ,içine atmasına neden olur. Bunun yerine yapılacak yardımcı davranışlar şunlar olabilir: A-Sessizlik: Sessizlik kadar kişiye konuşma olanağı tanıyan güçlü bir etken yoktur. Sadece sessiz durarak karşıdaki kişiye,çocuğa konuşma alanı bıraktığımız için,çocuk konuşmaya yönelebilir. ÇOCUKLARLA İLETİŞİM KURMA
Erişkinlerdeki nevrotik davranışların kökeninin ‘çocukluk kaygıları’nda yattığı, en azından bir bölümünün böyle olduğu, kabul edilen bir gerçektir.Karen Horney, ‘çocukluk döneminin kaygıları’nın büyük ölçüde anne-baba tutumlarından kaynaklandığını belirtmektedir.‘Kaygı’yı, ‘yapmak istediklerimizle koşullar arasındaki çatışma’dan, ‘dışa vurmak istediklerimizle bunu yapmamak arasındaki çatışmadan’, bir değer grubu arasındaki çatışmadan doğan ‘kaynağı belirsiz sıkıntılı durum ve tutukluk’ diye tanımlayabiliriz. O zaman da bu çatışmaların bizi etkilediği dönemlere ve durumlara bakmamız gerekmektedir.Karen Horney, bu durumu şöyle açıklıyor:“Çok sayıda nevrotik insanın çocukluk öykülerini incelerken hepsinde de ortak bölenin, farklı bileşenler içinde aşağıdaki özellikleri gösteren bir çevre olduğunu buldum. Değişmeyen temel düşman, gerçek bir canayakınlık ve sevecenlik yokluğudur. Bir çocuk sık sık yaralayıcı (travmatik) olarak değerlendirilen – aniden sütten kesme, ara sıra dövme, cinsel deneyimler gibi- bir çok şeye dayanabilir, ancak içten içe sevildiğini ve istendiğini hissettiği sürece. Bir çocuğun sevginin gerçek olmadığını açıkça hissettiğini ve uydurma gösterilerle aptal yerine konamayacağını söylemeye gerek yok. Çocuğun yeterli sıcaklık ve sevecenlik alamamasının ana nedeni, annenin ve babanın kendi nevrozları yüzünden bunu verme yetisinden yoksun olmalarında yatmaktadır. Kendi deneyimlerime göre ‘temel içtenlik yokluğu’ çoğu kez kamufle edilir ve aileler çocuk için en iyisini istediklerini öne sürerler. Eğitim kurumları ve ‘ideal’ bir annenin aşırı vesveseli ya da aşırı özverili tutumu, gelecekteki derin güvensizlik duygularının köşetaşını büyük ölçüde oluşturan bir ortama katkıda bulunan temel etkenlerdir. Ayrıca, anne-babaların tarafında, çocukta düşmanlık yaratmaktan başka işe yaramayan çeşitli eylemler ya da tutumlar buluruz: Öteki kardeşlerin yeğlenmesi, haksız azarlamalar, aşırı bir ilgiyle küçümseyici reddetme arasındaki önceden kestirilmesi olanaksız değişmeler (tutarsızlık), yerine getirilmiyen vaatler ve bir o kadar önemlisi, çocuğun ihtiyacına yönelik geçici düşüncesizlikten çoğu kez en mantıklı arzularına ısrarlı bir biçimde karşı olmaya, örneğin arkadaşlıklarını bozmaya, bağımsız düşünce çabasını alay konusu etmeye, kendi arayışı içinde sanatsal, atletik ya da mekanik ilgisini yok etmeye dek her türden derece değişmesi gösteren tutumlar. Bütün bunlar, ane-babaların amaçlı olmasa bile sonuç açısından çocuğun iradesini kırma anlamına gelen tutumlardır. Çocukluk dönemlerinin kaygıları arasında ‘çocuk cinselliğine yönelik yasaklayıcı tutumun’ özel bir önemi olduğunu belirten Karen Horney, çocuklarda çaresizlik, korku, sevgisiz bırakılma ve suçluluk duyguları yaratmanın onları ilerde etkileyeceğini belirtiyor.Peki, çocuklar hiçbir isteklerinde engellenmemeli mi? Onlara doğru/yanlış tutumları nasıl öğretebileceğiz?Karen Horney şunu belirtiyor : “Gözlemler, yetişkinler kadar çocukların da büyük ve çok sayıda yoksunluğu, bunların haklı, doğru, gerekli ya da amaçlı olduğuna inanmaları koşuluyla kabul edebileceklerini her türlü kuşkudan uzak bir biçimde gözler önüne sermiştir. Örneğin anne-baba temizlik konusunda kesin bir baskı uygulamaz ve açık ya da gizli bir acımasızlıkla çocuğu zorlamazlarsa çocuk temizlik eğitiminden rahatsız olmaz.Bir çocuk, genelde sevildiğinden emin olması ve cezanın haklı olduğuna ve onun yaralama ya da küçük düşürme amacıyla yapılmadığına inanması koşuluyla, ara sıra yapılan bir cezalandırmadan rahatsız olmayacaktır.Görüldüğü gibi, çocuğa karşı gösterilen tutumun biçiminden çok daha önemli olan , tutumun özüdür, amacıdır. Çocuğun, ona gösterilen yaklaşımın özünü ve amacını çok iyi anlayacağından kuşku duyulmamalıdır. Çünkü çocuklar, kendi duyguları ve sezgileriyle kendilerine gösterilen tutumun özündeki niyeti çok iyi anlayabilirler. Onun için de ‘ne yapıldığı’ndan çok ‘neden yapıldığı’ önem kazanmaktadır. Karen Horney, çocuklardaki, ‘kıskançlık’ uyandıran duyguların da kaygılarda önemli bir rol oynadığını belirtiyor. Kardeş kıskançlığı, yaşıtlar arası rekabetten doğan kıskançlık, anneyi ya da babayı kıskanma gibi kıskançlıklar da zamanında anlaşılması gereken duygulardır.Çocuğun ‘bağımlı’ olup olmaması ise ailelerin tutumuyla ilgilidir : “Bu, bütünüyle ailelerin çocuklarının eğitimiyle neye ulaşmaya çalıştıklarına bağlıdır ; yani eğitimin bir çocuğu güçlü, cesur, bağımsız, her türlü durumla başa çıkabilecek bir insan yapmak mı, yoksa çocuğa kol kanat germek, onu boyun eğmeci yapmak, yaşamı savsaklamasını sağlamak ya da onu yirmi yaşına kadar ya da daha uzun bir süre için çocuksulaştırmak, çocuk kalmasını sağlamak mı olduğuna bağlıdır.”Hepimizin en başta bunları bilmesi gerekmiyor mu?
Saygılı olmak iyi bir insanın taşıması gereken temel özelliklerden birisidir. Saygı insanın kendi kişiliği ile başkalarının kişiliğinin arasındaki sınırı bilip o sınırı aşmaması, kendi aleyhine dahi olsa başkasının hakkına, hukukuna özen göstermesidir. Her anne baba çocuklarının etrafa ve kendilerine karşı saygılı olmasını ister. Ancak saygının sınırının ne olduğu; kimlere, nereye kadar saygı gösterilmesi gerektiği konusunda bazı soru işaretleri olabilir. Saygı ölçütleri kültürden kültüre farklılık gösterir. Bizim kültürümüzde yaşlılara saygı göstermek önemsenirken başka kültürlerde önemsenmeyebilir. Yine bizim kültürümüzde yardımlaşmak, ihtiyacı olanlara bağışta bulunmak çok önemlidir. Fakat örneğin Japonya’da yaşayan bir insana yardım etmek, para vermek onun kişiliğine yapılmış bir hakaret ve saygısızlık olarak kabul edilebilir. Saygı ölçütlerini bu kültürel farkları göz önüne alarak belirlemek gerekir. Aynı kültürün içinde de ölçütlerde birtakım değişiklikler olabilir. Zaman içinde değer yargılarında değişmeler görülebilir. Örneğin itaat kültürü ve otoriteye gösterilen aşırı saygı kişinin özsaygısı aleyhine işlediği için bu konudaki ölçütleri yeniden düzenlemek gerekir. Saygı Eğitiminde Yapılan Hatalar Yukarıda ifade ettiğimiz gibi kültürümüzde itaat ve büyüklere saygı önemli bir yer tutar. Sadece büyüklere değil, nefes alıp veren her şeye saygılı olmak elbette çok güzel bir davranıştır. Ancak bunu özsaygıyı önemsememe noktasına götürmek kendine güvensiz, girişimci olmayan, inisiyatif kullanamayan, değişimi sorgulamayan, zora talip olmayan, yeteneklerini geliştiremeyen insanlar ortaya çıkarır. Baskıcı kültürel özelliklerimiz nedeniyle ailede baba baskısı şeklinde başlayan bu sürece ilerleyen yıllarda toplum baskısı, koca baskısı, kayınvalide baskısı da eklenir ve kişi kendi özsaygısını kaybeder, kendisini bir çeşit paspas gibi görür. Kendi kişiliğinin sınırlarını bilemeyen, sadece kurallara uymak zorunda hisseden ama kuralları sorgulamayan bir insan ortaya çıkar. Anne babalar kendi haklarına sahip çıkabilen, silik olmayan, kendine güvenen çocuklar yetiştirmek isterler. Ama hayatın içinde yaşanan olayları alıp incelediğimizde genellikle o anda sorunu çözmek için çocuğun kendine güvenini zedeleyeceği tavırlar takınıldığını görürüz. İnsanların çoğu başkalarını kırmamak, gücendirmemek için kendi çocuklarını kırar ve çoğu zaman bunun yanlış bir davranış olduğunu fark bile edemez. Çocuklara saygı eğitimini hak duygusuyla birlikte vermeliyiz. Çocuk hem kendi hakkını talep etme, hak arama becerisini kazanmalı, hem de başkasının hakkına zarar vermeme bilincini benimsemelidir. Çocuğa körü körüne itaat alışkanlığı kazandırmak yerine doğru olana, hakka, akla uygun olana saygı alışkanlığı kazandırılmalıdır. Çocuğun zihninde iyi-kötü, doğru-yanlış kavramlarının oluşması için ona kuralların nedenleri, gerekçeleri izah edilmelidir. Çocuk kurala anne babası öyle istediği için değil doğru olduğuna inandığı için uymalı, başka insanlara da bu motivasyondan hareketle saygı göstermelidir. Körü körüne uygulanan kurallarda neyin neden yapıldığı bilinmediği için tutarsızlıklar olacaktır. Aslolan çocukta kalıcı bir davranış değişikliği ve saygı bilinci geliştirmektir. Aksi halde çocuk sadece anne babasının yanında onların istediği gibi davranıp yalnızken canının istediğini yapabilir. Çocuklarda saygı eğitiminde anne babaların tutumları çok önemlidir. Çocukların benmerkezci olduklarını biliyoruz. Benmerkezcilik, çocukların bencilce davranmalarına, hata yapmalarına neden olur. Çocuklar davranışlarının sonucunu düşünmeden hareket ederler. Kendilerini nasıl iyi hissederlerse öyle davranırlar. Çocuk için o anda korkunun gitmesi, incinme ihtimalinin ortadan kalkması, kendini daha iyi hissedebilmesi saygısız bir davranışta bulunması için yeterli nedendir. Davranışının iyi mi kötü mü olduğunu, uzun vadeli sonuçlarını düşünmez. O nedenle anne baba çocuğa doğru rehberlik yapma görevini yerine getirebilmelidir. Büyükler rehberlik rolünü doğru üstlenebilirlerse çocuk hayatı tanır; nerede, nasıl davranacağını öğrenir. Aileler saygısızlık, haksızlık yapan çocuğa mutlaka müdahale etmelidirler fakat bunu çocuğa konuyla ilgili farkındalık kazandırarak, yaptığının neden yanlış olduğunu anlatarak yapmalıdırlar. Çocuğun saygısızlık yapmayı bir yöntem haline getirmemesi, huy edinmemesi için çaba göstermek gerekir. Aileler çocuğa saygının sınırlarını iyi çizmeli; nerede, ne yapılacağını öğretmelidir. Gülünecek yerde gülünecek, ağlanacak yerde ağlanacak, saygı gösterilecek yerde saygı gösterilecek gibi zaman kavramını iyi öğretmek gerekir. İnsanın kişilik gelişiminde sosyal sınırları çizebilmek çok önemlidir. Saygılı Davranarak Hakkını Aramak Saygılı davranmayla hak arama arasındaki sınır önemlidir. Hak aramak illa ki zor kullanmak, şiddete başvurmak değildir. İyilik yapana iyilikle karşılık verilir. Kötülük yapana kötülük yapmak değil de haksızlık yapmamaya çalışmak, haksızlık yapmadan hatasını göstermek idealdir. Çocuğa sadece iyilere saygılı olmayı değil kötülük yapana haksızlık yapmama kaygısını da öğretmek gerekir. Çocuklara haklarını ararken saygı sınırları içinde kalmayı öğretmek için anne babaların bu konuda da model olmaları gereklidir. Kavgacı bir ailede yetişen çocuk ister istemez bunun sorun çözmek için doğru yöntem olduğunu düşünür, öyle hareket eder. Nasıl ki aile içi ilişkilerde haklı olmak yetmiyor, haklı olanın kendisini doğru bir üslupla ifade etmesi gerekiyorsa aynı şekilde sosyal ilişkilerde de kullanılan yöntem önemlidir. İnsanların medeniyet ölçüsünü gösteren en önemli özellik doğru yöntemle hak arama bilinci ve hukuka saygı anlayışıdır. Hukukun geçerli olduğu toplumlarda haksızlığa uğrayan kişi, karşısındakinin boynuna sarılmaz. Hatayı Kabul Edebilmek Günümüzde insanlar arasında yaygın olan bir tavır kişilerin haksız oldukları, hata yaptıkları durumlarda bunu kabul etmeme eğilimi göstermeleridir. Bu davranışın temelinde hata yapmanın insanın değerini azaltacağı düşüncesi yatmaktadır. Oysa ki hata yapmak çok doğal bir şeydir. Önemli olan insanın hatasını fark edip düzeltmesi ve aynı hatayı bir daha yapmamaya çalışmasıdır. Hiç kimsenin her durumda haklı olması mümkün değildir. Hatalı olduğu halde “ben hep haklıyım” duygusu içinde hareket eden insan çevresindekileri kendisinden uzaklaştırır. Bazı insanlar teşekkür etmeyi ve özür dilemeyi zayıflık olarak görürler. Sürekli haklı olduklarını savunma çabası içindedir. Bu davranışın arkasındaki dinamiği araştırdığımızda şunu görürüz: Kendilerinde birtakım eksiklikler gören insanlar kontrolü başkalarına bırakmamak için sürekli haklı olduklarını kanıtlamaya çalışırlar. Daima kendisinin haklı, başkalarının haksız olduğunu kanıtlamaya çalışan kendini beğenmiş kişiler kendilerini yalnızlığa mahkum ederler. Halbuki bir insanın hatasını kabul etmesi kendisine değer katar ve başkaları tarafından daha çok sevilmesini sağlar. Yetişkinlerin bu bilinçte olup hem kendi sosyal hayatlarında hem de aile içi ilişkilerinde özür dilemeyi bilmeleri ve bunu uygulamaları, çocuklarına doğru örnek olma bakımından önemlidir. Hatasını kabul etmek hem hak duygusuna uygun bir davranıştır, hem de kişiye duyulan saygıyı arttırır
Newsweek dergisinin 10 Mayıs’99 tarihli sayısının kapağındaki soru buydu. Amerikan toplumuna sorulan bu soru, “ana babaların çocuklarını ne denli tanıdığını” sorguluyordu. Amerika’da yaşanan şiddet olaylarını yaratan çocukların anne babaları, “onların böyle bir şey yapacaklarının akıllarının ucundan geçmediğini” söylemişlerdi. Pek çok anne baba için de durum hemen hemen aynıdır: “Benim çocuğum mu yapmış? Olamaz böyle şey. Benim çocuğum bunu yapmış olamaz.” Ergenlerin sorunlarının çoğu kez ortaya çıkan bir olayla patlak verdiğini açıklayan araştırmalar, anne babaların önce bir şok yaşadıklarını da belirtiyor. O zaman da yukarıdaki sorunun önemi çok büyük: “Çocuklarınızı tanıyor musunuz? Ne ölçüde tanıyorsunuz? İç dünyalarını biliyor musunuz? Sizinle paylaştığı şeyleri var mı? Çocuğunuzun arkadaşlarıyla neler konuştuğunu merak ediyor musunuz? Çocuğunuzla arkadaş mısınız? Bunu sorduğum her anne babanın önce tepkiyle karşılayıp, “Bilmez olur muyum, elbette tanırım, o benim çocuğum” dedikten sonra düşünmeye başladığını gördüm. Bir süre sonra “Tanıdığımı sanıyorum, ama belki de tam olarak tanımıyorum” dediklerini duydum. Hepimiz “çocuklarımızı tanıdığımızı” sanırız, ama nelerini tanırız, nelerini biliriz? Bir anne, çocuğunun hangi yemekleri sevdiğini, hangilerini sevmediğini çok iyi bilir de “çocuğunun hayal kırıklıklarını” bilir mi? Bir baba, çocuğunun okuldaki derslerinin hangilerinde daha başarılı olduğunu bilir, ama gelecekten neler beklediğini bilir mi? Çocuklarımızın nelerini bildiğimizi” şöyle aklımızdan bir bir geçirirsek, “tutkularını, özlemlerini, korkularını, kaygılarını, kendisi hakkında neler hissettiğini” bilip bilmediğimizi sorgulayabiliriz. Böyle bir sorgulamayı gerçekten içtenlikle yaptığımız zaman, gerçekte çocuğumuzun iç dünyasındaki çok az şeyi bildiğimizi hayretle görürüz.Aslında “kendimizi yeterince tanıyıp tanımadığımızı” sorduğumuz zaman da bizi çok şaşırtan sonuçlara varabiliriz. Bu durumun çok önemli nedenleri var. Özetle görürsek: Yeni teknolojilerve eğlence endüstrisi aile yapısını değiştiriyor, ergen çağındaki gençler daha çok yalnızlık içinde kalıyor. Evlerimizdeki televizyonlar, radyolar, bilgisayarlar, İnternet, giderek “evdeki konuşma ortamı”nı kaldırıyor, bunun yerini, herkesin kendi algısına, kendi değerlendirmesine dayalı “tekil uğraşlar” alıyor. Bu durumun giderek artan oranda “yalnızlaşma”ya, “birbirine yabancılaşma”ya yol açtığı görülmektedir. Artık bir ev içindeki insanlar birbiriyle ancak günlük gereksinmeler için konuşmakta, duygu ve düşünce paylaşımı ortadan kalkmakta, böylece ortak yaşam değerleri de silinmektedir. İletişim ve bilgi teknolojilerinin, yaygınlaşması yanında “pazar ekonomisi değerlerini” oluşturmakta yaygın biçimde kullanılması da sosyal değerlerde büyük bir değişime yol açmaktadır. Bu durum “çocuklar üzerindeki aile etkisini azaltmakta”, çevre etkisini arttırmaktadır. Bu çevre etkisinin de başında “yaşıtların etkisi” gelmektedir. Pazar ekonomisi değerleri ise “marka düşkünlüğü” ile, “moda ilgiler”i uyarmakla, “araba tutkunluğu” ile, “iyi yaşamayı harcanan para miktarı”yla ölçmeyle kendini göstermektedir. Bunların ruhsal ve sosyal doyum sağlayacak ölçüde elde edilememesi şiddet davranışları için altyapı oluşturmaktadır. Gençlerin “özdeşleşim modelleri” büyük ölçüde değişmektedir. Toplumların olumlu örnekleri olan “bilim öncüleri”, “büyük sanatçılar”, “adalet savaşçıları”, “güçlü politik liderler” artık özdeşleşim örnekleri olmamakta, yeni örnekler “çıkar dünyasının”, “şiddet ortamlarının”, “hızlı zenginlerin” içinde aranmaktadır. Gençlerin sosyal değerlerini, inançlarını çevreleri oluşturmaktadır. Bu yeni çevre de “yakın arkadaşlar”, “İnternet’ten bulunan gruplar”, TV ve sinemanın imajları olmaktadır. Buralardan gelen yoğun etkiler gençlerin “yeni sosyal değerleri”ni oluşturmaktadır. Bu değerlerle ailelerin geçmişten gelen değerleri arasındaki fark çok büyümektedir. Geçmişten gelen “arkadaşlık, dostluk, dayanışma” değerleri, günümüzün “rekabetçi yarışma ortamı”nda yitip gitmekte, yerini, ne yolla olursa olsun “üstün olma” değeri almaktadır. Gene “dürüst olma, hak ettiğini kazanma, kendi kazandığına sahip olma” değerleri de değişmekte, “ne yolla olursa olsun, kimin olursa olsun sahip çıkma” düşüncesi yeni fırsatçı yaklaşımın değeri olarak ortaya çıkmaktadır. Bütün bu etkenler birlikte düşünüldüğü zaman, yalnızlık duygusu, bunu gidermek için sanal dünyadan arkadaş bulma isteği (ve kolaylığı), bu yolla aktarılan yeni dünya düzeni değerleri, 12-19 yaş arası gençlerini büyük ölçüde değiştirmektedir.Peki, durum gerçekten de böyle, ama biz ne yapabiliriz? Bu konuyu da başka bir yazımızda ele alalım.
Ailenin bir üyesi öldüğünde, tüm çocuklar şöyle ya da böyle bundan etkilenir ve yetişkinlerden farklı davranırlar. Yaşı çok küçük olan çocuklar ölümü anlamakta zorlanabilirler. Sevdiği birini kaybeden bir çocuğun kendini güvende hissetmesi ancak ailedeki en yakın üyelerden gelecek sevgi ve şefkatle mümkündür. Ölüm acısının ve yaşanan karmaşık duyguların üstesinden gelmek çok güçtür.Küçük çocuklar aileden birinin ölümüyle ilgili duygularını dile getiremezler. Bu yüzden çocuklar, ölüm hiç olmamış ve kendileri bundan hiç etkilenmemiş gibi davranabilirler. Ölümle ilgili duygularını anlaşılması zor, farklı davranışlarla ve oyunlarıyla belli ederler. Çok küçük çocuklar bile, ifade edememelerine rağmen derin bir yas duygusu yaşarlar. Okul öncesi yaştaki çocuklar ölümü genellikle geçici bir durum sanırlar. Ölenin geri gelmesinin mümkün olduğuna inanırlar. Çizgi filmlerde ölen ve tekrar yaşama dönen kahramanları gördükleri için bu inancı taşımaktadırlar. Yaşları 5 ila 9 arasında olan çocuklar, ölümü yetişkinler gibi algılamaya daha hazırdırlar ama yine de kendilerinin veya yakınlarının ölebileceğine inanmazlar. Çocuklar sevdikleri birinin ölümü karşısında nasıl davranırlar? Yas tepkisi beş aşamadan oluşur. Bunlar şok, korku, öfke, suçluluk ve kederdir. Bu aşamalar, aslında ister çocuk, ister yetişkin, ister doktor, ister hemşire olsun, ölümü yaşayan herkes için geçerlidir. Ancak herkesin bu aşamalardan geçerken gösterdiği davranışlar farklılaşabilir. Kardeşi ya da anne-babasından biri ölen bir çocuk, çok büyük bir şok yaşayabileceği için bu ölümün gerçek olduğuna inanmaz. Sanki olmamış gibi davranabilir. Aile üyeleri ya da akrabalar, kendileri olayın şokunu üzerlerinden atamadıkları için, çocuğu istemeden ihmal edebilirler. “Çocuktur” diye onun neler hissettiği ile ilgilenmeyebilirler. Bu da durumu daha karmaşık hale getirir. Anne ya da babasının ölümünden sonra çocuk kendisine şimdi kimin bakacağını merak eder, endişe duyabilir. Sevdiği diğer insanları da kaybedeceğini düşündüğü için yoğun bir korku içinde olabilir. Yakınlarının eteğine yapışır ve sıklıkla kendisini sevip sevmediklerini ya da ne kadar sevdiklerini sorabilir. Ölen kişi, çocuğun dünyasında çok önemli bir yer tuttuğu ve çocuk kendini onun yanında güvende hissettiği ve o kişinin ölümü ile birlikte bu güven duygusunu yitirdiği için çocuk öfkelenebilir, kızabilir vesaldırganlaşabilir. Bunlar normaldir. Bu öfke onun itiş-kakışmalı oyunlarında, kabuslarında, gergin ve sinirli davranışlarında kendini gösterebilir. Çocuğun öfkesini, ailenin sağ kalan bireylerine yöneltmesi de epey sık görülür. Annesi ya da babası ölen bir çocuk genellikle, daha küçük bir çocukmuş gibi davranabilir. Bebeksi tavırlarla, sürekli beslenmeyi, kucaklanmayı ve altının bağlanmasını isteyebilir. Konuşması bebek gibi olur parmağını emmeye, kekelemeye ve gece altını ıslatmaya başlayabilir. BUNLARIN ÇOK DOĞAL AMA GEÇİCİ TEPKİLER OLDUĞUNU UNUTMAYIN. Küçük çocuklar yakınlarının ölümüne kendilerinin sebep olduğuna inanırlar. Şöyle ki, eğer depremden çok daha önce, kardeşi, anne ya da babasına kızdığı için, yaşının gereği çok doğal bir tepki olarak, “keşke ölse” diye düşünmüşse bu dileğinin gerçekleştiğini sanır ve bundan büyük bir suçluluk duyabilir. Çocuk baş ve mide ağrısı çekebilir, kendisinin de öleceğinden korkabilir. Daha büyük çocuklar ölen kişiyi taklit edici davranışlar içine girebilir. Çocuğun ölüm olayı karşısında gösterebileceği bu davranışların hepsi normaldir. Bu tür bir yas sürecinden geçen kişi için zaman önemli bir faktördür. Uzmanlara göre, çocuğun önemli bir ölüm olayının ardından 6 ay sonra, artık yavaş yavaş normal davranışlarına dönmesi ve günlük yaşantısını sürdürmesi beklenir. Ancak aileler, bu davranışların yanında, normal olmayan belirtilerin de farkında olmalıdırlar. Ölümü izleyen haftalarda, bazı çocukların ölen yakınının sağ olduğu konusunda ısrar etmesi doğaldır. Ama ölümün uzunca bir süre inkar edilmesi veya ölenin arkasından ağlayıp üzülmekten kaçınma, üzüntüyü uzun bir süre bastırmak, sağlıklı tepkiler değildir. Bu davranışlar, daha ileride kendini ciddi sorunlar halinde gösterebilir. Eğer bu altı aylık süre sonunda, söz konusu tepkiler devam ediyorsa ve aşağıdaki türden belirtiler varsa, çocukla ilgilenen kişilerin bir öğretmen, çocuk doktoru ya da bir ruh sağlığı uzmanından yardım istemeleri yararlı olacaktır. • Çocuğun altı aydan daha uzun sürecek şekilde, gündelik olaylar ve faaliyetlerle ilgilenmemesi, herşeye karşı ilgisiz olması; • Altı aydan daha uzun bir süre, “bebeksi” davranışlarını sürdürmesi; • Ölen kişinin davranışlarını aşırı şekilde taklit etmesi, sürekli onunla beraber olmak istediğini tekrarlaması; • Arkadaşlarından uzaklaşması; • Okul başarısının çok önemli bir şekilde gerilemesi; okula gitmek istememesi; Ölüm Olayının Çocuğa Söylenmesi: Sevilen birinin ölümünün ardından geride kalanlar için en zor işlerden biri, bu konuyu çocuğa söylemektir. Aile üyeleri zaten kendileri kederliyken, bu sorun katmerlenmektedir Ölümü kabul etmek ve bu üzüntünün üstesinden gelmek, pek çok yetişkin için bile çözülmesi zor bir sorun olduğundan, onlar çocukların da bu konuyla başedemeyeceğine inanırlar. Ölümle ilgili konuşmalardan, törenlerden çocuğu uzak tutmaya çalışarak, onu koruyacaklarını sanırlar. Asıl bu durum çocukları endişelendirir, şaşkınlık yaşamalarına ve kendilerini yalnız hissetmelerine yol açar. Çevrelerindeki insanlardan en çok destek ve güvence istedikleri bir zamanda, zihinlerini kurcalayan pek çok soruyla başbaşa kalırlar. Bu sorulardan bazıları arasında: “Bana şimdi kim bakacak?”, “Babam/annem/kardeşim/dedem, vb. neden öldü?”, “Ne zaman gelecek?” gibi sorular bulunmaktadır. Çocukların bu sorularına, onların anlayabileceği tatlı bir dille, olabildiğince gerçek ama basit cevaplar verin. Örneğin, 5 yaşından küçük bir çocuğa, ölen kişinin, uzun bir yolculuğa çıktığını, bu yolculuğun bildiğimiz yolculuklardan farklı olduğunu, o yüzden kendisine veda edemediğini ama her zaman bizi sevmeye devam edeceğini, bizi düşüneceğini söyleyebilirsiniz. Eğer çocuk 6 yaşında ya da daha büyük ise, ölümü, diğer canlıların (bir çiçek veya bir hayvan gibi) ölümü ile ilgili bir örnek vererek açıklayabilirsiniz. • Ölümün ardından olabildiğince kısa bir sürede gündelik yaşantıya dönün.Kimsenin kendisini bırakmayacağına, onu sevip bakacağına inanabilmesi için, şefkat ve ilginizi sık sık, çok açık bir biçimde gösterin. Sorularına yanıt vermiş olsanız bile o size tekrar tekrar sorabilir. • Sabırlı davranın ve sorularını tekrar tekrar yanıtlayın. Bazen çocuğun sorularının cevaplanması kadar sormaya cesaret edemediği ancak sizin sezdiğiniz ihtiyaçları da önemli olabilir. Bunların hepsi için çocuğu tatmin edecek şekilde açıklama yapmaya dikkat edin. Örneğin “Babam ne zaman geri gelecek?” sorusunun altında, “Bize kim bakacak?”, “Bizi kim koruyacak?” korkusu olabileceğinden, yanıtınız şöyle olabilir: “Yavrum, baban maalesef geri gelmeyecek, biz onu artık göremeyeceğiz ama hep seveceğiz. Hep düşüneceğiz. Ama merak etme hayatımız çok fazla değişmeyecek, sen okuluna gidebileceksin, arkadaşlarınla oyun oynamayı sürdürebileceksin. Ben de hep yanında olacağım ve seni koruyacağım.” Çocuk böyle bir durumda yapılması gereken uygun davranışların da ne olduğunu bilemeyebilir. Sorular sorması, hissettiklerini söylemesi için cesaret verin. Kendi başınızdan geçmiş ölüm olaylarında neleri merak ettiğinizi; ailedeki bu kayıpla ilgili olarak yaşadığınız duyguları paylaşın. Ama asla, “Metin olmalısın, ağlamamalısın, sen ağlarsan o da üzülür gibi” sözlerle, neler hissetmesi, neler hissetmemesi gerektiğini söylemeyin. • Size sevgisini göstermesine izin verin. Yakın bir zamanda sevdiği başka insanların ölmeyeceği konusunda güvence verin. Ölüm olayının çocuğun o kişiye yönelik herhangi bir kızgınlığıyla ya da öfkesi ile ilişkili olmadığını özellikle vurgulayın. • Ölen kişinin ölümünden sonra yapılacak törenlere şu ya da bu şekilde çocuğun da katılmasını sağlayın. Cenaze töreninin ne olduğu ve neden yapıldığını ona açıklayın, fakat gelmesi için ısrar etmeyin.Korku içinde olan bir çocuğu cenaze törenine gitmesi için zorlamak doğru değildir. Onun yerine, dua etmesi, bir süre sonra ziyaret etmek amacıyla kabristana götürülmesi uygun olacaktır. • Çocuklar bir kez ölümü kabullendiklerinde, yaşadıkları kederi, zaman zaman ve bazen de hiç beklenmedik anlarda ifade edeceklerdir ve bu uzun sürebilir. Geride kalan akrabaların, çocukla birlikte olabildiğince fazla zaman geçirmeleri, ona korku ve üzüntülerini açıklamak için fırsat tanımaları çok yararlıdır. Ancak özellikle okul çağındaki ve daha büyük çocukların, istedikleri zaman yalnız kalmalarına da izin verin. Zaman zaman üzüntülerini kendi başlarına yaşamak istemelerini anlayışla karşılayın. ÇOCUKLARIN ÖLÜMÜ ANLAMALARI VE ÖLÜMÜN ÜSTESİNDEN GELEBİLMELERİ İÇİN, HER FIRSATTA ÇOCUĞU SEVİN, YALNIZ KALMAYACAĞINA VE GÜVENDE OLDUĞUNA İNANDIRIN. GERÇEKLERİ ANLAYACAĞI DİLLE ANLATIN VE VERDİĞİNİZ CEVAPLARIN TUTARLI OLMASINA DİKKAT EDİN.
Mine ÖZKAMALI 13 Ekim, 1999 Körfez Depremi gibi büyük bir coğrafi bölgede yer alan ve toplumun büyük bir kısmını etkileyen doğal felaketler, sadece bölgede yaşayanları değil tüm ulusu derinden sarsan olaylardır. Bölgede yaşayanlar için kendilerine fiziksel ve sosyal destek veren çevrenin neredeyse tümüyle zarar görmesi, durumu daha da güçleştirir. Evimizi, yakın akraba ve arkadaşlarımızı kaybetmiş olmanın acısı büyüktür. Bu kayıpların üstüne, yaşam koşullarındaki değişmeler de eklendiğinde yaşadığımız stres artar. Örneğin, kötü hava koşulları, barınma koşullarının istediğimiz gibi olmaması, çocukların okul durumu, artçı depremlerin sürme olasılığı gibi pek çok faktör yaşanan stresi arttırır. Ayrıca üzüntü, pişmanlık, öfke gibi yaşamakta olduğumuz tüm duygular çocuklarımızla olan ilişkilerimizi daha da güçleştirebilir. Ne var ki çocuklar da bu doğal felaketten aynı bizim gibi etkilenmişlerdir. Araştırmalar doğal felaketlerden en çok yara alan grupların çocuklar, gençler ve yaşlılar olduğunu göstermektedir. Ancak anne ve babalarından, arkadaşlarından, öğretmenlerinden ve diğer aile üyelerinden yakın ilgi ve destek gören çocukların doğal afetin sonuçlarından daha az etkilendiklerini ve daha kolay ve çabuk başa çıktıklarını iyi biliyoruz. Çocuklarınıza yardımcı olabilmeniz için sizin yardıma muhtaç durumda olmamanız gerekir. Eğer kendinizi çocuklarınızla aşağıda önerildiği şekilde ilgilenecek kadar iyi hissetmiyorsanız psikolojik yardım almaktan çekinmeyin. Kendinizi iyi hissetseniz, önerilere uysanız bile deprem sonrasındaki bu iyileşme sürecinin zaman alacağını, bazı olayların ve yaşantıların zaman zaman durumu geriye götüreceğini bilin. İyileşme sürecinde, en çok yarar gördüğünüz önerilere ağırlık verin, geleceğe yönelin ve genellikle olumlu bir tutum içinde olmaya çalışın. Elinizdeki broşür bu konuda size yardımcı olmak üzere hazırlanmıştır. Bu broşürün dışında ihtiyacınız olan her türlü desteği alabileceğiniz herkese ve her kuruma baş vurmaktan çekinmeyin. ÇOCUKLAR İÇİN DEPREMİN ANLAMI NEDİR? Çocuklar da yetişkinler gibi deprem felaketinden korkarlar. Ne var ki depremi, biz yetişkinler gibi kontrolümüz dışında olan doğal bir olay olarak anlamakta güçlük çekerler. Üstelik çocuklar, kendilerini koruyan ve tamamen güven duydukları yetişkinlerin bu olay karşısında çaresiz kalmasından endişe duyarlar. Okulöncesi dönemdeki çocuklar bu felaketin, anne-babasının onaylamadığı bir düşüncesi ya da davranışı nedeniyle başlarına geldiğini sanırlar. Okul çağındaki çocuklar ise doğal olayları anlayabilirler. Ancak, böylesine büyük bir felaketi daha önce yaptıkları kötü bir davranıştan dolayı kendilerine verilen bir ceza olarak algılayabilirler. Ergenlerin depremi algılayışı ise yetişkinlerinkine oldukça benzerdir. Ancak bu felaketin kendi başlarına gelmiş olmasından öfke duyabilirler. ÇOCUKLARIN DEPREME OLAN TEPKİLERİNİ NELER ETKİLER? Çocukların deprem felaketi karşısındaki tepkileri birbirinden farklı olabilir. Bazıları depremin hemen ardından birtakım davranış değişiklikleri gösterirken, bazıları günler ve haftalar, hatta aylarca hiçbirşey olmamış gibi davranıp daha sonra problemli davranışlar sergileyebilirler. Bu yüzden önümüzdeki aylar içinde elinizdeki broşürü zaman zaman alıp okuyun. Böylece depremin normal psikolojik etkileri konusunda hem daha iyi bilgilenecek hem de önerileri unutmamış olacaksınız. Çocukların depremden etkilenme derecesini bir takım faktörler belirlemektedir. Bunlar: Ailenin tepkisi: Çocuk depremden doğrudan etkilenmese bile ailesinin deprem karşısındaki tepkileri ve korkularından çok etkilenebilir. Çocuğun deprem karşısında çaresiz kalan ailesine olan güveni sarsılabilir. Ailesinin felaket karşısındaki korku ve kaygılarından en çok da okul öncesi yaş grubundaki çocuklar etkilenirler. Bu nedenle bir yandan kendinizi diğer yandan da çocuklarınızı yeniden güçlendirmeye çalışınız. Kayıp derecesi: Çocuğun deprem felaketinde tanık olduğu ya da gördüğü hasar ve kayıp ne kadar büyük ise etkilenme derecesi de o kadar fazla olacaktır. Özellikle aileden bir veya daha fazla kişinin öldüğü veya ağır yaralandığı, çocuğun kendisinin yaralandığı ya da evinin ve okulunun yaşanamaz hale geldiği durumlarda çocuk, bu felaketle başa çıkmada oldukça zorlanır. Aile üyelerinden birinin ölümünden dolayı rollerin değiştiği, örneğin, annenin baba, ablanın anne rolünü üstlenmek zorunda kalması gibi durumlarda aile içi ilişkilerde zorluklar yaşanacaktır. Çocuk, bu koşullarda yeni yaşama geçerken daha da zorlanacaktır. Depremi yaşamayan çocuklar bile, hiçbir kayıpları olmadığı halde televizyonda gördüklerinden ve yetişkinlerin olay hakkındaki konuşmalarından etkilenebilir ve benzer tepkileri gösterebilirler. Yaş / Cinsiyet: Çocukların zihni yetişkinlerinkinden daha esnek ve işlenmeye daha uygun olduğu için, çocuklar hem olumlu hem de olumsuz etkilere daha açıktırlar. Bu nedenle felakette yaşanan olaylardan etkilenme olasılıkları daha yüksektir. Cinsiyet açısından ise kız çocuklarında içe dönük ve sessiz, sakin olma; erkek çocuklarında ise hiperaktif davranışlar (olduğu yerde duramama, sürekli hareket etme) daha fazla görülmektedir. Daha önceki yaşantılar: Depremden önce başka örseleyici yaşantıları olan çocuklar bu felaketten daha çok etkilenebilirler. Örneğin, anne babası boşanmış, kendisi şiddete maruz kalmış, aile içinde şiddeti gözlemlemiş ya da ailesinde ciddi bir sağlık problemi yaşayan çocuklar gibi. Ayrıca deprem öncesinde de bazı psikolojik problemleri olan veya okul başarısı zaten iyi olmayan çocukların, bu tür yaşantıları olmayan çocuklara göre deprem felaketinden daha çok etkilenmeleri beklenebilir. Ancak şu da unutulmamalıdır ki yaşça daha büyük olup daha önceki yıllarda stresli durumlardan geçmiş ve bununla başedebilmiş çocukların, deprem felaketinin yarattığı etkilerden de diğer çocuklara göre daha kolay sıyrılması mümkündür. Depremin dolaylı etkileri: Deprem felaketinin pek çok olumsuz etkisi, sadece çocuğun doğrudan yaşadığı deprem sarsıntısı, yıkıntılar, yaralanma ve kayıplar nedeniyle ortaya çıkmaz. Depremin dolaylı etkileri de çocuğun yaşadığı güçlükleri artırıcı bir rol oynayabilir ve iyileşme sürecini geciktirebilir. • Günlük yaşantı: Evin yıkılması veya hasarlı olması nedeniyle başka yere taşınılması, kalabalık ve rahat olmayan alışılmışın dışındaki ortamlarda yaşamak zorunda kalınması ve günlük işleyişin çeşitli nedenlerle aksaması durumlarında çocuklar deprem felaketinden daha fazla etkileneceklerdir. • Ayrılık: Çocuk ailesinden herhangi bir bireyi kaybetmemiş olsa da, herhangi bir nedenle bir süre onlardan ayrı yaşamak zorunda kaldığında, bu durum onun üzerinde ilave bir kaygı ve stres yaratacaktır. • Aile içi ilişkiler: Aile içinde hastalık ya da ölüm gibi nedenlerle rollerin değiştiği, aile içi ilişkilerin bozulduğu, ailedeki yetişkinlerden birinin fazla miktarda alkol almaya başladığı, şiddetin ortaya çıktığı ya da var olan şiddetin arttığı durumlarda iyileşme gecikecektir. • Ekonomik koşullar: Ailenin geçim kaynaklarının kısıtlandığı ya da yok olduğu, ihtiyaçların karşılanmasının aksadığı durumlarda çocuk daha olumsuz etkilenecektir. • Sosyal destek: Anne babanın çocuğuna olan ilgi ve desteğinin azalması, çocuğun arkadaşları ve komşularıyla ilişkide olduğu sosyal çevrenin bozulması da çocuğun düzelmesini geciktirecektir. DEPREMİN ÇOCUKLAR ÜZERİNDEKİ GENEL ETKİLERİ Depremden sonra çocuğunuz, depremin tekrarlayacağından veya bu felaketi hatırlatan şeylerden (örneğin, ambulans, kepçe, asker, itfaiyeci, siren sesi, toz kokusu, duman gibi) korkabilir ani seslerden ve gürültüden korkabilir depremden sonraki yaşamı konusunda endişeli olabilir yetişkinlerin depremi ve sonuçlarını engelleyememiş olması nedeniyle onlara olan güvenini yitirebilir deprem öncesine göre daha kolay kırılabilir, küsebilir ağlayabilir önceden sessiz, uyumlu bir çocukken gürültülü ve saldırgan hale gelebilir veya neşeli, girişken bir çocukken utangaç ve ürkek olabilir dikkatini toplamada güçlük çekebilir her zaman hoşlanarak oynadığı oyunları artık oynamak istemeyebilir daha hareketli olup, hareketlerini bir türlü kontrol edemeyebilir tek başına uyumaktan korktuğu için anne babası veya diğer bir kişiyle beraber yatmak isteyebilir uykuya dalmada güçlük çekebilir anne ve babasını gözünün önünden ayırmak istemeyebilir, yalnız kalmaktan korkabilir okula veya yuvaya gitmek istemeyebilir parmak emmek, altına kaçırmak gibi daha küçük yaşlarda gösterdiği davranışları tekrar sergilemeye başlayabilir iştahı kesilebilir mide bulantısı, karın ağrısı, baş ağrısı, kusma gibi fiziksel tepkiler gösterebilir anne-babasının istemediği ancak kendisinin yaptığı bir davranıştan veya söylediği sözden dolayı depremin meydana geldiğini düşünebilir ve bunun için suçluluk hissedebilir konuşmakta güçlük çekebilir küçük çocuklar tekrar tekrar depremle ilgili oyunlar oynayabilir büyük çocukların bazıları hep deprem hakkında konuşmak isterken, bazıları bunun konuşulmasından hoşlanmayabilir ve kendisi de konuşmayabilir yetişkinlerin büyük kayıpların yanında önemsiz gördüğü bir nesne çocuk için çok önemli olabilir. Örneğin, sevilen bir oyuncağını ya da battaniyesini kaybetme çocuğu çok üzebilir onun için ağlayabilir ve ısrarla onu geri isteyebilir. BEBEKLİK DÖNEMİ Bebekler depremden doğrudan etkilenmezler; ancak, annenin aşırı kaygı, korku ve güvensizlik duyguları içinde olması bebeğine vereceği bakımı ve onunla iletişimini olumsuz yönde etkileyebilir. Bebek, altı kirlendiğinde, acıktığında, kendini huzursuz hissettiğinde farklı türden ağlamalar gösterir. Annenin bunlara duyarsız kalması ve ihtiyaçları geciktirmesi ya da çok mekanik bir şekilde, bebekle konuşmadan onunla duygusal bir iletişime geçmeden bu ihtiyaçları karşılaması bebeğin gelişimine zarar verebilir. Bebekler stres ve güvensizlik koşullarında yoğun bir ağlama tutturabilirler,yatıştırılmaları, yeniden huzur ve güven duymaları güçleşebilir. Bu türden bir bakımın çok uzun sürmesi durumunda ise bebek ileride içine kapanabilir. OKUL ÖNCESİ: Okul öncesi dönemindeki çocuklar (2-5 yaş) depremin neden olduğu kayıplar ve yaşam şartlarında meydana gelen değişiklerle başa çıkmada oldukça zorlanırlar. Çünkü yaşamda bu tür deneyimleri az olduğu için başa çıkma yetenekleri de tam olarak gelişmemiştir. Bu nedenle de anne babanın, yakın akrabalarının ve öğretmenlerinin desteğine ihtiyaç duyarlar. Bu dönemdeki çocuklar genellikle felaketten etkilendiklerini sözel olarak ifade edememelerine rağmen, kaygılı ve üzgün olduklarını davranışlarıyla belli ederler. 2-6 yaşları arasındaki çocuklarda görülebilecek bazı değişiklikler şunlardır: yeme sorunları; iştahsızlık ya da aşırı yemek yeme, kusma, ishal ya da kabızlık uyku sorunları; uyuyamama, aşırı uyuma ya da kabus görme parmak emme, altına kaçırma gibi bebeksi davranışlar, karanlıktan, hayvanlardan, yabancılardan veya canavarlardan korkma, daha önce korkmadığı, ancak ona depremi hatırlatan gürültülerden ve yerlerden korkma annesinin eteğine yapışıp onu bırakmama ve ayrılmaktan korkma kendini güvende hissettiği yerden ayrılmak istememe (çadırdan dışarı çıkmak istememe gibi) sürekli anne ya da babayla birlikte uyumak isteme tam olarak açıklayamadığı ağrılardan şikayet etme sinirlilik, söz dinlememe ve aşırı hareketlilik OKUL ÇAĞI: Bu yaş grubundaki çocuklarda bebeksi davranışlar oldukça yaygın biçimde görülebilir. Çocuk ya tam olarak içe kapanır ya da daha saldırganlaşır. Depremde özellikle oyuncaklarının, kendisine armağan olarak verilmiş olan eşyaların ve beslediği ev hayvanlarının kaybından çok etkilenirler. 6-11 yaşları arasındaki bir çocuk, daha sinirli olabilir; arkadaşları ve kardeşleriyle geçinmekte zorlanabilir. saldırgan davranışlar gösterebilir ya da içine kapanabilir, oyun oynamak istemeyebilir anne babasının dikkatini çekmek için kardeşleriyle yarış içine girebilir, arkadaşlarıyla ya da aile üyeleriyle birlikte olmak istemeyebilir, ya da anne-babasının yanından hiç ayrılmayabilir, okula gitmek istemeyebilir, kendini halsiz hissedebilir, sınıfta uyuya kalabilir, okul başarısı düşebilir, dikkatini toplamada zorlanabilir, geceleri kabus görebilir, iyi uyuyamayabilir, sanki hiç birşey olmamış ya da hissetmiyormuş gibi görünebilir, sık sık ağlayıp, sızlanarak mızmızlık yapabilir, yedirmenizi ve giydirmenizi isteyebilir, başağrısı, görme ve işitme ile ilgili şikayetlerde bulunabilir, ısrarlı kaşıntıları olabilir, mide bulantısı görülebilir, tam olarak açıklayamadığı ağrılardan şikayet edebilir, rüzgar, yağmur ve fırtına gibi diğer doğa olaylarından korkabilir, söz dinlemeyebilir, başından geçenlerle ilgili olarak sürekli konuşmak isteyebilir, daha önce olmayan tikler gösterebilir, konuşmada güçlük çekebilir, kekeleyebilir, depremde yaşadıklarını abartabilir ya da çarpıtabilir. ERGENLİK: Bu yaş grubunda akran ilişkileri çok önemlidir. Ergenler arkadaşlarından yakın ilgi ve kabul görmek; korkularıyla ve diğer tüm duygularıyla oldukları gibi kabul edilmek isterler. Kaygı ve gerginliklerini, saldırganlıkla, isyankarlıkla, içe kapanma ya da dikkat çekmeye çalışarak ortaya koyarlar. Bu yaş grubundaki gençler, pek çok kişi ölmüş iken kendilerinin kurtulmuş olmalarının verdiği bir suçluluk duygusu içinde olabilirler. Akranları tarafından kabul görmeyen ergenler içlerine kapanabilir ve bu ergenlerde depresyon gözlenebilir. Depremin yaralarının sarılmasıyla ilgili toplumsal çabalarda kendilerine yetişkinler kadar sorumluluk tanınmadığı için kendilerini engellenmiş hissedebilirler. Ergenlik dönemi, yetişkinliğe uzun bir geçiş dönemidir. Bu dönemin başında ve sonunda gençlerde gözlenebilecek tepkiler de değişebilir. Bu nedenle burada ergenlik dönemine ait tepkiler 11-14 ve 14-18 yaş grupları olarak ayrı ayrı ele alınmıştır. 11-14 yaşlarındaki ergenlerde gözlenebilecek tepkiler: fiziksel şikayetler (baş dönmesi, başağrısı, mide bulantısı gibi) aşırı yemek yeme ya da iştahsızlık aşırı uyuma ya da hiç uyuyamama şeklinde uyku bozuklukları belirsiz,tam açıklanamayan ağrı ve acılar daha önce ilgi duyduğu şeylere karşı ilgisini kaybetme ve içine kapanma sorumluluklarını yerine getirememe okula gitmeme, okul başarısında düşme anne babanın ve öğretmeninin dikkatini üzerine çekmeye çalışma okulda ve evde kurallara karşı gelme kardeşleriyle ve arkadaşlarıyla olan ilişkilerinde bozulma, akranlarına ilgi göstermeme içki veya sigara içme, esrar ve eroin gibi uyuşturucuları kullanma eğilimi ölen yakınıyla birlikte olma isteğini dile getirme ve bazılarının bu sebeple intihar girişiminde bulunması. 14-18 yaşlarındaki ergenler ise, kendilerini suçlu hissedebilirler çaresizlik duyguları içinde olabilirler felaket karşısındaki duygularını kabul etmeyebilirler hareketlerinde aşırı bir artış ya da azalma olabilir dikkati toplama ve planlı davranmada güçlük çekebilirler aileden ve akranlarından uzaklaşıp yalnız kalmak isteyebilirler alkol, sigara ve uyuşturucu (esrar, eroin vb.) kullanmak isteyebilir ve suç işleyebilirler aile üyelerine ve akranlarına karşı saldırgan davranışlar içine girebilirler depremin ortaya çıkardığı bazı tepkileri kabullenmeyebilirler başağrısı ve belirsiz diğer fiziksel şikayetler olabilir hastalanmayla ilgili korkular yaşayabilirler genç kızlarda ağrılı ay hali ya da ay hali olmama görülebilir Bazı ergenler deprem felaketinde kurtarma çalışmalarına yardım ettikleri için birçok yaralı ve ölüyle karşılaşmış olabilirler. Ergenler bu dayanılması güç görüntüler karşısındaki duygularını çoğu kez nasıl ifade edeceklerini bilemezler ve bazı ergenler engellenme, öfke ve suçluluk duygularıyla suç davranışlarına yönelebilirler. Deprem sonrası kurtarma ve yardım çalışmalarına etkin bir şekilde katılmış olan ergenlerde ayrıca aşağıdaki tepkiler görülebilir: Sindirim sistemi ile ilgili problemler Cilt döküntüleri Astım krizleri Sinirlilik ve gerginlik BU TEPKİLER NE ZAMAN ÖZEL İLGİ GEREKTİRİR? Yukarıda sayılan tepkiler çocuk ve gençlerin deprem gibi bir felaketi takip eden zamanda göstermeleri beklenen doğal tepkilerdir. Çocuk ya da genç, depremden önce fiziksel şiddete maruz kalmış, ciddi bir hastalık geçirmiş, ya da birtakım sorunları ve problemleri olmuş ise depremin psikolojik etkilerini daha yoğun yaşayabilir. Özellikle deprem öncesinde bunların üstesinden gelememiş iken bir de depremi yaşadıysa bu felaketle başa çıkmada çok zorlanabilir. Yukarıda sayılan olağan tepkilerin uzun süre devam ettiği ve çocuğun günlük yaşamını sürdürmesini engellediği durumlarda tepkilerine özel bir ilgi gösterilmelidir. Böyle durumlarda çocuk ya da gencin uzman bir kişi tarafından değerlendirilip desteklenmesi gerekebilir. Bu durumlar şöyle sıralanabilir: Çocuğun davranışlarında ve genel halinde ortaya çıkan ve 2 haftadan daha uzun süren olağan dışı değişimler gözlendiğinde Çocuk yukarıda sayılan olağan tepkilerden pekçoğunu birarada gösteriyorsa Çocuğun davranışlarındaki değişimler çok farklı durumlarda da görülüyorsa, örneğin, hem evde, hem de okulda arkadaşlarıyla birlikteyken Çocuk kendine zarar vermeye çalışıyor ya da vereceğini ifade ediyorsa Çocuğun daha önceden iyi olan okul başarısında önemli ve devam eden bir düşüş gözlemleniyorsa, BU TEPKİLERLE BAŞA ÇIKMAK İÇİN NELER YAPILABİLİR? Çocukları bilgilendirmek, onlara duygusal destek vermek, felaketle başa çıkmadaki çabalarınıza onları da katmak ailenizi bir araya getirmede yardımcı olacaktır. Deprem gibi büyük bir felaket karşısında ailenin birbirine kenetlenmesi, aile ilişkilerini depremden sonra da devam edecek şekilde güçlendirir. Deprem hakkında konuşmaktan çekinmeyin. Başınızdan geçen olayı küçümsemeyin. Size ne kadar zor gelirse gelsin gerçekleri saklamadan olan biteni çocuğunuza anlatın. Eğer çocuk üzülecek diye gerçekler saklanırsa, o zaman neler olduğunu kendisi anlamaya ve yorumlamaya çalışacaktır. Böyle bir durumda kendisinin fikir yürütmesi daha fazla endişelenmesine ve korkmasına neden olur. Çocuğa, gerçekleri saklamadan anlaşılır bir dilde anlatmak onun size güven duymasını sağlar. Ergenlerin ise bu konuyu akranları ve diğer yetişkinlerle konuşmasına, tartışmasına izin verin. Ergenler de deprem ve alınacak önlemler konusunda ne kadar bilgilenirlerse yaşamlarını da o kadar kontrol altına alabilir; gelecekleriyle ilgili planlar yapıp çalışabilirler. Deprem konusunu siz açmayın, fakat çocuğunuz bu konuda konuşmak istediğinde onu dinleyin, sorularını cevaplayın, ona destek olup onu rahatlatın. Çocuğunuzun duygularını ifade edebilmesi için gerekirse mutlu, üzgün, kızgın, korkmuş gibi duygu bildiren kelimeleri kullanarak siz kendi duygularınızdan söz edin. Çocuğunuzu neler hissettiğini söylemesi için zorlamayın, bırakın kendisi için uygun zamanı o seçsin. Birey bazen kendinde aşırı stres yaratan durumları kabul etmekte zorlanır. Bu durumda yaşanan stresi inkar etmek faydalı olabilir. Aynı şekilde ağlamak, aşırı uyumak ya da hayaller kurarak bu travmatik durumdan geçici olarak uzaklaşmak çocukları ve özellikle ergenleri rahatlatabilir. Çocuğunuzu depremin, hiçbir şekilde onun bir hatası sonucu olmadığı konusunda ikna edin. Ona anlayabileceği bir dilde depremin ne olduğunu, neden olduğunu ve depremin kendi davranışları ya da sözleri için bir ceza olmadığını açıkça anlatın. Örneğin, “deprem aynı yağmurun yağması, rüzgarın esmesi gibi bizim kontrolümüzde olmayan bir olay, yani sen akşam yemeğini yemediğin, kardeşine küfür ettiğin, arkadaşını dövdüğün, anneni üzdüğün için olmadı” gibi ifadeler kullanın. Çocuğunuzun bu olayda daha fazla örselenmesine elinizden geldiğince engel olun. Örneğin, televizyonda yıkılmış evleri, ağlayan insanları, yaralıları gösteren programları izlemesini engelleyin. Çocuğunuzu onu üzen, tekrar depremi hatırlatan durumlardan, olaylardan ve yerlerden korumaya çalışın. Elinizden gelen en kısa sürede depremden önceki ev düzeninizi sağlamaya ya da yeni bir düzen oluşturmaya çalışın. Çocuklar için düzenli bir günlük program uygulayın. Örneğin, her sabah kalkıp birlikte kahvaltı etmek, ortalığı toplamak, birlikte oyun oynamak, öğle yemeğinden sonra birlikle bir süre kitap okumak, uyumak gibi. Farklı birşeyler yapmanız gereken günlerde çocuğunuza bunu önceden anlatın. Çocuğunuza karşı sıcak ve sevecen davranın. Çocuğunuz sizin yanınızda olmak istiyor, yalnız kalmaktan korkuyorsa ona sarılın, kucaklayın, öpün, onu sevdiğinizi, onun yanında olacağınızı, onu bırakmayacağınızı söyleyin. Dokunma, okşama, sarılma özellikle küçük çocuklar için çok önemlidir. Felaket döneminde, bir süre için çocuğun istediklerini yapmanın bir sakıncası yoktur, aksine böyle olağanüstü bir dönemde az da olsa gerekebilir. Bu dönemde çocuğunuzun şımaracağından korkmayın. Yatma zamanı geldiğinde çocuğunuzun yanında olmaya çalışın. Uykudan önce ona hikaye okuyun ya da anlatın, sırtını okşayın, gün hakkında sessizce konuşun. Geceleri istiyorsa ışığı açık bırakın, biraz fazla uyumasına ya da çok korkuyorsa yanınızda yatmasına göz yumun. Herhangi bir nedenle çocuğunuzdan bir süre ayrılmanız gerekirse, ona nereye gideceğinizi mutlaka anlatın ve döneceğinizden emin olmasını sağlayın. Çocuğunuzdan beklediğiniz davranışlar ve sorumluluklar hakkında onunla konuşun. Çocuğunuzun isteklerini yerine getirmeniz onun bu olayda yaşadıklarını atlatması için ne kadar gerekli ise bir yandan da düzenli bir yaşama geçmek için kurallar koymak da o kadar önemlidir. Eğer çocuğunuz hiçbir kuralı dinlemiyorsa, onunla yapması ve yapmaması gereken davranışları ve o davranışları neden yapması ya da yapmaması gerektiği konusunda konuşun. İstediğiniz davranışları sergilediğinde “aferin ne kadar güzel” gibi sözlerle onu ödüllendirin. Çok zorda kalsanız bile ona vurmayın ve herhangi bir fiziksel ceza uygulamayın. Ailenin birarada olmasını sağlayın: Aile üyelerinin birlikte olması travmanın atlatılması için önemlidir. Ayrıca akrabalarınız ya da komşularınız sizi merak edip, telefonla aradıklarında çocuğunuzla bunu paylaşın. Bunlar çocuğa başkaları tarafından da düşünülüp sevildiği duygusunu verecektir. Sosyal destek için akrabalarınızla ve yakın aile çevrenizle ilişkilerinizi en kısa sürede yeniden kurun ve sürdürün. Çocuğunuzun kendini ifade etmesini kolaylaştırın. Çocuğu deprem hakkında oyunlar oynaması (kepçe, kamyon, ambulans vs. ile), resimler yapması veya bu konuda yaşadıklarını, hissettiklerini yazması için destekleyin. Böylece çocuk sözel olarak ifade edemediği duygularını ortaya koyma olanağı bulacaktır. Yaptığı resimleri ya da yazdıklarını eve asabilir ya da yakın akrabalarınıza gönderebilirsiniz. Çocuğunuzun bazı şeyleri kontrol etmesini sağlayın. Deprem gibi üzerinde hiçbir kontrolümüzün olmadığı bir durum yaşarken biz de kendimize olan güvenimizi yitirebiliriz. Hayatımızın kontrolümüz altında olduğunu hissetmek bizim güvenlik duygumuz için ne denli önemli ise; çocuklar için de o kadar önemlidir. Bu nedenle günlük yapılan işleri planlayın ve planlamaya çocuğunuzun da katılmasını sağlayın. Ayrıca çocuğunuza mümkün olduğunca çok ufak ta olsa kararlar alabilmesi için seçenekler sunmaya çalışın. Örneğin, birkaç giysiyi, yiyeceği ya da oyuncağı gösterip kendisinin karar vermesini sağlayın. Çocuğunuzun yetişkinlere yeniden güvenmesini sağlayın. Deprem felaketi çocuğun sadece kendine olan güvenini değil, deprem felaketine engel olamadıkları için yetişkinlere olan güvenini de yitirmesine neden olur. Çocuğunuzun güvenini tekrar kazanmak için, ona verdiğiniz sözleri mutlaka tutun ya da yerine getiremeyeceğinizi düşündüğünüz şeyler için söz vermeyin. Çocuğunuzun geleceğe güvenle bakmasını sağlayın. Kısa süreli gelecek için çocuğunuzla birlikte gerçekleşebilecek planlar yapın ve gerçekleştirin. Örneğin, haftaya okul kaydını yenileyelim, anneannenlere gidelim gibi. Böyle deneyimler çocuğun gelecekle ilgili belirsizlikten kurtulmasını ve tekrar gelecekten birşeyler beklemesini sağlar. Eşinizi kaybettiyseniz çocuğunuzun, onunla olan ilişkisini ve onun verdiği bakımı özleyebileceğini unutmayın. Bu özlemini, sizin bakımınızı protesto ederek ifade edebilir. Bu konuda duyarlı ve toleranslı olun. Çocuğunuzun sağlığına dikkat edin. Sağlıklı bir çocuk diğer yaşamsal güçlüklerle daha kolay başa çıkar. Bu nedenle çocuğunuzun dengeli beslenmesine, yeterince dinlenmesine, temiz yerlerde bulunmasına ve kişisel temizliğine dikkat edin. Çocuğunuz aile ile ilgili ek sorumluluklar aldıysa, arada bir bunları azaltma yollarını arayın. Örneğin, bir sabah daha geç uyanması ya da günlük işler yerine arkadaşları ile birtakım faaliyetler yapması için fırsat tanıyın. Size ve aileye yardım etmek için yaptıkları konusunda kendisini takdir ettiğinizi ve onunla gurur duyduğunuzu sık sık dile getirin. Ergenlik çağındaki gençlere sosyal ilişkilerini yeniden kurmaları konusunda destek olun. Gençlerin deprem felaketini atlatabilmelerinde, arkadaş bağlarını tekrar kurmaları önemlidir. Bu bağların kurulması için yetişkinlerin gençleri desteklemesi gerekebilir. Sosyal etkinliklere katılmaları için onları cesaretlendirin; spor yapabilmeleri için gönüllü kuruluşlardan yardım isteyin, gereken koşulları oluşturun. Hiçbir şey yapamıyorsa yürüyüşler yapmasını sağlayın. Ayrıca normale dönme çalışmalarında gençlerin de katkısını almak onların kendine olan güvenlerini artırabilir, gençlerin el ele vererek birlikte çalışması ise birliktelik duygusunun gelişmesi için önemlidir. Başkalarına yardım etmek pek çok gencin kendini daha güçlü hissetmesini sağlayacaktır. Bu amaçla gerektiğinde bulunduğunuz bölgede gönüllü kuruluşların sağladığı rehabilitasyon olanaklarından yararlanın. Çocuğunuzun uyku problemleriyle ilgilenin. Gece uykusunda korkuyla sayıklayan ya da uykudan ağlayarak uyanan çocuğunuzun yanına gidin, onu sakinleştirin, odayı hemen aydınlatmayın ve yüksek sesle konuşmayın. “Herhalde çok kötü bir rüya gördün” diyerek onun gördüklerini anlatmasını sağlayın ve kesmeden dinleyin. Sakın “korkacak bir şey yok “ demeyin. “Anladım çok korkmuşsun, tüm bunlar sana gerçekmiş gibi geldi” diyerek korkusunu anladığınızı belirtin ama bunun gerçek olmadığı konusunda onu ikna etmeye çalışın. Yanında duracağınızı, şimdi güvende olduğunu söyleyin ve mümkünse tekrar uykuya dalana kadar yanında durun. Uyku sorunu olan çocukların gündüz oyun ve diğer etkinliklerle yorulmalarını sağlayın. Gece uykusundan önce mümkünse ılık bir banyo aldırın. Tüm bunlar çocuğun kaygısını azaltacak ve kendini güvende hissetmesini sağlayacaktır. Niçin okula gitmek istemediğini anlamaya çalışın. Böyle bir felaketten sonra küçük çocukların okula gitmek istememelerinin bir nedeni ailelerinden ve sevdiklerinden ayrılmak istememeleri olabilir. Ailenin de güvensizlik nedeniyle çocuğu okula göndermedeki isteksizliği bu durumu daha da körükleyebilir. Eğer çocuğunuz okulda başarılı bir çocuksa okula geç başlatmayın ya da okula gidemediği günlerin sayısını olabildiğince az tutun. Bu çocuklar, okulda bazı şeyleri kaçırdıkları ve arkadaşlarına yetişemeyecekleri düşüncesiyle de okula gitmek istemeyecekleri için başarıları düşecektir. Başarısı düşük olan çocuklar ise deprem sonrasındaki bu karmaşıklık ve belirsiz yaşam koşullarında okula ve ev ödevlerine konsantre olmakta güçlük çekecekler ve okul başarıları daha da düşecektir. Bu nedenle günlük yaşamınızı mümkün olduğunca düzene sokun ve çocuğunuzun bu sebeple bir endişe yaşamamasını sağlayın. Öğretmeniyle iletişimini koruyun; hatta deprem öncesine göre daha yoğun bir iletişime geçin. Çünkü çocuğunuz sizin problemlerinize duyarlıdır ve bunlara bir yenisini katmamak için size sorunlarından söz etmeyebilir. Bunun yerine yakın bulduğu öğretmeniyle derdini paylaşabilir ya da bu sorunu okul ortamında gösterebilir. Çocuğunuzun yasına destek olun. Yaşanan deprem felaketinin ve buna bağlı kayıpların ardından çocuğun ölüm hakkındaki soruları artacaktır. Bu soruların altındaki önemli kaygılardan biri anne ya da babasını kaybedeceği korkusudur. Bazen kendi ölüm korkunuzdan dolayı, bazen de kendi yasınızı yaşadığınız için çocuğun bu konudaki soru ve endişeleriyle çok fazla ilgilenemeyebilirsiniz. Anne babalar bazen de çocuklarının üzülmemeleri ve onları acıdan korumak için ölüm hakkında konuşmak istemeyebilirler. Ancak çocuklarla ile duyguları paylaşmak, onlarla anlayabilecekleri düzeyde konuşmak ve kullandığımız kelimelere dikkat ederek açıklamalarda bulunmak yararlıdır. Çünkü çocuklar bilmedikleri konularda fanteziler üretmeye ve kendi kendilerine bazı açıklamalar getirmeye çalışacaklardır. Genellikle de bu açıklamalar çocuklar için gerçek olandan daha korkutucudur. Anne ya da babasından birini kaybeden ve diğerinin de öleceğinden korkan bir çocuğa yanında olduğunuzu onu hiç bırakmayacağınızı ve yeniden eskiden yaptığı pek çok şeyi yapabileceğini söyleyerek gelecekle ilgili endişelerini gidermeye çalışın. Ölen anne ya da babası kendisini bırakıp gittiği için öfkeli olan bir çocuğun da öfkesini boşaltmasını sağlayın. Kum, su ve oyun hamuru gibi malzemelerle oynama, spor yapma çocuğa bu konuda yardımcı olacaktır. Ayrıca yakını ölen herkesin onun yaşadığı duyguların aynısını yaşadığını hatırlatın. Anne ya da babasının ölümünden kendini sorumlu tutan ve bu yüzden yoğun suçluluk duygusu yaşayan çocuklar ise genellikle onu üzdükleri, ya da kızdıkları bir zamanda onun ölmesini istedikleri için bunun gerçekleştiğini sanırlar. Bu çocuklara, yaşamda bazı olayların (ölüm ve doğal afetler gibi) bizim kontrol edemeyeceğimiz olaylar olduğunu ve bu ölümün de kesinlikle kendi hatasından kaynaklanmadığını anlamasını sağlayın. Ergenlerin yası yaşamak istemelerini ve bazen yalnız kalmak istemelerini anlayışla karşılayın, onlara destek olun ve ölen kişi hakkında konuşmak istediklerinde mutlaka konuşun ve giderek olumlu anıları ön plana çıkarın. BU OLAYLA AİLENİZLE BİRLİKTE BAŞEDİN! Deprem gibi doğal bir afette ortaya çıkan bu çok normal ama geçici tepkilerle her birinizin tek tek başetmesi elbette önemlidir. Ancak aile olarak yaralarınızın daha kısa sürede sarılması ve normal günlük yaşama dönebilmeniz için aşağıdaki noktalara dikkat etmeniz önemlidir. Çok büyük bir felaket yaşadığınızı; şaşırmış, sarsılmış ve desteğe ihtiyacınız olduğunu kabul etmeniz iyileşme sürecinin çok önemli bir kısmıdır. Her aile üyesinin depremden farklı bir şekilde etkilenmiş olduğunu ve herkesin yeniden eskiye dönmesinin farklı sürelerde gerçekleşebileceğini unutmayın. Yaşamı yeniden kurma çabalarına ve günlük işlere tüm aile üyelerini katın. Aile üyelerinin rollerinde bazı değişmeler olabilir; esnek ve dikkatli olun. Örneğin, bir ergen hayatında ilk kez kardeşlerinin de bakımını üstlenmek zorunda kalabilir. Bu arada ergenin kendi ihtiyaçlarının da karşılanmış olmasına dikkat edin. Ev ile ilgili sorumlulukları bir kişiye yüklememeye çalışın, paylaşın. Birbirinize yakın ilgi, şefkat ve anlayış gösterin. KAYNAKLAR Allen, R.D. ve Rosse, W. (1998). “Children`s Response to Exposure to Traumatic Events.” Http://www.colorado.edu/hazards/qr/qr103.html APA Help Center. “Managing Traumatic Stress: Tips for Recovering From Disasters and Other Traumatic Events.” Http://www.apa.org/traumaticstress.html Bellows, J. “Definitions and Impact of Psychological Trauma on Child Development”. Presented at IX th European Conference on Developmental Psychology. September 1-5 1999, Island of Spetses , Greece. Cheal, B. “Adapting Your Early Childhood Program for Recovery.” Disaster Training International. Helping Adults Help Children. Chris, P. Facts for families-American Academy of Child and Adolescent Psychiatry. “Helping Children After a Disaster.” Http://www.trauma-pages.com./aacap.htm CMHS. “After A Disaster: A Guide for Parents and Teachers.” http://www.mentalhealth.org/specials/schoolviolence/parents.htm “Coping Strategies for Adolescents After A Disaster. Information for Middle and Senior High School Teachers and School Personnel.” (Brochure) Project REBOUND :FEMA and California Department of Mental Health Disaster Training International. “After A Disaster: What You Can Do With Your Children.” Http://www.disastertraining.org/after.htm FEMA and the American Red Cross. “Helping Children Cope with Disaster. Http://www.trauma-pages.com/ FEMA for kids: Resources for teachers. “School Intervention Following A Critical Incident.” Http://www.fema.gov/kids/tch_cope.htm FEMA for kids: Resources for teachers. “After A Disaster: How to Help Child Victims.” Http://www.fema.gov/kids/tch_aft.htm FEMA. “Children May Be Affected by Disaster-related Stress.” Http://www.fema.gov/hu98/d1247n83.htm “Helping Children After A Disaster. A Comprehensive Guide for Parents & Other Caring Adults.”(Brochure) Project REBOUND: FEMA and California Department of Mental Health. “Helping Children Cope with Disaster” (FEMA & American Red Cross), David Baldwin’s Trauma Information Pages. Http://www.trauma-pages.com/ Huzziff, C.A. ve Ronan, K.R. (1999). “Prediction of children`s coping following a natural disaster-the Mount Eruptions:A prospective study. The Australasian Journal of Disaster and Trauma Studies. Http//www.massey.ac.nz/~trauma/issues/1999-1/huzziff1.htm Lafond, R. “Helping Children Cope with Disaster.” Search and Rescue Society of British Columbia Los Angeles County Department of Mental Health. “Family Coping Strategies.” Http://www.trauma-pages.com/ National Institute of Mental Health. “Helping Children and Adolescents Cope with Violance and Disasters.” Http://www.nimh.nih.gov/publicat/violence.htm Parent Information Booklet. UNICEF: Psychosocial Project Kosovo. Trauma Psychiatry Program, University of California, Los Angeles. Perry, B.D. “Principles of Working with Traumatized Children: Special Considerations for Parents, Caregivers, and Teachers.” http://www.bcm.tmc.edu/civitas/principles_TC.htm Robinson, E. H. ve Rotter, J. C. (1991). “Coping with Fears and Stress.” ERIC Digest (ED 34188831). University of Illinois Extension Disaster Resources. “Helping Children Cope With A Disaster.” Http://nimh.nih.gov/publicat/violance.htm University of Illinois Extension Disaster Resources. “Helping Children Cope With A Disaster.” Http://www.ag.uiuc.edu/~disaster/facts/kidcope.html University of Illinois Extension Disaster Resources. Children, Stress, and Natural Disasters “A Guide for Teachers: What Children May Be Experiencing.” Http://www.ag.uiuc.edu/~disaster/teacher/csndres2.html University of Illinois Extension Disaster Resources. Children, Stress, and Natural Disasters. A Guide for Teachers: Children’s Responses to Disasters.” Http://www.ag.uiuc.edu/~disaster/teacher/csndres3.html Yule, W., Perrin, S. ve Smith, P. (1998). Post-traumatic stress disorders in children and adolescents. Yule, W. (Ed.) Post-Traumatic Stress Disorders Concepts and Therapy. New York: Wiley & Sons. Deprem, Kayıplarımız ve Yas 14 Ekim, 1999 17 Ağustos 1999’da yaşadığımız ve ulusça hepimizi yasa boğan depremden sonra, çok sevdiğiniz bir ya da bir kaç yakınınızı kaybetmiş olabilirsiniz. O günden bu yana da yaşam size çok zor geliyor olabilir. “Onlar olmadan yaşayamam”, “Onlarsız hayatın anlamı yok!” gibi düşünceler içinde olabilirsiniz. Kuşkusuz yaşadığınız bu yoğun ve dayanılması çok güç acıyı en iyi kendiniz bilirsiniz. Çevrenizdeki yakınlarınız ne kadar paylaşmaya çalışsa da, “ateş en fazla düştüğü yeri yakar”. Bununla beraber, bu alanda uzun yıllar çalışmış ve dünyanın çeşitli yerlerinde araştırmalar yapmış olan uzmanların ortaya çıkardığı bazı bulguların da işinize yarayabileceğini umuyoruz: Eğer kendinize karşı biraz sabırlı olursanız, düşüncelerinizin zaman içinde, “Onlarsız yaşayamam” dan, “Onları çok, ama çok özlüyorum”a, “Aklıma geldikçe hala çok acı çekiyorum” a dönüştüğünü; bir zaman sonra da, “Onların anılarının varolabilmesi için benim yaşamam gerek” diyebildiğinizi göreceksiniz. Sevdiklerimizin kaybından sonra yaşadığımız yas tepkisi çok doğal ve olması gereken bir duygudur. Sevdiği bir insanı kaybettikten sonra, hiç bir şey olmamış gibi yaşamaya çalışmak, bir insanın kendine verebileceği en büyük zararlardan biridir. Yakınını kaybetmiş biri olarak, aşağıdaki bedensel, düşünsel, duygusal ve davranışsal tepkilerin bazılarını göstermiş ve bazılarını da hala gösteriyor olabilirsiniz: Olay anında bir şok ve uyuşma duygusu hissetmiş olabilirsiniz. Sevdiğiniz insanın öldüğüne/ bu olayın gerçek olduğuna inanamıyor olabilirsiniz. Onun ölümüne engel olamadığınızı düşündüğünüz ve ölüm gerçeği ile yüz yüze geldiğiniz için yoğun bir çaresizlik duygusu içine girebilirsiniz. Yaşadığınız acı içinde kendinizi çok yalnız hissedebilirsiniz. Kaybettiğiniz yakınınızın yüzü, gözünüzün önünden gitmiyor olabilir. Her türlü olay, bir isim, bir kıyafet, belirli bir yaştaki bir kişi, bir şarkı, bir yer, o yakınınızla ilişkili gördüğünüz her şey, size onu hatırlatabilir. Kimileri resimlerine bakamaz, kimileri ise resimlerine bakarak rahatlayabilir. Onları kurtaramadığınızı düşünüp, kendinize ve diğer insanlara öfke duyabilirsiniz. Kendinizi ya da başkalarını suçlayabilirsiniz. Herkesin bu tür olaylarla başa çıkma, kendini rahatlatma yolu farklı olabilir. Ama siz doğal olarak kendi derdinizle yoğrulduğunuzdan, herhangi birinin sizinkinden daha farklı olan “kendini teselli yolu” sizi öfkelendirebilir. Kayıpları olmayan insanların gülüp eğlenmeleri size dokunabilir. “Keşke”lerle başlayan cümlelerle yakınınızı kaybetmeden önce yaptığınızı ya da yapmadığınızı düşündüğünüz bir şeyden ötürü pişmanlık duyabilirsiniz. Kaybettiğiniz kişiyi çok özlüyor olabilirsiniz. Karamsarlık yaşayabilir, hiçbir şey yapmak istemeyebilirsiniz. Gerginlik ve tedirginlik içinde, yerinizde duramıyor olabilirsiniz. Aklınızı işinize veremeyebilirsiniz. Sabahları yataktan kalkmada güçlük çekebilir, kendinizi sürekli yorgun hissedebilirsiniz. İştahınızda azalmalar ya da artmalar olabilir. Uykusuzluk, konsantrasyon güçlükleri çekebilir ya da aşırı uyuyabilirsiniz. Boğazınızda bir yumru hissi, göğsünüzde ağrı olabilir. Ağlamak istediğiniz halde ağlayamayabilirsiniz. Alkol ya da ilaçlara başvurmuş ya da başvurmayı düşünüyor olabilirsiniz. Umutsuzluk içinde olabilir, içinizde bir boşluk hissedebilir, kendinizi değersiz olarak görebilirsiniz. Kendi ölümünüzü düşünüp korkuya kapılabilirsiniz. Başınıza gelen bu olayın büyük bir haksızlık olduğunu düşünebilirsiniz. Bunun neden bir başkasının değil de sizin başınıza geldiğini sorup, bir anlam vermeye çalışıyor olabilirsiniz. Yaşadığınız acının, herkesin yaşadığından daha fazla olduğunu düşünebilirsiniz. İçinize kapanmak isteyebilirsiniz. Sorumluluklarınız arttıkça, neye nereden başlayacağınızı bilemeyebilirsiniz. Zaman içinde, duygularınızın yoğunluğunun azaldığını sandığınız ve tam bu kaybı kabul etmeye başladığınız bir sırada, başta hissettiğiniz acılar aynı yoğunlukta geri gelebilir. Çevrenizdeki kayıpları olan kişilerin daha iyi durumda olduğunu görüp sizin acınızın hiçbir zaman hafiflemeyeceğini düşünebilirsiniz. Geleceği düşünmek çok zor gelebilir. Şimdiki zaman da çok acı vericidir. Bu yüzden sürekli olarak geçmiş üzerinde durabilirsiniz. Kaybettiğiniz kişi ile bağınızın sürdüğünü hissetmek amacıyla, o hayattayken birlikte yaptığınız şeyleri sürdürmek, hala varmış gibi, yaşadığı mekanın düzenini korumak, sofrada ona da yer ayırmak,vb. davranışlar içine girebilirsiniz. Bu duyguların, düşüncelerin ve bedensel tepkilerin hepsi çok normaldir ve tüm dünyada yaşayan insanların bu tür kayıplar karşısında gösterdiği evrensel tepkilerdir. Ancak bu tepkilerin dozunun ne olduğu ve gündelik yaşamınızı sürdürmenizi engelleyip engellemediği de çok önemlidir. Eğer söz konusu tepkileriniz çok yoğunsa ve gündelik yaşamınızda büyük aksamalara yol açıyorsa, bir uzmandan yardım almanızda yarar olabilir. Özellikle alkol ve ilaç kullanımı için bu konuya dikkat etmenizi öneririz. Aşağıdaki ipuçları, dünyanın pek çok yerinde yakınlarını kaybeden kişilerle yapılan bilimsel çalışmalarda, acıyla başa çıkmada işe yarar olarak değerlendirilmiştir. Şu anda size çok zor gelse de, bu önerileri uygulamaya çalışmanızın zamanla acınızı biraz olsun hafifletebildiğini ve kendinizi daha iyi hissettiğinizi göreceksiniz. Acılarınızın biraz daha katlanılabilir hale gelmesi epey zaman alacaktır. Bu yüzden kendinize ve aynı kaybı yaşayan yakınlarınıza karşı sabırlı olun. Bu kayıp daha önce yaşadığınız hiçbir acıyla karşılaştırılamayacak kadar büyük olsa da, daha önce yaşadığınız acılar sırasında acınızı hafifletmek için yaptıklarınızı hatırlamaya ve yine bunları yapmaya çalışın. “Keşke”lerle başlayan düşünceleriniz yüzünden pişmanlıklar ve suçluluk yaşadığınız durumlarda, bu duyguları yaşayan siz değil de bir arkadaşınız olsaydı, ona neler söyleyeceğinizi düşünün ve kendinize de bunları hatırlatın. Olabildiğince erken bir zaman içinde, yaşadığınız kayıp olayından önceki gündelik yaşantınıza (çalışma hayatı, ev işleri, alış veriş, ziyaretler, vb.) dönmeye çabalayın. Böylece aklınızı o olaydan uzaklaştırıp, zihninizi dinlendirebilirsiniz. Daha önce yaşadığınız acılar bu acıyla kıyaslanamasa da, bugüne kadar ayakta durabildiğinizi kendinize hatırlatıp, başedebilme gücünüzü gözardı etmeyin. Kaybettiğiniz kişiyi hatırlatan olay, eşya, resim, yer, vb. hatırlatıcılarla zaman içinde, yavaş yavaş yüzleşmeye çalışın. Başlangıçta bunu yapmak çok acı verse de uzun vadede acınızın katılaşmasını önleyeceği için daha katlanılabilir düzeye gelmesinde yardımcı olacaktır. Yaşadığınız olayı, kaybınız karşısındaki duygu,düşünce ve davranışlarınızı, yakınlarınızla ya da benzer kayıpları olanlarla paylaşmaya çalışın, ağlamaktan sakın kaçınmayın. Paylaştıkça rahatlayacaksınız. Acınızı paylaştığınızda ve ağladığınızda o acı içinizde katılaşıp kalmayacaktır. Acınızı katlanılabilir hale getirecek bilgiler, her zaman uzmanlardan gelmez. Sizinkine benzer kayıpları, acıları olan ve bunlara katlanmaya çalışan diğer insanları dinleyerek de bir şeyler öğrenebilirsiniz. Arada sırada, bu olaydan on yıl sonrasını hayal ederek, bu olayı o zaman diliminde nasıl yadedeceğinizi kendinize söyleyin. Bayramlarda, yıldönümlerinde vb. özel günlerde bu acılarınızın aynı yoğunlukta yeniden yaşanabileceğini bilin ve hazırlıklı olun. Kendinizi yoğun bir çaresizlik, umutsuzluk, karamsarlık içinde hissettiğinizde, mümkünse bir yürüyüş yaparak ya da burnunuzdan derin nefesler alıp, ağzınızdan vererek, bedeninize olabildiğince fazla oksijen girmesini sağlayın. Bu oksijen, bedeninizdeki o gerginliği ve iç sıkıntısını hafifletecektir. Zaman geçtikçe, “neden?” diye sormak yerine “bundan sonra ne yapabilirim?” demenin size iyi geldiğini göreceksiniz. En başta bu sorunun yanıtı “hiçbir şey” olabilir ve bu da normaldir. Ancak zamanla yapabileceğiniz şeylerin çoğaldığına tanık olacaksınız. Şimdiki zamanın acısını yaşamak, geçmişin sizi alıp götürmesine izin vermemek ve gelecekle ilgili olumlu beklentiler içine girmek de yararlı olabilir. İnsanoğlu olarak doğadaki varoluşumuzun gerçeklerini (ölümün kaçınılmazlığı, ölüm karşısındaki çaresizliğimiz, olayları kontrol etmedeki sınırlılıklarımız ve geleceğin bilinmezliği) kabul edip olayları daha bilgece yorumlamaya çalışın. Düşüncelerinizin, “Ben onsuz/onlarsız nasıl yaşarım?” dan, “Onları özlüyorum”a ; “Onları hep seveceğim”e; “Birlikte ne güzel günlerimiz oldu” ya ve, “Ben varolduğum sürece onları da anılarımda yaşatacağım”a doğru bir gelişim göstermesine yardımcı olun. Sevdiklerinizin kaybına bağlı bu acının, onların bir zamanlar var olduğunun ve sizin tarafınızdan çok sevildiklerinin bir göstergesi ya da kanıtı olduğunu kendinize hatırlatın. Bu tür bir bakış açısı, acınızı daha katlanılabilir kılacak ve belki bir parça avunmanıza yardımcı olacaktır.
Çocuk sahibi olanlarla olmayanların beyni farklı işliyor! Ebeveynlerin beyni ağlama sesine hemen tepki verirken, çocuksuzlar umursamıyor. Anne-baba olmak insanı hakikaten değiştiriyor! İsviçreli bilim adamları, anne ve babaların beyinlerinin, çocuğu olmayanlara göre farklı çalıştığını saptadı. Nature dergisinin internet sayfasındaki habere göre, Basel Üniversitesi`nde Erich Seifritz ve ekibi, ebeveynlerin ve çocuğu olmayan kişilerin beyin aktivitelerini inceledi. Deneklere ağlayan ve gülen bebeklerin ses kayıtlarını dinleten bilim adamları, bu sırada manyetik rezonans tomografisiyle beyinlerinin hangi bölgelerinin aktif hale geldiğini tespit etti. Çocuk sahibi olan ve olmayanlar arasında belirgin fark olduğunu belirleyen bilim adamları, ağlama sesinin anne ve babalarda duygularla ilgili iki bölgeyi aktif hale getirdiğini, çocuğu olmayan kişilerde ise böyle bir tepki görülmediğini vurguladı. Bir de kadın-erkek farkı var Gülen bebek sesi dinletildiğinde, çocuk sahibi olmayanların beyinlerinin bu bölgelerinin daha aktif hale geldiğini söyleyen Seifritz`e göre bu, beynin aktif hale getirilmesinin öğrenilebileceğine ilişkin bir gösterge. Bilim adamları, deneylerde kadınları erkeklerden farklı kılan bir özellik de gördü. Bebek sesi duyan bütün kadınların beyinlerindeki prefrontal korteks bölgesinin işlevi durdu. Bu bölge, gün içinde karşılaşılan çok sayıda algıdan önemsiz sesleri ayıran bir çeşit filtre görevi görüyor. Bu bölgedeki aktivitenin azalmasının, filtrenin açıldığı anlamına geldiğini söyleyen uzmanlar, bu nedenle kadınların bebek seslerine daha hızlı tepki verdiğini belirtti. Bilim adamları, burada, bebeklerin ağlayıp ağlamadığı ya da kadının çocuk sahibi olup olmadığı gibi faktörlerin herhangi bir rol oynamadığını vurguladı. 24.12.2003 Radikal AA – ANKARA
IQ`su ortalamanın üstünde olan ve diğer çocuklardan daha zeki olduğunu bilen çocuklar, gençlik ve erişkin döneminde daha çok psikolojik sorun yaşıyor ve uzun süreli ilişkiler kurmakta zorlanıyor. (Güncelleme : 01.10.2001) İngiltere`de yapılan bir araştırma, çocuklara, IQ`sunun arkadaşlarından daha yüksek olduğunu söylemenin ve hissettirmenin olumsuz sonuçlar yarattığını gösterdi. Prof. Joan Freeman başkanlığında yapılan araştırmada, yaşları 5 ila 14 olan 210 çocuk, 27 yıl boyunca incelendi. Denekler, IQ`su normal çocuklardan daha yüksek olan ve bunu bilen,IQ`su normal çocuklardan daha yüksek olan ancak daha zeki olduğunu bilmeyen ve normal çocuklar olmak üzere 3 gruba ayrıldı. 1974, 1984 ve 2001 yılında ayrıntılı olarak araştırılan deneklerde, normalden daha zeki olan ve bunu bilenlerin yüzde 40`nda, nörotik hastalık, uykusuzluk, sosyal davranış bozukluğu, hoşnutsuzluk ve mutsuzluk gibi psikolojik ve fiziksel rahatsızlıkları olduğu tespit edildi. Bu gruptaki gençlerin, özellikle uzun süreli ilişkiler kurmakta zorlandığı gözlendi. IQ`su normalden daha yüksek olan ancak bunu bilmeyen ve normal çocuklardan oluşan deneklerde ise benzer sorunların ortaya çıkmadığı görüldü. Prof. Freeman, problemlere yol açanın yüksek IQ değil, IQ`sunun daha yüksek olduğunu bilmek olduğunu belirtti. Çocuklarda İletişim Bozuklukları Çocuklarda iletişim bozukluklarının pekçok çeşidi bulunuyor. (Yılbaşı sürprizlerini kazanmak için son şifremiz: güzellik! Katılmak için en geç yarın formu doldurmanız gerekiyor.) Başlangıçta önemli bir sorun gibi gözükmese de işitmede meydana gelen en ufak bir kayıp kişinin lisanını kullanma yeteneğini, artikülasyon bozuklukları ise terapiyi gerektirebilir. (Güncelleme : 27.12.2001) Yine sıklıkla karşılaştığımız kekemelik çözümlenebilecek çok basit bir sorun da olabilir. Konuyla ilgili Konuşma ve Lisan Pataloğu Elif Burcu Adalı sizlerle…. I. Çocuklarda Duyma Bozuklukları Duyma ve konuşma insanların primer iletişim modunu oluşturur. Bu nedenle işitmede meydana gelen en ufak bir kayıp bile kişinin lisanı kullanma yeteneğini etkileyebilir. Çocuklarda olabilecek hafif derecede duyma bozuklukları bile lisan gelişimini ve okul başarısını etkiler. Çocuklarda en sık rastlanan işitme kaybı orta kulak iltihaplanmasıyla alakalıdır. Bu enfeksiyonlar şaşılacak bir hızla kendini gösterip yok olduğundan dolayı kimi zaman aileler bile farkına varmayabilirler. Herhangi nedenle olursa olsun, işitme kaybı olan çocukların sosyal, kognitif ve lisan gelişimi açısından özel eğitime ihtiyaçları vardır. II. Çocuklarda Lisan Bozuklukları Çocuklarda lisan bozuklukları veya lisan gelişiminin gecikmesi çok çeşitli nedenlerden dolayı olabilir. Bu bozukluk veya gecikme mental retardasyon veya otisim gibi gelişimsel bir problemin habercisi olabileceği gibi irsi de olabilir. Eğer lisan gelişimi bir süre normal seyrini takip edip sonra bir duraklama dönemine girdiyse bu beyne gelen bir darbeden kaynaklanıyor olabilir. Bazı bebekler problemli bir doğumdan sonra uzun süre yoğun bakımda kalmaktan dolayı kendileriyle konuşan insanlarla sınırlı bir iletişim içinde olmaktan dolayı çevrelerinden yeterli stimulasyon alamayıp lisan gelişimini zamanında tamamlamakta zorlanabilirler.Bazı çocuklar da kogntif gelişmeleri yaşa uygun seyreden çocuklarda, bu tip problemlere “spesifik lisan bozuklukları” adı verilir. Çocuklardaki lisan bozuklukları veya gelişim gerilikleri bu çocukları normal gelişen yaşıtlarıyla karşılaştırılarak kararlaştırılır ve uzmanların belirleyeceği amaçlar doğrultusunda terapiye başlanır. III. Çocuklarda Artikülasyon Bozuklukları Konuşmaya başlamak bir çocuğun hayatının en önemli adımlarından biridir. Yapılan araştırmalar belli seslerin doğru telaffuzunun belli yaşlarda ortaya çıktığını göstermiştir: 32 ay n, m, p, h, t, k, y 36 ay f, b, g, d 48 ay s 48 aydan sonra l, r, s, ç, c, v, z Çoçuklarda görülen artikülasyon problemlerinin çok çeşitli sebepleri olabilir. İşitme kaybı, ağız-yüz anomalileri, damak-dudak yarıkları veya merkezi sinir sistemi kaynakları problemler artikülasyon bozukluğuna yol açabilecek durumlardan bir kaçıdır. Çoçuklar herhangi bir sesi çıkaramadıklarında bunun neden kaynaklandığını izole etmek nasıl bir terapi izleneceği açısından önemlidir. IV. Çoçuklarda Ses Hastalıkları Çoçukların yaşamlarının ilk 5 senesi içinde çıkardıkları sesler genelde dinleyenler tarafından normal olarak algılanır. Ancak kimi zaman değişiklikler farkedilebilir. Örneğin bir bebeğin ağlama sesi normalden alçak bir perdeden ve hipernasal olabilir. Sesin kalitesinde, perdesince veya rezonansındaki herhangi bir deviyasyon bir hava yolu veya gırtlak hastalığının ön habercisi olabilir. Bu nedenle okul öncesi veya okul çağı çoçukların seslerini kullanmalarında herhangi bir değişiklik farkedildiğinde, bunun bir uzman doktora gösterilmesi şarttır. Çoçuklarda meydana gelebilecek ses problemlerinin kaynağı ses telleriyle ilgili bir patoloji, allerji, enfeksiyon veya normalden büyük bağdemciklerden olabilir. Ayrıca okul çağındaki çoçukların devamlı bağırarak seslerini düzenli bir şekilde yanlış kullanmaları da ses tellerinde problemlere yol açabilir. Çoçuklarda zamanında ve doğru teşhiş edilen ses hastalıklarının idaresi çabuk ve etkili olur. V. Çoçuklarda Kekemelik Kekemelik, seslerin ve hecelerin tekrarlanması veya uzatılması kaydıyla konuşmayı tamamlamak için yaşanan mücadeledir. Ancak ifadenin akıcılığında yaşanan her problem keemelik değildir. Doğru teşhiş ve rehabilitasyon için bu ayrımın yapılması çok önemlidir. Konuşma ve lisan patolojisi alanında klinik açıdan en fazla kararsızlık yaşanan konulardan biri de kekemelik ve bunun sebepleridir. Günümüze değin ortaya atılan birçok teori ve buna bağlı pek çok terapi yöntemi geliştirilmiştir. Ancak kekemeliğin neden kaynaklandığı konusunda yaşanan çelişkiler tedavi konusunda da yaşanmaktadır. Yapılan araştırmalarda okul çağında kekeleyen çoçukların büyük bir bölümünün lise çağında geldiklerinde konuşmalarında bir pürüz kalmadığı görülmüştür. Kekemeliği devam eden çouklarda ise, terapi için en uygun ve gerçekçi amaç kekemeliği “geçirmek” veya “yok etmek” yerine, akıcı konuşma enstantanelerini çoğaltmak ve eğer kekeleyecekse de çoçuğa mümkün olduğu kadar rahat kekelemeyi öğretmektir. Konuşma ve Lisan Pataloğu Elif Burcu Ardalı İnternational Hospital
Depresyon Depresyon kelimesi günlük dilde sık sık kullanılır. Bir çok duygunun bir araya gelişini o anda varolan istenmeyen psikolojik ruh halini betimlemek için kullanılır. Depresyon her yaşta görülebilen bir hastalıktır. Majör Depresyon ( büyük depresyon) nöbetlerle gelen ve tam düzelen bir özelliğe sahiptir.Toplumun her kesiminde görülebilir. Psikiyatrik hastalıklar arasında en sık rastlanan bir tablodur. Yaşam boyunca her 100 erkekten 10`unun ve her 100 kadından 20`sinin Depresyon geçirdiği araştırmalarla saptanmıştır. Depresyondaki bir insanda en dikkati çeken özellikler şunlardır; Elem, keder, karamsarlık umutsuzluk duyguları ile; daha önceden zevk aldığı ilgi duyduğu nesnelere, uğraşılara ilgi duymaması ve hiçbir şeyden zevk alamama halidir. Depresyondaki bir hasta çevresine ve hekime “çok üzgünüm, sanki daha önceki kişiliğimi yapımı kaybettim. Hiçbir şeyden zevk almıyorum. Bu sıkıntı, keder bitmeyecek. Hayat bana ağır geliyor. Canım hiçbir şey yapmak istemiyor. Kendimi yorgun ve bitkin hissediyorum. Sabırsız, tahammülsüz bir insan oldum. Kimse gelsin -gitsin istemiyorum. Sessiz – sedasız bir odada yalnız başıma kalmak istiyorum. Çocuklarıma bakamıyorum; bazen onları boğasım bile geliyor. Bazen de artık yaşamanın bir anlamı kalmadı diye düşünüyorum. Bir şey öğrenemiyorum, her şeyi unutuyorum… Zaman zaman sebepsiz ağlıyorum. Çok sıkılıyorum, daralıyorum, baş ağrılarım sıklaştı. İştahtan kesildim, kilo verdim. Uykuya dalmakta güçlük çekiyorum, bazen erkenden sıkıntı ile uyanıyorum. Ne yapacağımı bilemiyorum. Karar veremiyorum… ” şeklinde yakınmada bulunur. Uluslararası Depresyonları önleme ve tedavi komitesinin depresyonlu hastaların tanınması amacıyla hazırladığı tanı ölçütlerinden yola çıkarak hazırlanan maddelerin 4-5 tanesine evet diyorsanız Depresyonda olabilirsiniz. Hayattan eskisi kadar zevk almıyorum, hiçbir şey ilgimi çekmiyor. Son zamanlarda karamsar, ümitsiz, kötümser düşünüyorum. Kendimi yorgun, bitkin, halsiz hissediyorum. Uyku düzenim bozuldu. İştahım azaldı kilo kaybettim. Bedenimde ağrılar, sızılar başladı, göğsüme baskı oluyor, mideme kramplar giriyor. Son zamanlarda cinsel ilgimi kaybettim. Hafızam zayıfladı, birşeyi aklımda tutamıyor, öğrenemiyorum. Zaman zaman intihar etmek istiyorum. Kimseyi görmek istemiyorum. Depresyon geçiren bir insandan; düşünce ve duygu, davranış, motor faaliyetlerde, biyolojik yaşamsal fonksiyonlarda değişiklikler olur. Duygu Durumundaki Değişiklikler. Keder, elem, üzüntü, sıkıntı, karamsarlık Olağan faaliyetlere karşı ilgisizlik, Hiç bir şeyin zevk vermemesi, hayatın anlamsız gelmesi Ağlama isteği veya ağlama, Konuşmaya dahi isteksiz olma. Düşünce içeriğindeki değişiklikler: En başta umutsuzluk, karamsarlık düşünceleri ( Kendisini değersiz, günahkar, suçlu kabul etme, ciddi depresyonlarda kişi bu düşüncelerle intihar eder…) İntihar fikirleri Ağır depresyonlarda bazen gerçeği değerlendirme, muhakemede kısmi bozukluklar görülebilir. Şahıs organlarının olmadığını, çürüdüğünü, bu nedenle yeme-içmesinin anlamsız olduğunu söyler ve kötülük göreceği şeklinde hezeyanları olabilir. Depresyonda Hafıza Dikkat toparlanamaz Konsantrasyon bozulur. Unutkanlık başlar Yeni şeyler öğrenilemez Bu nedenle bir iş performansı ciddi şekilde düşer. Depresyonda Biyolojik-Vital fonksiyonlar Uykuya dalmada güçlük Sık sık uyanma, sabahları erken uyanma İştahsızlık ( Perhizde değilken 1 ayda kilosunun %5`inden fazlasını kaybetme) Cinsel istekte azalma Hareketlerde faaliyetlerde yavaşlama, halsizlik, yorgunluk, bitkinlik. DEPRESYON TÜRLERİ Maskeli Depresyon Sınıflamalarda yer almamakla birlikte klasik kitapların çoğunda yer alır. Bu durumda klasik depresyon belirtileri yerine: Bedenin değişik yerlerinde ağrılar, sızılar, uyuşma, karıncalanmalar, hissiyat azlığı, karakter bozuklukları, Sexsüel alanda ve beslenme ile ilgili davranışlarda bozukluklar, alkolizm, madde bağımlılığı gibi sorunlar ön plandadır. Yani temeldeki depresyon bu şekilde dışa yansımıştır. A tipik depresyon Hastada depresif duygu durum dikkati çekmekle beraber, diğer belirtiler “tipik” depresyon belirtilerine uymaz. Gün içi değişmeler görülür. Kişilik yapısı takıntılara saplantıları yatkın insanlarda takıntılar, saplantılar, kuruntular ön plana çıkar. Örneğin; su muslukları, tüpün düğmesi, ütü fişi sürekli kontrol edilir. Bazen yoldan dönülüp tekrar tekrar bakılır. Bedendeki fizyolojik değişiklikler organlardaki bozukluğun habercisi gibi değerlendirilir ve bedensel uğraşlar artar. Çeşitli korkular gelişir. Dışarıdan gösteri, rol gibi algılanacak davranışlar görülebilir. A tipik depresyonlu insanlar her zamankinden fazla uyur ve fazla yemek yerler. Aşırı kilo alırlar. Kollarda ve bacaklarda aşırı güçsüzlük vardır. Beklenmedik bir şekilde alkole, maddeye, kumara düşkünlük. Aile ve iş yaşamından uzaklaşma Açıklanması güç cinsel uyumsuzluklar dikkati çeker. Çocuklarda Ve Gençlerde Depresyon Çocuklarda ve gençlerde tipik depresyon belirtileri olmayabilir. Daha çok davranış ve tutum değişiklikleri belirgindir. Aşırı ağlama, hırçınlık, asi davranışlar, çabuk sinirlenme, alkol ve uyuşturucu kullanımına başlamanın temelinde depresyon olabilir. Yaşlılarda Ve Menapoz Sonrası Depresyon Kadınlarda daha sık görülür. Depresyonun tipik belirtileri olmakla beraber; ağır bunaltı (anksiyete), sıkıntı, özellikle sabah sıkıntısı, uyku bozukluğu ön plandadır. Aşırı telaş ve tedirginlik vardır. Sıkıntıdan dolayı sürekli eller oğuşturulur ve yerinde duramama, dolaşma hali vardır. Bedensel uğraşılar daha fazladır. İntihar düşünceleri yoğundur. Doğum Sonrası Depresyonları Doğumdan sonra annelerde görülen depresif tabloya “puerperal depresyon” denmektedir. Bazı anneler doğumdan sonra : Gelip geçici ağlama nöbetleri, güçsüzlük , halsizlik, sıkıntı, üzüntü, bebeğe karşı ilgisizlikle karakterize “Bebek hüznü ” denen bir durum yaşar. Destekleyici tedavilerle olumlu yanıt verir. Doğum sonrası bir ila 3 ay içinde gelişen karamsarlık , üzüntü, yetersizlik , hiçbir şeyden zevk alamama, çocuğa, ev işlerine bakmamak gibi hallerinde tam bir depresyon geçiriyor denmektedir. Ciddi tedavi gerekmektedir. Hastaların çoğu tedavi ile düzelir. Bazılarında depresyonun belirtileri uzun süre üzerinde kalabilir. Distimik Bozukluk Eskiden nörotik depresyon, depresif kişilik, nevrasteni diye nitelendirilirdi. Hastalarda en az iki yıl süren ve çok ağır olmayan depresyon belirtileri vardır. Uyku bozuklukları, hiçbir şeyden mutlu olamama, müzmin karamsarlık hali, yoğunluk, istek ve ilgi azlığı, güvensizlik hissi, bedensel yakınmalar dile getirilir. Bu bozuklukta bir kaç gün , bir kaç hafta iyilik dönemleri görülebilir. Ancak bu iyilik dönemleri iki ayı geçmez. Postpsikotik Depresyonlar Şizofreni gibi gerçeği değerlendirme yeteneğinin bozulduğu, “akıl hastalıklarında da zamanla depresyon gelişebilir. Organik Nedenlere Bağlı Depresyon Bir çok fiziksel bozukluğa bağlı depresyonlar görülebilmektedir. Örneğin;Hormonal sistemdeki bozukluklar, Nörolojik bazı hastalıklarda ( Örneğin Parkinson, Multipl skleroz) kan hastalıklarında, kanserde, enfeksiyon hastalıklarının bazılarında, kaza ve ameliyetlardan sonra depresyon gelişebilmektedir. Uzun süre kullanılan tansiyon düşürücü, ülser giderici bazı ilaçlar bağımlılık yapan uyarıcı ve uyuşturucular, kortizollü ilaçlarda depresyon yapabilirler. DEPRESYON NEDENLERİ Depresyona yol açan çok neden vardır. Kalıtımsal nedenler Biokimyasal değişiklikler Hormonal bozukluklar Tedavide kullanılan bazı ilaçlar Bazı organik nedenler Psiko-sosyal olaylar Sosyo-kültürel etkenler Bazı yaşam olayları depresyona neden olabilir. Birçok insanın aynı şartlarda yaşamasına rağmen bazılarının depresyona girdiği, bazılarının girmediği araştırılıp, tartışılmıştır. Biyolojik-genetik alt yapının depresyona yatkınlık gösterdiği kişilerin dış faktörlerle daha kolay depresyona girdiği ileri sürülmektedir.Depresyon tedavi edilebilen bir hastalıktır Depresyon belirtileri 2 haftadan fazla sürüyorsa mutlaka bir psikiyatrise gidip tedavi olmak gerekir. Günümüzde depresyon giderici çok güçlü ilaçlar geliştirilmiştir. Psikiyatrislerin tedavide bir çok seçenekleri vardır. 2-3 aylık bir tedavi ile ciddi düzelmeler sağlanabilmektedir. Tedavinin süresi hastalığın ciddiyeti, süresi tekrar edip etmediğine göre ayarlanır. Psikoterapi ile birleştirilen ve sosyal düzenlemeler ile desteklenen tedaviler daha iyi sonuçlar vermektedir. DEPRESYON BİR HASTALIKTIR TANIYIN YENİN Depresyon ruhsal bir hastalıktır. Depresyon çok yaygın bir sağlık sorunudur. Ülkemizde yaklaşık her on kişiden birinde depresyon görülmektedir. Ancak halk ve doktorlar tarafından yeterince tanınmamaktadır. Depresyonlu kişinin iş verimi düşer, çalışamaz, insanlar ile olan ilişkileri bozulur. Aileye ve topluma getirdiği ekonomik yük çok büyüktür. Depresyon tedavi edilebilen ve tam olarak düzeltilebilen bir hastalıktır. Depresyon tedavi edilmezse intihar ile sonuçlanabilir. İntihar olgularının büyük bir bölümü depresyon geçiren hastalardır. Depresyonun tanınmamasının ve yeterince tedavi edilmemesinin hastaya ve topluma maliyeti çok yüksektir. Tanınması ve tedavi edilmesi halkın ve doktorların eğitimi
Sınıfta çocukların dikkatlerini toplayamamalarının birçok nedeni olabilir. Örneğin çocuk görsel olarak aşırı duyarlı olabilir. Camdan gelen parlak güneş ışığı ya da panodaki canlı renkler bu çocuğun dikkatini dağıtabilir. Kokulara duyarlı başka bir çocuk ise öğretmenin parfümü ya da hayvanların bulunduğu bir kafes yüzünden dikkatini dağıtabilir. Sese aşırı duyarlılık da benzer sonuçlar doğurabilir. Örneğin motor sesi gibi alçak frekanstaki seslere duyarlı çocuklar ders boyu bu sesi duyarlar. Öncelikle bu çocukları daha az rahatsız olacakları bir ortama çekerek dikkatlerini toplamalarına yardımcı olabiliriz.Diğer taraftan akranlarına göre daha az reaksiyon veren ve bir ses duyduklarında odaklanamayan çocuklar olabilir. Genellikle sese ya da kendilerine dokunulduğunda cevap vermezler. Kendi dünyalarında yaşıyor gibidirler. Bireysel farklılıklar Unutulmamalıdır ki gelişimsel sorunları olan çocukların problemleri birden fazla olabilir. Örneğin duyarak algılama sorunu olan çocuk kendine verilen birden fazla yönergenin sadece bazılarını duyar ve diğerlerine cevap vermiyor ya da ona göre davranmıyor gibi gözükebilir.Görerek ve alan hissi ile kavrama ve işleme problemleri olan çocuklarda da dikkat ve konsantrasyon problemleri yaşanabilir. Bu problemi olan çocuğun gözlüğe ihtiyacı yoktur. Sadece gördüklerini düzenlemede güçlük çekmektedir. Örneğin bu çocuğun odasında bir şey saklarsanız çocuk odanın her tarafına bakmaktansa sadece belli yerleri arar. Bu çocuklar bazen aşırı odaklanabilirler bazen de hiç odaklanamazlar. Duyduklarıyla gördüklerini ilişkilendirmekte güçlük çekerler, bu okumayı ve dikkati toplamayı etkiler ve bu yüzden dikkatleri kolayca başka alanlara dağılır.Motor hareketleri planlama ve sıralama güçlüğü olan çocuklarla da dikkat problemi yaşanabilir. Bu güçlük karmaşık hareketleri planlama ve sıralamada, düşünceleri sıralamada kendini gösterir. Bu probleme genellikle algı güçlüğü problemlerinden daha sık rastlanır. Örneğin giyinmeye çalışan bir çocuk düşünelim. Bu eylem için 10 basamak gerekli olabilir. Sıralama ve düzenleme güçlüğü olan bir çok bir arada 3-4 basamağı yapabilir ve arkadan başka bir şeye yönelebilir. Diğer bir deyişle başkalarının düşünmeden otomatik olarak yaptığı bir şeyi yapabilmek için bu çocuk her basamağı düşünmek zorundadır. Dikkati fark edebilmek Dikkat birçok faktörün bir arada çalışabilmesiyle ortaya çıkar. Eğer dikkati oluşturan nedenleri tek bir neden olarak görürsek ya da dikkati dağıtabilecek farklı nedenleri görmezden gelirsek farklı yöntemlerle kendi kendilerine yardımcı olmayı öğrenebilecek çocuklara önce biz yardımcı olamayız. Bu yüzden farklı farklı çocuklarda bu sorunu yaratan nedenleri anlamaya çalışmalıyız. Ve her çocuğa kendi gereksinim duyduğu alanda destek olabiliriz. Daha yakından bakarsak Dikkatini veremeyen çocukların bazıları kendi içlerine dönük ve hayal aleminde gibidir bazıları ise aşırı hareketli ve saldırgan olabilirler. İlginç olan aşırı hareketli olan çocukların temas, ses ve hatta bazen acıya karşı az hareketli olmalarıdır. Bu çocuklar duyulara gereksinim duyarlar ve bu uyarıcılar için hareket ederler. Kendi içlerindeki hareket güdüsünü doyurmak için sürekli hareket etmek isterler. Diğer taraftan kendi içsel hareket hislerine karşı gelmek isteyenler de hareket etmekten hoşlanmazlar. Bu çocuklar çok atlayan zıplayan çocuklar değildir.Ayrıca endişe ve korku da çocuklarda aşırı hareketlilik ve dikkatsizlik yaratabilir. Bazıçocuklar ise çevrelerindeki ilaçlara, yiyeceklere ve kimyasallara duyarlı olabilir. Yüksek ses, hareket ve karışıklık çocuklara aşırı bir yük bindirebilir. Her durumda bireysel olarak o çocuğun dikkat probleminin tam olarak neden kaynaklandığının bulunması gerekir. Veli ve uzmanlarla birlikte çalışma Birlikte çalışmada öğretmenler ve veliler anahtar durumdadır. Çünkü çocuğu en iyi onlar tanır. Çocuğun hangi durumlarda, sadece okulda değil evde ve arkadaşlarıyla iken ne yapıp ne yapmayacağını onlar bilir. Diğer uzmanlar da çocuğun güçlü ve zayıf yanlarının belirlenmesine ve bunların anlaşılmasına yardımcı olabilirler. Çocuk psikiyatrı ya da psikoloğu çocuğun bilgiyi algılama ve işleme güçlüklerine bakabilir, aile dinamiklerini inceler, endişenin rolünü araştırabilir ve öneriler getirir. Dikkat Eksikliği/Bozukluğu Sendromu Şu ana kadar Dikkat Eksikliği/Bozukluğu Sendromu olarak adlandırılan sorunun nedenini oluşturan bir genetik faktör ya da nörokimyasal faktör belirlenememiştir. Araştırmalarda da tek başına ayrıştırılabilen bir neden bulunamamıştır. Belki de sorun birden fazla faktörün bir araya gelmesiyle oluşmaktadır. Bütün bu soruların cevapları hala bulunmamış olduğu için karşılaştığımız dikkat ve gelişim sorunları ile ilgili benimseyebileceğimiz yaklaşımda kendi kendimize şunu sormalıyız: Çocuğun hangi fonksiyonlarında güçlüğü var? Motor hareketler ve sıralama mı? Söyleneni anlaması mı? Seslere ve temasa cevap vermesinde mi? Hep hareketlilik aramasında mı? Böylece her çocuğa kendi gereksinim duyduğu alanda yardımcı olabiliriz. Güçlü tarafları öne çıkarma Problemlere çözüm olarak bir tek şeyi gösterebilmek çok çekicidir. Ancak bir çocukta Dikkat Eksikliği/Bozukluğu Sendromu olduğuna karar vermek ve ilaç tedavisine yönelmek bizim altta yatan diğer güçlü tarafları ortaya çıkarmamıza engel olabilir. İlaç tedavisi bazı çocuklara yardımcı olur bazılarına olmaz. Öncelikle çocuğun altta yatan güçlü taraflarını ortaya çıkararak nasıl bir gelişim göstereceğini görebilirsiniz. Ondan sonra ilaç tedavisinin yararlı olup olmayacağına karar verebilirsiniz. Diyelim ki bir çocukta tipik bir planlama ve düzenleme/sıralama sorunu var. Okula gitmeye hazırlanırken arka arkaya neler yapması gerektiğini unutuyor. Bu durumda görselleştirme egsersizleri ile arkadan gelecek hareketi hatırlatma çok yararlı olabilir. Bunun için anne baba çocukla birlikte her gün oturup ertesi gün okulda neler olacağını, güzel şeyleri zor şeyleri, çocuğun nelerden hoşlanıp nelerden hoşlanmayacağını konuşurlar. Bundan önce genellikle serbest oyun ile başlamak çocuğun güvenini yerleştireceği ve genel bilişsel/duyuşsal becerilerini arttıracağı için yararlıdır. Bu aktivitenin yararı anne baba ve çocuk için birlikte yarın olacakların bir senaryosunu sanki televizyondaymış gibi gözlerinin önüne getirebilmektir. Bu görselleştirme sayebinde çocuk yarın için daha iyi hazırlanabilir ve yapması gerekenleri sıralamayı öğrenebilir.Başka bir örnekte çocuk dışarı çıkmak istiyorsa ve yine sıralama/düzenleme güçlüğü varsa onun dışarı çıkma isteği ve motivasyonunu kullanarak çıkmadan önce bazı şeyler yapmasını isteyebilirsiniz. Bu sayede planlamayı, sıralamayı ve daha dikkatli olmayı öğrenebilir. Onlarla etkileşim biçiminizi çocukların gereksinimlerinize göre ayarlayabilirsiniz. Örneğin duyma algılama sorunu olan çocuklarla hızlı hızlı konuşmakla onlara ulaşamazsınız. Sakince ve yavaş sesle kısa bölümlarla konuşursanız dikkatlerini toplamalarına yardımcı olabilirsiniz. Ayrıca bu çocukların çoğunun görsel tarafları güçlü olduğu için onlara hem sözel hem görsel olarak yaklaşabilirsiniz. Örneğin bir şeyi hem gösterip hem de ismini söyleyebilirsiniz.Hareketleri sözcükleri ve görselleri birlikte kullanabileceğiniz diğer çocuklar da görsel algı bakımından zayıf ama duyarak algı bakımından güçlü olan çocuklardır. Özetle öncelikle kuvvetli olan bir alanı bulup bunu araç olarak ve pekiştirme ve motivasyon için kullanabilirseniz çocukların dikkat sorunlarını aşabildiklerini göreceksiniz. Bütün zamanınızı bir güçlüğün düzeltilmesine harcayacağınıza zamanınızın yarısını var olabilecek birden fazla güçlü alanın geliştirilmesine yönelik olarak harcaya bilirsiniz. Böylelikle çocuk kendi doğal marifetlerini kullanark ve daha da geliştirerek kenidne güvenini kazanacaktır.
Çoğu defa hayatta kendimizi yalnız, yapayalnız hissederiz. Birçoğumuz, çok sıkıldığımız anlarda bile, bir dostumuza telefon açıp da “ocağa çayı koy, birazdan ailecek size geliyoruz” deme rahatlığına sahip değiliz. Veya arkadaşımıza “bu akşam yemeğe bize davetlisiniz” diyemeyiz. Hele hele “yarın akşam yemeğe size geliyoruz” demeği aklımızın ucundan bile geçirmeyiz. Hayatta karşılaştığımız ferd”, sosyal, meslek” hattâ ailev” problemlerimizi, canımızı sıkan bir yığın olayı, çok içten bir şekilde anlatacak ve bizi çok samim” bir şekilde dinleyecek, dertlerimizi paylaşacak dostlar arar durur da, fakat bir türlü bulamayız. Halbuki büyük kentlerde yaşamaktayız ve belli bir sosyal statüye sahibiz. Etrafımızda görünüşte bir çok meslektaşımız, arkadaşımız, dostumuz ve bir yığın yakınımız, akrabamız var. Ama onlarla münasebetlerimiz hep, bir resmiyet içinde geçer ve daima aramızda geniş bir mesafe bulunur. Zaman zaman candan bir arkadaşımızın, bir aile dostumuzun veya her an yanına gidip her şeyimizi anlatabileceğimiz hürmete lâyık bir büyüğümüzün olmadığını acı acı fark ederiz. Bütün bunların sebebi nedir? 21. yüzyıla girerken bir çok problemine çözüm üreten insan, acaba niçin bu hayat” önemi hâiz konuda cidd” bir mesafe kat edememiştir? Bizi birbirimize karşı bu kadar resm”, soğuk ve mesafeli yapan sebepler nelerdir? Aslında bütün bu soruların cevapları, bizim insanlarla münasebetlerimizde, söz ve davranışlarımızda gizlidir. Yani insanları hayatta bu kadar yalnız hâle getiren yine kendileridir. Eğer insanlar, hayatta öğrendikleri bir çok konu için ayırdıkları zamanın belki yüzde birini, bu soruların cevaplarını bulmak için harcasalar, bunun karşılığını hayatları boyunca fazlasıyla görürler ve çok büyük ve önemli bir problemi çözmüş olurlar. İnsan” münasebetlerde, insanları birbirlerine yaklaştıran, onları çok samim” dost, vefakâr bir arkadaş, candan bir yoldaş hâline getiren birtakım altın kaideler vardır. İşte biz bu yazımızda bu kaideler üzerinde durmak istiyoruz. Birinci Kural: Arkadaşlarınızı, dostlarınızı, yakınlarınızı, hattâ hiç kimseyi tenkit etmeyiniz. Çünkü insan” münasebetlerde tenkit çok tehlikeli bir kıvılcımdır. İnsan” münasebetler, dost kazanma gibi konularda dünyaca ünlü Amerikalı uzman Dale Carnegie bu konuda şunları anlatır: “Çok gençtim. Yazarları konu alan bir yazı hazırlıyordum. Bazı yazarlara mektup yazıyor, onlardan cevap alıyordum. Bana gelen mektupların birinin sonunda şöyle bir not vardı: “Dikte edilmiş fakat okunmamıştır.” Yani mektup birine cümle cümle yazdırılmış fakat yanlışlık, eksiklik var mı diye okunmamış. Bu mektubu gönderen yazara çok özendim. Kimbilir ne kadar meşguldü ve şüphesiz ne kadar önemli bir insandı. Bu nottan öyle etkilendim ki, bir zamanlar Amerikan edebiyatının ünlüleri arasına girmiş olan Richard Harding Davis`e yazdığım mektubun sonuna aynı notu ekledim: “Dikte edilmiş fakat okunmamıştır.” Böylece ben de önemli ve çok meşgul birisi olduğumu anlatmış oluyordum. Davis`ten cevap olarak benim yazdığım mektup geldi. Davis küçük bir not ekleyerek mektubumu iade ediyordu ve bana “Terbiyesizlik yolunda kendinizi geçmişsiniz” diyordu. “Davis tamamen haklıydı. Belki az bile söylüyordu. Fakat neticede bana hakaret ediyordu ve ben bir insandım. Davis`in bu hareketini, haksız ve hatalı olan ben olduğum hâlde, hiçbir zaman affetmedim. Onun ölüm haberi duyulduğunda pek çok insan üzülürken, benim hissettiğim, itiraf ederim ki yalnızca yıllar önce işittiğim hakaretin acısıydı. “İşte siz de ölünceye kadar devam edecek bir kırgınlık meydana getirmek istiyorsanız, hemen haklı veya haksız acı bir tenkide girişiniz.” İnsan kupkuru bir mantıktan ibaret değildir. İnsan daha çok hiss” bir yaratıktır. Gururu, nefs” istekleri, peşin hükümleri, doğruluğuna kesin olarak inandığı dogmaları vardır. İnsanlarla münasebetlerimizde asla unutmamamız gereken gerçek budur. Çok tehlikeli bir kıvılcımdır tenkit. Bir kıvılcım, bir barut fıçısından farksız olan insan gururunu anında infilâk ettirebilir. Ve böylece biz, en kıymetli dostlarımızı, arkadaşlarımızı, yakınlarımızı kaybedebiliriz. İnsan” münasebetlerde çok başarılı olan Benjamin Franklin`e başarısının sırrı sorulduğunda bunu şöyle cevaplandırmıştı: “Her değersiz adam, durmadan tenkit eder. Durmadan şikâyet eder. Durmadan suçlar. Ben hiç kimsenin kusurundan, kötülüğünden bahsetmedim. Herkesin iyi tarafları vardır. Ben hep o iyi tarafları anlattım. Benim başarımın en önemli sırrı budur.” Netice olarak, başkalarını suçlamak, tenkit etmek yerine, onları anlamaya çalışmak, çok daha faydalıdır. İnsanların niçin, hangi sebeplerle, tenkidini düşündüğümüz şekilde davrandıklarını kavramaya çalışmalıyız. Bu yol, tenkitten çok daha tesirli ve yapıcıdır. İnsanlar arasında sarsılmaz bir sevgi, kardeşlik, dostluk, arkadaşlık, hoşgörü, nezaket ve zerâfet olması, insanların birbirini durmadan tenkit etmesiyle değil, anlamaya çalışmasıyla mümkündür. İkinci Kural: İnsanları takdir ediniz, onlara önemli bir kişi olduklarını hissettiriniz, onlara yalana kaçmadan iltifatta bulununuz. Ünlü düşünür John Dewey, insanlardaki en önemli duygulardan birinin, önemli olma arzusu olduğunu söyler. Fakat ne yazık ki uyku ve gıda kadar ihtiyaç olan önemli olma arzusu, uyku ve gıda kadar kolay tatmin olmaz. Samim” bir takdiri, iltifatı hangimiz özlemeyiz? Hangimiz bulduğumuz zaman reddederiz. Yıllar önce çok sevdiğim ticaret adamı bir ağabeyimiz bana, “hocam, arkadaşlar yanıma geliyorlar, `ağabey sen şöylesin, sen böylesin` diye bir yığın takdir edici sözler söyleyip, çok tatlı iltifatlarda bulunuyorlar. Ben bu arkadaşların bana iltifat ederken saydıkları vasıfların, özelliklerin bende olmadığını adım gibi biliyorum fakat, yine de hoşuma gidiyor” dedi. Evet, yapmacık olmayan, samim” bir takdirden, bir iltifattan hoşlanmayacak kimse yoktur. Güzel sözler duyma, takdir edilme, önemli, değerli bir insan olma arzusu; insanın içini kemiren açlıkların, susuzlukların en şiddetlisidir. Bazı insanlar bu arzuya esir olmadan iradelerini kullanarak kendi yerlerini bilirler, fakat büyük çoğunlukla insanlar bu arzunun tuzağına düşüp kendilerine yapılan ve gerçek olmayan abartılmış iltifatlara mağlup olurlar. Dostlarımızı bu şekilde aldatmaya da hakkımız yoktur. Onları hakikaten kendilerinde olan güzellikleri için veya haklarında hüsn-ü zannımız olduğu takdirde, yerinde iltifatlarla meşru şekilde medh etmeliyiz. Aksi takdirde riya ve dalkavukluk gibi insana yakışmayan davranışlara girmemiz işten bile değildir. İyi insan olmak isteyen fakat bir türlü fırsatını ve ortamını bulamayan insanların, küçük de olsa iyi yönleri varsa, bu yönlerini kuvvetlendirmeleri için onların yüzüne karşı iltifat etmek daha faydalı olur. O kişinin takdir edilmesi kendine olan güveni artıracak “demek insanlar iyi yönlerimin de farkına varabiliyorlarmış” diyerek, daha iyi olmaya gayret edecektir. Bazı bilim adamlarına göre, yaşadığımız dünyada önemli olma fırsatı bulamayanlar, kendilerine ayrı bir dünya kuruyorlar ve o dünyada çok önemli birisi olarak yaşıyorlar. Dale Carnegie, sahasında otorite olan bir doktora soruyor: İnsanlar neden deliriyor? Doktor şöyle cevap veriyor: Hiç kimse bunu tam olarak bilemez, ancak, çoğunun gerçekler dünyasından kaçarak, önemli oldukları bir dünyaya göçtükleri muhakkak. ABD`de çelik üretimi konusunda ondan çok daha bilgili insanlar varken, niçin Schwap`a yılda bir milyon dolar maaş veriyorlardı. Çünkü Schwap, insan idare etme sanatının ustasıydı. Schwap diyor ki: Ben insanlara heyecan verebiliyorum. İnsanın yeteneklerini geliştirmesi ve kullanabilmesi, takdir ve teşvik edilmesine bağlıdır. Yöneticilerinin tenkitleri kadar, insanın çalışma ve başarma aşkını ve şevkini öldüren bir şey yoktur. Ben insanlara hız vermek için onları överim. İnsanlarda kusur bulmaktan nefret ederim. Beğendiğim bir şeyi takdir etmekte asla gecikmem. Bundan da büyük bir zevk alırım. Şimdiye kadar ünü, makamı ne olursa olsun tenkit yerine, iltifat duyup da daha çok gayrete gelmeyen hiç kimse tanımadım. Üçüncü Kural: İnsanlara karşı gülümseyiniz. Yüzünüzü ekşitmeyiniz. Peygamber Efendimiz (sas)`in tavsiye ve davranışlarından bir çoğu dost kazanmanın pratik ölçülerini vermektedir. Daima mütebessim ve huzur veren bir çehre ile insanların arasında bulunan, üzüntülü olsa bile yüzünü ekşitmeyip ancak mahzun duran bir Nebi`nin ümmeti olan bizler, maalesef sokakta, okulda, otobüste hep suratımız asık ve her an patlayacakmış gibi geziyoruz. Dördüncü Kural: İnsanlara karşı cömert olunuz. Küçük menfaatlere tenezzül etmeyiniz. Cömertlik ve eli açıklık en önemli vasıflarınızdan biri olsun. Bu sizi asla fakir yapmaz ve sizin iktisatlı yaşamanıza bir eksiklik getirmez. Bir çay içirmekle, bir yemek yedirmekle çok gönüller fethedebilirsiniz; bir çay içirmekten kaçarak, insanlar arasında pinti diye anılmakla da çok insanı kaçırabilirsiniz. Beşinci Kural: İnsanlardan selâmı esirgemeyiniz. Selâmla girdiğiniz bir yerde ve bir toplulukta size karşı olan peşin hükümler ve kötü bakışlar birden değişecek ve ortalık yumuşayacaktır. İnsanların gerilimi ve atmosferin sıkıntısı rahatlamaya dönüşecektir. Kırıcı konuşma yapmaya hazırlananların süngüleri düşecektir. Altıncı Kural: İnsanlara karşı açık ve doğru sözlü olunuz, fakat bu sizin her doğruyu, hem de katı ve kırıcı bir üslûpla söylemenizi gerektirmez. İnsanlara karşı ikiyüzlü davranmayın, açık ve net olarak düşüncelerinizi yumuşak ve sakin, mümkünse mütebessim bir şekilde söyleyiniz. Söyleyecekleriniz arkadaşınızın küçük düşmesine sebep olacak bir davranışı ise ve onun pişmanlığını hissettiniz ise söylemeyin ve Allah (cc)`ın Settar ismine uygun davranın. Eğer bu kötü davranışını düzeltmesini istiyorsanız, kimsenin olmadığı bir yerde onu üzmemeye ve kırmamaya çalışarak, hattâ özür dileyerek ikaz etmeye bakın. Netice olarak arkadaşlarımızı, dostlarımızı, yakınlarımızı, hattâ hiç kimseyi tenkit etmeyelim. İnsanları daima takdir edelim, onlara önemli bir kişi olduklarını hissettirelim ve sevdiklerimize iltifatta bulunalım. Daima mütebessim ve güleryüzlü olalım, cömert davranalım, selâmı eksik etmeyelim. İşte o zaman çevremiz her şeyini bizimle paylaşmaktan mutluluk duyan dostlarımızla dolacak ve biz onların gönüllerinde daima seçkin bir yere sahip olacağız.
Organizmanın çevreyle ilişkileri, çevredeki uyarıcıların duyu organları tarafından beyine uyarım göndermesiyle gerçekleşir. Organizma, her zaman çevreden gelen uyarımlara uyum sağlama eğilimindedir. Ki ilişkiler bu yolla meydana gelmektedir. Çevreden gelen uyarımların organizmanın uyum durumunu bozacak şekilde şiddetli veya az olduğu zaman organizma bu duruma uyum sağlayamaz. Artık organizma için aşırı veya yetersiz uyarılma söz konusudur.Aşırı uyarılmada uyarıcı seviyesi çok fazla iken, yetersiz uyarılmada çok azdır. Aşırı uyarılma durumunda organizma gergindir. Hava alanındaki uçak sesi aşırı uyarılmaya, asansörde mahsur kalmak ise yetersiz uyarılmaya örnektir. Organizmanın aşırı ve yetersiz uyarım sonucunda tekrar eski normal haline dönmesine dengelenme (homeostasis) denir. Dengelenme, uyumlu durumu sağlama ve koruma eğilimi şeklinde ortaya çıkar. Kandaki şeker miktarının aynı seviyede kalması ya da vücut ısısının belli bir seviyede kalması dengelenmeye örnektir. Organizmanın aynı uyarıcıyla sürekli karşılaşmasına ve artık bu duruma tepki vermemesi ise duyarsızlaşmayı ifade eder. Örneğin duvar saatinden gelen ‘tık tık tık’ sesinin bir süre sonra hissedilmemesi… Duyumun oluşabilmesi için gerekli şartlar · İçerden veya dışardan bir uyarıcının olması · Duyu organlarının sağlam ve yeterli olması · Uyarıcının taşınabileceği uygun ortamın olması · Uyarıcı şiddetinin duyum eşikleri arasında olması (Duyum eşiği: Organizmanın bir uyarıcıyı fark etmeye başladığı noktadır.) · Şiddeti değişen bir uyarıcının fark edilebilmesi için fark eşiğini geçmiş olması gerekir. DUYUM ve ALGI Duyum , iç veya dış dünyadan gelen uyarımların beyne ulaşmasıdır. Algı ise beyne ulaşan bu duyumlara anlam verilmesi, onların tanınması demektir. Örneğin dildeki uyarılma duyum, dildeki bu uyarılmanın naneli şeker olduğunu anlamamız ise algıdır. A. ALGININ ÖZELLİKLERİ 1. Algıda Seçicilik Organizma dış dünyadan bir çok uyarıcıyla karşılaşır. İşte algıda seçicilik organizmanın, dikkatini birçok uyarıcı içinden belli uyarıcılar üzerinde yoğunlaştırmasıdır. Örneğin ders dinlerken dışardan bir çok uyarıcı gelmesine rağmen sadece öğretmenin sesini algılamamız. Algıda seçiciliği etkileyen faktörler *Dış faktörler · Uyarıcının şiddeti ve büyüklüğü: Büyük puntolu yazıların diğerlerine göre daha önce algılanması. · Tekrar: Bir öğretmenin öğrencileri uyarmak için tahtaya 5-6 defa vurması. · Tuhaflık : Bir sınıfta iki koyun ile bir çobanın görülmesi · Değişkenlik : Sıra arkadaşımızın saçlarını boyattığının farkına varmamız. · Hareketlilik : Lunaparktaki yanıp sönen ışıkların fark edilmesi. · Zıtlık : Kar’ ın üzerinde siyah tavşanın daha rahat fark edilmesi. *İç faktörler · İlgi · Meslek · İhtiyaçlar · Beklentiler · Geçmiş yaşantı ve deneyimler 2. Algıda Değişmezlik Farklı durumlarda farklı şekillerde görülen nesnelerin , önceki öğrenme ve deneyimlerin etkisiyle gerçekte olduğu gibi algılanmasıdır. Algıda değişmezlik, olduğundan farklı görülen renklerde, büyüklüklerde ve biçimlerde renk değişmezliği, biçim değişmezliği veya büyüklük değişmezliği olarak ortaya çıkmaktadır. Karanlıkta siyah görünen Türk bayrağının kırmızı olarak algılanması, 70 ekran televizyonda yarım metre bile olmayan insanları daha önce bildiğimiz şekilde algılamamız algıda değişmezliğe verilebilecek örneklerdir. 3. Algıda Organizasyon Uyarıcıların bir bütün içinde algılanmasıdır. Gerek varlıkların gruplar halinde algılanmasında, gerekse eksikliklerinin tamamlanarak algılanmasında, gerekse şekil – zemin ilişkisi içinde algılanmasında algıda organizasyon özelliği etkilidir. Özellikle çocukların boyama kitaplarındaki kesik çizgili şekillerin bir bütün olarak algılanması , farklı formalar giyen iki takımın ayrı ayrı gruplar olarak algılanması algıda organizasyona birer örnektir. 4. Derinlik Algısı Gerçekte üç boyutlu olan varlıklar gözün ağ tabakasına iki boyutlu düşer. Ancak yine üç boyutlu algılanır. Paralel uzantıların kesişen noktalarının uzakta algılanması doğrusal perspektif dediğimiz derinlik ipucundan yararlanılarak gerçekleşmektedir. Tren raylarının giderek daralıyormuş gibi görülmesi derinlik algısına bir örnektir. 5. Uzay ve Zaman Algısı Varlıkların birbirine göre uzaklığı uzay algısını, değişen sürenin göreli algısı da zaman algısını ortaya koyar. Buna göre ‘önde’, ‘arkada’, ‘yanda’ ifadeleri uzay algısını; ‘önce’, ‘biraz’ ‘sonra’, ‘yakında’ gibi ifadeler de zaman algısını belirtir. Örneğin Malatya , Türkiye’nin doğusundadır yargısı uzay algısını , 90 dakikalık bir futbol maçında son 5 dakikanın galip olan takım için hiç geçmeyecekmiş gibi algılanması , mağlup olan takım ise çok çabuk geçecekmiş gibi algılanması zaman algısını örneklendirir. B. ALGI YANILMALARI 1. İllüzyon Yanılgıda rol oynayan bir uyarıcı durum vardır. Bu durum gerçekte olduğundan farklı algılanır. Bu yanılgı herkeste aynı biçimde görülüyorsa fiziki illüzyondur. İllüzyon fiziki ve psikolojik olmak üzere 2’ye ayrılır. Psikolojik illüzyon bireylere göre değişebilir, fiziki illüzyon ise bütün bireylerde aynı şekilde görülür. Örneğin bir bardak su içindeki kaşığın kırık olarak algılanması fiziki illüzyona; yerdeki bir bez parçasının fare olarak algılanması ise psikolojik illüzyona örnektir. Not: İllüzyonda mutlaka bir dış uyarıcı vardır. 2. Halüsinasyon Dışarıdan herhangi bir uyarıcı olmadığı halde uyarıcı varmış gibi algılanması olayına halüsinasyon denir. Zil çalmadığı halde zil çaldı demek, bulutların üzerinde uçtuğunu iddia etmek gibi… Not: İllüzyon bütün bireylerde görülebilir. Halüsinasyon ise genellikle ateşli hastalık geçirenlerde, akıl hastalarında ve alkoliklerde görülür. C. ALGIYI ETKİLEYEN FAKTÖRLER Algının, çevredeki uyarıcı durum ve nesnelere anlam verilmesi olduğunu söylemiştik. Uyarıcı durumlara anlam verilmesini etkileyen faktörler algıyı etkileyen faktörleri anlatır. Dikkat, algıya hazır olma, güdü ve ihtiyaçlar, geçmiş yaşantılar, ortam, psikolojik durum vs. algılamayı etkiler. Buna göre beyaz önlüklü birinin hastanede doktor, okulda öğretmen, lokantada garson olarak algılanmasını etkileyen faktör ortamdır. Bireylerin iç veya dış çevreden gelen uyarıcıları farklı şekillerde algıladıklarını söylemiştik. Bu uyarıcıların algılanmasında bir çok faktör etkilidir. Bunlar ; · Dikkat · Geçmiş yaşantı ve öğrenme · Güdü ve ihtiyaçlar · Algıya hazır olma · Psikolojik durum · Çevre · Kişisel özellikler · Duygular
Prof. Dr. Nevzat Tarhan “Makul Çözüm” Mart 2004 Anne babanın tutarsız davranışlar sergilemesi çocuğun kişiliğinin yanlış gelişmesine neden olur. Tutarsız anne baba tutumları derken anne ve babanın çocukla ilgili farklı farklı kararlar almasını, bugün bir konuyla ilgili bir karar alıp yarın o kararını değiştirmesini ve söyledikleri ile yaptıklarının tutmamasını kastediyoruz. Çocuk anne babanın davranışlarını model alır. Çocuk gözlemcidir; önce izler, sonra davranır. Anlatılanları değil yaşadıklarını öğrenir. Çocuğun gelişen ruhunu iyi etkilemek anne babanın elindedir, anne baba bir heykeltıraş gibi çocuğun kişiliği oluşturur. Ortaya çıkacak eserin iyi mi, kötü mü olacağını anne babanın tutumları belirler. Tutarlı Davranış Çocuk eğitiminde iki temel unsurdan biri sevgi ise diğeri de disiplindir. Çocuk doğru bir disiplin uygulamasının içerisinde kendi kişiliğinin sınırlarını, sosyal sınırları ve sosyalleşme süreci içinde de bazı değer yargılarını öğrenir. Bütün bunlar çocuğa hayat becerileri kazandırır ve bu öğrenme sürecinde anne baba onun rol modelidir. Anne babanın birbirinden farklı mesajlar vermesi, çocuk eğitiminde farkında olmadan yapılan bir eğitim ve tutum hatasıdır. Bir olay karşısında anne ve baba farklı mesaj verirse çocuk neyin iyi, neyin kötü olduğunu anlayamaz. Çocuk doğası gereği benmerkezcidir. Anne baba çocuğa farklı mesajlar verirse, çocuk bunlardan kendine uygun olanı seçer. Farklı mesajlar vermek, davranış ve tutumları konusunda anne babanın çocuğu yönlendirmesi yerine, çocuğa anne babayı yönlendirme imkanı vermektir. Her ne kadar çocuk benmerkezci bir yapıya sahip olsa da insanın genetik yapısının içinde bir yerlerde hak duygusu vardır. Ebeveynler çocuğun içindeki bu duyguyu bulup ortaya çıkarmalı ve çocuğa hakka saygılı olmayı öğretmelidir. Çocuk anne babasının kendisine hakkaniyetli davrandığını hissederse kendisini güvende hisseder. Bunun için tutarlı davranan; yani dün, bugün söylediğinin aksini söylemeyen, sabah “evet” dediğine, akşam “hayır” demeyen ailelerin çocuklarında kontrol duygusu gelişir. Kontrol duygusu olmayan çocuk iyi-kötü, doğru-yanlış kavramlarını tam olarak oturtamaz ve karar vermekte zorluk çeken bir birey ortaya çıkar. Farkında olmadan çocuğun beyninin yanlış şekillenmesine sebep olmaktan kaçınmak gerekir. Ödül ve Cezada Tutarlılık Anne ve baba çocuğun bir davranışı üzerine ödül ya da ceza vermeye karar verdilerse bunu çocuğa açıklamadan önce aralarında konuşup, uzlaşıp ortak bir tavır geliştirmelilerdir. Örneğin çocuğun yanında iken baba, annenin verdiği cezayı ya da ödülü fazla bulduğunu ifade ederse çocuğun kafası karışır. Aslında eğitimde esas olan ödüldür. Ödül yani olumlu pekiştirme yetersiz kalırsa cezalandırma gerekebilir. Güzel bir ceza baskı, şiddet, korkutma, tehdit ya da sindirme değil kişiyi sevdiği bir şeyden mahrum bırakmaktır. Cezaya ağırlık verilirse çocuk “Ne yaparsam cezadan kurtulabilirim?” diye düşünür. Halbuki çocuğun zihnine şunu yerleştirmek gerekir: “Doğru olan ne? Doğru olanı yapayım.” Çocuğu suçluluk duygusuyla değil güven duygusuyla eğitmek gerekir. “Ceza almamak için değil, doğru olduğu için bunu yapacaksın ama yapmazsan bir bedel ödeyeceksin” diyen ve bunu tutarlı bir şekilde uygulayabilen aileler daha sağlıklı çocuklar yetiştirir. Bu noktada, hedefe yönelik davranış eğitiminden söz etmek faydalı olacaktır. Hedefe yönelik davranış eğitimi şu şekilde işler: Çocuğun yanlış davranışları “dişini fırçalamıyor, yüzünü yıkamıyor, kardeşinin oyuncağına zarar veriyor” diye madde madde belirlenir. Hafta boyunca çocuğun davranışları gün gün takip edilir. Haftanın birinci günü bakılır, çocuk hata yaptıysa eksi, iyi bir şey yaptıysa artı konur. Hafta sonuna kadar bu şekilde çocuğun davranışları gözlenir. Bir haftanın sonunda artılar çoksa ödül verilir ve bu eğitime devam edilir. Çocuk hata yaptığı zaman bağırmak, çağırmak, ses tonunu yükseltmek çare değildir; kararlı ve tutarlı bir üslupla ona doğru davranma zorunluluğunu hissettirmek gerekir. Kardeşler Arasında Adaletli Davranma Ailede birden fazla çocuk varsa çocuklar arasında adaleti sağlamak da önemlidir. Diyelim ki çocuklardan biri güzel bir şey yaptı. Anne bu çocuğu ödüllendirmek istiyor, baba ise diğer çocuğa haksızlık olacağını düşündüğü için itiraz ediyor. Böyle bir durumda çocukların ikisi de ödül alırsa bu kez de ödülü gerçekten hak edene haksızlık olur. Hak etmediği halde ödül alan çocukta hak duygusu gelişmez, ömür boyu vermeden almak ister. Diğer çocuk ise “Ben çaba sarf ediyorum, hak ediyorum. Niye o da aynı şeyi alıyor?” diye düşünür. Olumlu davranışı pekiştirilmediği için adalete karşı güvensizlik duygusu hisseder. “İki kardeş arasında eşitliği sağlayalım” derken farkında olmadan belirli sınırları olmayan, dilediği zaman dilediğini yapma hakkını kendinde bulan bireyler yetişebilir. Anne babalar anlık çözümler geliştirmek yerine olayları uzun vadeli değerlendirmelilerdir. Çocuk o an belki üzülecektir ama uzun vadede üzülmemesi daha önemlidir. Medeni toplumları diğerlerinden ayıran en büyük özellik hakka saygıdır. Bu bilinç küçük yaşlarda yeşertilmelidir. Hak duygusu gelişmiş bir toplumda yetişen ve kendi sınırlarını bilen bir çocuk, büyük bir ihtimalle kardeşinin o ödülü hak ederek aldığını, kendisinin ödüllendirilmemesinin normal bir durum olduğunu düşünebilir. Çocuklarımızı bu bilinçle yetiştirmeliyiz. Bu bilinci yerleştirmek için çocuğa benimsetmek istediğimiz ilkeyi; kardeş kıskançlığını ya da kardeşler arası rekabeti ortaya çıkararak değil iyi şeylerle bağlantı kurarak anlatmak gerekir. Çocuğun olumsuz duygularının harekete geçmemesi için olayı adalete, hak duygusuna vurgu yaparak anlatmalıyız. Çocuk kıskanmadan hakkına razı olmayı öğrenmelidir. Bunu öğrenmek kolay değildir ama öğrenildiğinde hayat boyunca kişinin işine yarayacaktır. Çocukta Hak Duygusu Gelişmediyse Ne Yapmak Gerekir? Çocuğa doğru-yanlış, iyi-kötü bilincinin küçük yaşlarda kazandırılması gerektiğini vurguladık. Ancak bazı aileler bu konuya gereken önemi vermiyor, çocuk küçükken -özellikle de tek çocuksa- “Bu bizim çocuğumuz onun istediğini yapmayacağız da kimin istediğini yapacağız? Biz kimin için çalışıyoruz?” diye diye çocuğa özel bir dünya yaratıyorlar. Tabii ki çocuk da bir daha bindirildiği tahttan inmek istemiyor. Hayatta herkesin ona anne ve babasının davrandığı gibi özel davranmasını istiyor. Evlendiği zaman, askere gittiği zaman ya da iş hayatında kendisine özel davranılmamasını hazmedemiyor, uyumsuz davranışlar sergiliyor. Çocuk ergenlik çağını tamamlayıp genç bir birey olduğu halde hak bilinci doğrultusunda hareket edemiyorsa, ona bencillik yapmadan kendisiyle yüzleşebilme becerisi kazandırmak gerekir. Bunun için şöyle bir yöntem izlenebilir. Belirli aralıklarla aile içi oturumlar yapılıp tüm aile fertleri birbirlerinden beklentilerini, şikayetlerini yazar ve bunlar üzerine konuşabilirler. Ev içinde bazı kurallar koyarak çocuğun bu kurallara uyması istenebilir. “Sen artık bu yaşına geldin, kendi sorununu kendin çözmelisin” denilerek ona kendiyle ilgili bazı sorumluluklar yüklenebilir. Gerekirse bir profesyonel, gencin dünyasına girerek hayatı tanımasını, kendisini sorgulamasını, benmerkezci olmanın yanlışlığını, hayatta başarılı olabilmesi için neler yapması gerektiğini ona anlatabilir. Burada ailenin dikkat etmesi gereken bir nokta yine tutarlılık ve sürekliliktir. Tutarlılığın sürekli olması gerekir. Aile fertleri yaptıkları oturumları sürekli hale getirmelilerdir. Kurallar çok sıkı konmamalıdır; çünkü çok sıkı olan kurallar büyük ihtimalle süreklilik kazanamaz. Bu durumda aile tutarlılığını kaybedebilir. “Uygulanmayacak emir verilmemelidir” diye bir söz vardır. Uygulanmayacak kural konmamalıdır, çünkü uygulanmayan kural otoriteyi zedeler. Sağlıklı bir kişilik gelişimi anne babanın çocuğa emek vermesini ve bu konuya kafa yormasını, araştırma yapmasını gerektirir. Anne babalar bu ciddi işi gündelik çözümlerle geçiştirmek yerine uzun vadede olumlu sonuçlar yaratacak etkin çözümlerle yürütmelidirler. Hak, adalet, özdenetim gibi kavramlar ve ahlak ilkeleri çocuğun zihnine küçük yaşlarda yerleşirse çocuk çok daha sağlıklı ve mutlu bir birey olur.
ANNELER BABALAR/ÇOCUĞUNUZ SINAVA GİRİYOR … Çocuğunuz sınav için hazırlanıyor, siz de onu destekliyorsunuz. Öncelikle çocuklarımızı desteklemenin, hayata hazırlamanın görevimiz olduğunu düşünüyorsunuz ki çok doğru. Sonra onların başarısının bizlere de gurur verdiğini neden söylemeyelim? Onlar bizim birer parçamız değil mi? Öyleyse, onların başarılı olmasını istiyoruz, istemekte de haklıyız. Onlar için birçok fedakarlık yapıyoruz, karşılığında da hiç değilse manevi bağları, aile için olması gereken sevgiyi bekliyoruz. Uzun yıllardır gençlerle ve sorunlarıyla uğraşıyorum. Gençlerin anne ve babalarının kendilerine neden değer verdiği sorusuna verdikleri iki yanıt büyük bir yüzdeyi oluşturuyor: 1. Bize, onların istediklerini yaptığımız zaman değer veriyorlar. 2. Başarılı olduğumuz zaman değer veriyorlar.Hemen arkasından da ekliyorlar: Oysa bize sadece kendimiz olduğumuz için değer verselerdi.Bu konu bütün hayatımızı etkileyecek önemde bir konudur. Hayatımız boyunca ‘kendimize verdiğimiz değerin’ içinde en yakınlarımızın bize neden değer verdiğine ilişkin kanımız rol oynar. `kendilik değerimiz’ böyle olur. En yakınlarımız, annemiz ve babamız bize neden değer verirler? Bu sorunun yanıtı hep aklımızda durur. Bizi tanıyarak, bizi değerli bularak verilen değer çok önemlidir ve bizim başarımızın sağlam bir dayanağıdır. Bu değer bize özgüven kazandırır. Ama başarımıza verilen değer bize özgüven değil, ’ya başaramazsam ?’ diyen bir kuşku kazandırır. Onun için çocuğumuza, başarıları için değil, kişiliği, karakteri, kısaca kendisi için değer vermeliyiz ve bunu böyle belirtmeliyiz. Unutmayalım ki, hayattaki sınavlar sadece üniversiteye girmek için verilmez. Bütün hayat bir sınavdır ve hepsini de kişiliğimizin, karakterimizin değerleriyle vermemiz asıl olmalıdır. ÇOCUĞUNUZU YETERİNCE TANIYOR MUSUNUZ? Bu soruya kolayca ‘elbette tanıyorum, o benim çocuğum’demeden önce biraz düşünelim. Çünkü, araştırmalar göstermiştir ki, bizler, anneler babalar olarak çocuklarımızı nesnel (objektif) olmaktan çok, öznel (subjektif) olarak tanıyoruz. Bunun asıl nedeni de, anne babaların çocuklarını ‘olmaları istedikleri gibi görmeleri için güçlü bir güdüye sahip olmaları’ dır. Anneler ve babalar çocuklarını belirli hayat başarıları içinde görmek isterler ki bu doğaldır. Çocukları hayatta başarılı olsun, iyi bir eğitim görsün, iyi bir mesleği olsun, iyi bir gelir sahibi olsun, mutlu bir yuvası, mutlu olacağı bir eşi, sağlıklı, güzel çocukları olsun. Hayatlarındaki başarıyı aileleri ile paylaşsın, kendisine, ailesine, topluma yararlı olsun isteği elbette doğaldır. Ancak bu istek ‘güçlü bir güdü’ biçimine geldiği zaman anne babaların çocuklarına bakışını da farkında olunmadan değiştirir ve biçimler. Böylece de çocuklarımızı ‘oldukları gibi değil’, ‘olmalarını istediğimiz gibi’ görmeye başlarız.Ayrıca, çocuklarımızın bütününü görmekten çok görmek istediğimiz alanlara daha çok dikkat ettiğimiz için, tanımakta eksiklerimiz oluşur. Örneğin, bir anne için çocuklarının en önemli özelliği ‘yeterince yemek yiyip beslenmeleri’ olabilir. O zaman, anne, çocuklarının duygusal sorunlarına beslenmeleri kadar dikkat etmez, bu da çocuklarını tanımakta eksiklikler yaratır. Baba, çocuklarının okul durumuna çok dikkat eder ve çocuklarının mutsuzluk nedenlerini gözden kaçırabilir. Dikkat edilmesi gereken çok şey vardır. Onun için de (evet, elbette tanıyorum’ demeden önce bunları düşünmeliyiz. Çocuklarımızı tanımanın yolu, onlarla iletişimimizi arttırmak, onları dinlemek, onlara değer vermekten geçer. Çocuklarımızın duygularını, düşüncelerini paylaşmalı, kendi duygularımızı, düşüncelerimizi de onlara aktarmalıyız. Çoğu kez yapılan yanlış, çocuklarımızı sorgular gibi onların yaptıklarını öğrenmeye çalışmak, onları sadece eleştirmek ve ne yapacaklarını söylemek isteğidir. Bunların hiç birisi paylaşmak değildir ve çocuklarımızı anlamanın doğru yolu olamaz. Çocuklarımızı dinleyelim, anlayalım ve hayatı onlarla paylaşalım. Birisini yeterince tanımak oldukça karmaşık bir işlemdir ama ödülü de ‘birbirimizi anlamak ve sevmek’ olarak çok değerlidir. Bu konuda pek çok şey yaparken belki de unuttuğumuz bazı noktalar kalıyordur, biraz bunlardan konuşalım mı? Çocuklarımızı çok severken kişisel isteklerimizin, beklentilerimizin onlar için belki de aşırı bir yük olacağını düşünüyor muyuz? Onlara yardım etmekle, onları kontrol etmek arasındaki farkı biliyor muyuz? Onları doğru yönlendirmek isterken onları belki de unuttuğumuzu farkediyor muyuz? Acaba çocuğumuzu nesnel olarak (objektif) tanıyor muyuz, yoksa onları görmek istediğimiz gibi mi görüyoruz? Çocuğumuzla ilgili uyarıları yada eleştirileri kabul edebiliyor muyuz, yoksa hemen onu ve kendimizi savunuyor muyuz?Düşünmeye başlayınca görebiliriz ki, çocuğumuza karşı olan sevgimiz belki de bizi kimi zaman bazı gerçekleri görmekten alıkoyuyor olabilir. Çocuklarımıza yardım etmek isterken bizim de bilmemiz gereken şeyler var galiba. BEKLENTİLERİMİZ ÇOCUKLARIMIZ İÇİN Mİ? … Bu soru sadece bizim için değil, bütün dünyada geçerli bir sorudur. Ünlü Amerikalı yazar Arthur Miller (sonradan ünlü sinema oyuncusu Marilyn Monroe ile evlendiği için ayrı bir ün kazanmıştı) yazdığı bir tiyatro oyununda ‘kendi beklentilerini oğluna yükleyen ve onu zorlayan bir babanın dramını` yazmıştı. `‘Satıcının Ölümü`’ adındaki bu oyun yazık ki kötü bir sonla bitiyor, kendi istekleriyle babasının istekleri arasında bunalan genç evini terkederken şu mektubu bırakıyordu: “Sevgili babam. Sen bir satıcıydın ve benim okuyarak senden üstün bir yerde olmamı istedin. Ama ben bu beklentini gerçekleştirecek kişi değilim. Ben daha üstün bir yerde olmayı istemiyorum, kendi yaptığım şeylerle kişiliğimi kazanmak istiyorum. Buna uygun hareket edebilmek için de evden ayrılıyorum.” Baba, çocuğunun bu hareketinin kendi yanlışından kaynaklandığını anlar ve kendini suçlar. Oyun Amerika’da çok etki yaptı ve pek çok aile çocuklarıyla arasındaki tartışmalara tutulmuş bir ışığı bu oyunda buldu. Anne baba olarak bizlerin de beklentilerimizde hakkımız olabilir ama çocuğumuzun beklentilerini öğrenmek, bu beklentinin nedenlerini düşünmek önemli değil mi? Belki çocuğumuzun beklentileri konusunda bizim de haklı bulacağımız nedenler vardır. Bunları gözden kaçırmak yanlış olmaz mı? ÇOCUĞUMUZA VERDİĞİMİZ DEĞER NELER İÇİNDİR ?…
PROBLEM 1.1.Problem Durumu Bugün eş seçimi gerçekleştirilmek istenilen evliliğin ve dolayısıyla toplumun sağlıklı ve doyum sağlayıcı olması açısından önemlidir. İlkokul mezunundan üniversitelisine, köylüsünden kentlisine kadar her kesimdeki insanımız evlilik konusu gündeme geldiği zaman seçici davranabilmektedir. Her geçen gün daha da zorlaşan hayat şartları bireyi ekonomik açıdan zorlamaktadır. Bu nedenle evlenmeyi düşünen bireyler daha ziyade çalışan kişilerle evlenmeyi tercih etmektedirler. Ülkemizde bizden bir kuşak öncesi insanımızın evlilikte eş seçiminde aradığı özellikler ile günümüz insanının aradığı özellikler her geçen gün daha da farklılaşmaktadır. Bu durum sürekli gelişen ve değişen toplumumuzla bir paralellik içersindedir. Bu değişme ve gelişme toplum içinde kadın ve erkeğin konumlarına da yansımıştır. Sorumlulukları çocuklarına analık, eşine karılık yapmak ve ev işleriyle sınırlı olan kadınlarında eğitim ve öğretim alanında , çalışma hayatında aktif olarak yer almaya başlamaları sınırlarını birçok açıdan genişletmelerine neden olmuştur. Bu durum bireylerin evlenme kararı vermesinde daha etkili olmuştur. Evlilik kararını verme çok önemli bir hadisedir. Karar vermeden önce, evlenilmek istenilen bireyle evlenecek bireylerin her alanda birbirlerine uygun olup olmadıklarını değerlendirmeleri gerekir. Sağlıklı ve mutlu bir birlikteliğin dolayısıyla sağlıklı ve mutlu bir toplumun devamı açısından; gerek duygu ve düşünce gerekse sosyo kültürel ve ekonomik bağlamda bireylerin birbirleriyle uyum sağlayabilmeleri gerekir. Buda daha mantıklı ve uygun karalar verilerek sağlanabilir. Evlilik karşı cinsten iki kişinin birlikte yaşamak , yaşantıları paylaşmak , çocuk yapmak ve yetiştirmek gibi amaçlarla yaptıkları bir sözleşmedir. Evlilik kurumlaşmış bir yol , bir ilişkiler sistemi bir kadınla bir erkeği karı koca olarak birbirine bağlayan doğacak çocuklara belli bir statü sağlayan toplumsal yönden devletin kontrol hak ve yetkisi bulunan yasal bir ilişki biçimidir. Eşlerin ve çocukların hak ve yükümlülükleri yasalarla olduğu kadar , toplumsal kurallar, gelenekler, inançlarla da belirlenmiştir. (Özgüven. 2000 s:19 ) Günümüzdeki ilke ve kuralları belirlenmiş evlilik kavramı yaklaşık M.Ö. iki bin yıllarında Mısır da başlamıştır. Yaklaşık dört bin yıllık bir geçmişi olan evlilik kurumu toplum düzenini kültür ve geleneklerin sürekliliğini yeni nesillerin bakım ve eğitimini sağlayan bir kurum olarak süre gelmiş toplum dini kurumlar ve devlet tarafından da desteklenmiştir.(Yıldırım .1992) Evlilik mutluluk ve sıkıntılarıyla bireylerin büyük bir çoğunluğu tarafından ulaşılmak istenilen bir amaç olarak algılanmaktadır. Son yıllarda batı toplumlarında yaygınlaşma eğilimi gösteren nikahsız birliktelik yaşantılarına rağmen , evlilik tüm dünya toplumlarında önemini korumakta ve desteklenmektedir.(Durmazkul. 1991 ) Evliliğin esas amacı ; yeryüzünün insan nüfusunu yenilemektir; bazı evlilik sistemleri bu ödevi yetersiz , bazıları da fazlasıyla yeterli olarak yapıyorlar.(Russell. 1993 s:147) Evlilik dışı birlikte yaşamak bir ilişki biçimi olarak hukuki hak ve sorumluluklar bakımından bireysel bir nitelik taşımaktadır. Buna karşın evlilik olgusu ise sözleşmeye dayalı hukuki olduğundan hak ve sorumluluklar yönünden bireysel düzeyde değil toplumsal düzeyde bir ilişki biçimi olmaktadır. Evlilik toplumlara üretkenlik ve süreklilik sağladığı için toplumların çoğu evlilik dışı cinsel ilişkileri ve özellikle doğacak çocuk açısından ortaya çıkacak sorumlulukları belirli bir düzene bağlamaktadır.(Atabek. 1989 s:204) Evlilik olgusu sözleşmeye hukuki olduğundan hak ve sorumluluklar yönünden bireysel düzeyde değil toplumsal düzeyde bir ilişki biçimi olmaktadır. Evlilik toplumlara üretkenlik ve süreklilik sağladığı için toplumların çoğu evlilik dışı cinsel ilişkileri ve özelilikle doğacak çocuk açısından ortaya çıkacak sorumlulukları belirli bir düzene bağlamaktadır . ( Güngören .1988 ) Bir yaşam biçimi olarak , evlilik olgusuna , birbirinden çok farklı kültürlerde evrensel düzeyde rastlanması , evliliğin toplumda çeşitli işlevleri yerine getirmesinden kaynaklanmaktadır. Bu işlevler arasında cinsel yaşamın , sağlıklı olarak düzenlenmesi , soy çizgisinin , cinsiyet rollerinin ve iş bölümünün belirlenmesi , ekonomik üretim ve tüketim etkinliklerinin düzenlenmesi gibi temel görevleri sayılabilir. Evliliğin gereği ve nedenleri düşünüldüğünde evlilik yaşamının iki kişinin biyolojik sosyal ve psikolojik gereksinim ve güdülerini doyurmayı amaçladığı gözlenmektedir. Evliliğin temel işlevleri arasında biyolojik bir gereksinim olarak cinsel güdüyü doyurmak evliliğin en önemli işlevlerinden birisidir. Evlilikte eşler sosyal gereksinim olarak birlikte güven içinde olma korunma dayanışma içinde olduklarını hissetme geleceğe güvenle bakabilme , toplumda bir yer edinebilme birbirlerinden onur ve kıvanç duyabilme gibi bireylerin destek , korunma ve yaşam gereksinimlerini de doyurma olanağı bulurlar. Evlilikte birçok psikolojik gereksinimlerde doyurulmaktadır. Kadın ve erkeğin her ikisi de sevilmek , beğenilmek isterler insan için en önemli gereksinimlerden biri olan sevgi özellikle evlilik ilişkileri içinde doyuma ulaşmakta taraflar kendilerini eşlerine adamakta , acı ve tatlı yaşantılarını paylaşabilmekte ve birlikte olma hazzı duymaktadırlar.(Özgüven. 2000 s: 19-20) O’neill (1975) iki insanın evlenme kararını vermelerinde başlıca nedenler olarak sevgi , güvenlik , ekonomik refah , cinsellik ve duygusal paylaşımı saptamıştır. Ancak bu kararlar bireyden bireye olduğu gibi toplumdan topluma da bir değişme göstermektedir(O’neill.) İki cins arasında ki toplumsal ilişkileri düzenleyen ilke , yani bir cinsin ötekinden aşağı tutulması özü bakımından yanlıştır ve bugünde insanın gelişmesi bakımından belli, başlı bir engeldir. Bunun yerine tam anlamıyla eşitliği sağlayan , herhangi bir cinse üstünlük ya da ayrıcalık tanımayan ve öteki cinse engellemeler kısıtlamalar getirmeyen bir ilkenin getirilmesi gerekir.(Millette.1969 s:152) Butter Field (1956)’e göre modern toplumlarda bireyler görünürde özgür bir biçimde evlenmektedirler. Ancak bu seçimin tam bir özgürlüğe dayandığını söylemek olanaksızdır. Çünkü toplum modernde olsa sınıf , statü ve daha birçok toplumsal etken , aile içi birlik eş seçimi de yönlendirmektedir.(Field 1956 s: 5-6) Evlenme kararı düşüne taşına elde edilmiş , yüzde yüz düşünsel düzeyde yakalanan yeni bir kendiliğindenliktir ve bu kendiliğindenlik sevgi eğiliminin yerini tutmaktadır. Evlilik kararı ahlaksal veriler üstüne oturtulmuş bir dinsel yaşam görüşüdür , dolayısıyla sevgi eğilimine giden yolu açması onu içten ve dıştan gelecek tehlikelere karşı koruması gerekir. Bir Fransız yazarı olan Simone de Beauvoir evlilik çağı adlı kitabında bu konudaki fikirlerini şöyle dile getirmiştir. Evlilik kararı bir anlık verilen bir karar olmamalıdır. Evlenmeyi düşünen bireyler evlenmek istedikleri bireyle sağlıklı bir aile ortamı oluşturabileceğine inanmalıdırlar. Bu ortamın oluşabilmesi bireylerin , eğitim alanında sosya-kültürel alanda , mizaç ve düşünce yapılarının uyuşması konusunda ve bunun gibi birçok alanda anlaşabilmelerine bağlıdır.(Beauvoir.1970 s:30-31) Doğan Cüceloğlu bireyler arasındaki bu ilişkinin uzun süreli olmasının nelere bağlı olduğunu şu şekilde dile getirmiştir: nasıl oluyor da bazı ilişkiler kısa süreli bazı ilişkiler uzun süreli oluyor. Bireyin ilişkilerinde içinde bulunduğu sosyal duruma , yaşa , eğitime, aile ortamına , dini inançlarına , siyasal ideolojilere bağlı olarak değişiklikler olabilir. Bireylerin birbirlerini benzer olarak algılamaları , ilişkilerin uzun veya kısa süreli olmasında önemli rol oynar. Algılanan benzerlik kişileri birbirlerine yaklaştırdığı gibi, ilişkilerin uzun süreli olmasına da yol açar. Toplumun temelini aile oluşturur. Ailenin de temelinde biri kadın biri erkek olmak üzere iki yetişkin insanın uzun süreli doyumlu bir ilişki içinde bulunması yatar.(Cüceloğlu.1992 s: 541-542) Birbirlerini seven iki insan için en iyi çözüm yolu evliliktir. (Fromm.1976 s: 76) Evlilik biri bozulduğunda diğeri de bozulan birçok farklı ilişkiyi kapsar. Eşler arasında duygu ve düşünce alışverişinin olması boş zamanlarının bir kısmını birlikte geçirmeleri; ekonomik konularda ve çocukların yetiştirilmeleri konusunda birbirleriyle anlaşmaları ve cinsel uyum içerisinde olmaları gerekir. Bu ilişkilerin her biri tüm evlilik boyunca aynı derecede önemlidir.(Eker. 1993 s:87-95) Genç kuşak artık yaşama farklı bir görüş açısı getirmeye çalışmaktadır. Bu durum beraberinde evlilikte eş seçiminde çelişkili kriterleri ortaya koymayı dolayısıyla da boşanmayı getirmektedir.(Rich.1974 s:177) Evlilik insan gruplarının yaşantıları boyunca uyguladıkları ve geliştirdikleri sosyal öğelerle yüklü bir kavramdır. Kültürler arası farklılık göstermesi sosyal öğelerin değişik kültürler arasında oluşması ve farklı değer yargılarıyla yüklü olmasıyla açıklanabilir. Toplumlar kimin kiminle kaç eşle ve hangi koşullar altında evlenebileceğine dair bir takım kurallar geliştirmişlerdir. Çok değişik uygulamalar olmakla birlikte evlilik , gerçek yönüyle toplum tarafından onanan kadın ve erkek yada kadınlar ve erkekler arasında yaratılan bir ilişki türünü nitelendirmektedir. İlişkinin belirli kalıplar içerisinde gerçekleşmesi de evliliğin toplumsal bir kurum olarak ele alınıp incelenmesine olanak vermektedir. Aile birliği sürekliliğini evlilik kurumuyla sağlar. Başka bir deyişle evlenme olgusu aileyi oluşturan toplumsal ilişkileri belirli kalıplar kurumu oluşturmaya yönelik bir sözleşme olarak ortaya çıkmaktadır.(Başar . 1994 s : 251 ) Toplumsal değişmenin ailenin yapısında bir takım değişikliklere yol açtığı , aile anlayışının ve işlevlerinin değiştiği bilinmektedir. Aile , değişen işlevleri çerçevesinde yeni bir biçim almış ve üyelerinin maddi ve duygusal ihtiyaçlarını daha üst düzeyde karşılıya bilecek bir nitelik kazanmıştır. Bugün artık bir çok gelişmiş ülkede ve Türkiye’de çeşitli kesimlerinde aile ve evlilik kurumunun dostluk , sevgi ve saygıyı içeren yeni bir anlam kazandığı bilinmektedir.(Erkan . 1986 s: 2) Evlenmede ilk planda fizyolojik ihtiyaçların karşılanması akla gelir. Evlenmede her şeyden önce kadınla erkeğin birleşmesi bahis mevzusudur. Sevgi ihtiyacının karşılanması gerekir ve evlilik muhabbet , sevgi , şefkat ve nihayet , aşk kara sevdaya kadar giden derece derece sevgi ihtiyaçlarının tatmini olabilir.( Arkun.1965 s:34) Tüm toplumlarda temel toplumsal normlardan biri evliliklerin sağlıklı ve dengeli olarak sürmesidir. Evlenmeye karar veren her kişide evlilik ilişkisi içinde daha mutlu ve huzurlu olma beklentisi içindedir. Çünkü evlilik kurumu aile birliğinin kurulmasında gereklidir.( Arıkan . 1992 s:21) Ülkemizde evlilik öncesi arkadaşlıklar genelde okuyan gençler için lise sonlarına ve üniversite dönemine , yüksek öğrenime gitmeyenlerde ise askerlik dönemi öncesinde ve sonrasında olmaktadır. Eş seçiminde , evlilik öncesi arkadaşlık dönemi özenle sürdürülmeli ve iyi değerlendirilmesi gereken bir dönemdir. Eş seçmeyi ve evlilik kararına ulaşmayı kolaylaştıran bu sürecin en önde gelen yararı , bireylerin hem kendisi ve hem karşısındakini tanımayı sağlamasıdır.( Özgüven . 2000 s:41) Ülkemizde evlenme kızlarda ortalama ilk evlenme yaşı 17.7 dir. Kırsal bölgelerde ise bu yaş 17.2 ye düşmektedir. Kızlarda eğitim yükseldikçe , ilk evlenme yaşı da gecikmektedir. Ayrıca endüstri ve hizmet sektöründe çalışanların yani kentlerde yaşayanların da diğerlerine kıyasla daha geç evlendikleri görülmektedir. Gelişmekte olan ülkelerde ve Türkiye’de ise eğitimsizlik bir sonuç değil neden olarak görülebilir. Erken evliliklerde aile yapısında dengesizlik , yetişkin bir kişi olma özelliğini gösterememe daha çok rastlanan durumlardır. (Hacettepe dergisi Ocak 1985 s: 55-56) Günümüz insanının en büyük sorunlarından biri yalnızlıktır. Kentler büyüdükçe, yaşam biçimi hızlandıkça , yalnızlık da o oranda artmaktadır. İnsanlar evliliği yalnızlıktan kurtulmak ve güvenli bir yaşam için bir çözüm olarak da görmektedirler. Yaşam boyu birlikte yaşamayı amaçlayan evlilikte , ilişkilerin düzenli , uyumlu ve dengeli olması evlilik kararının başlangıçta doğru verilmesiyle yakından ilişkilidir. Evlilik kararı insan yaşamının üçte ikisinden fazlasını ve tüm geleceği etkileyecek boyutta önemli bir karardır.(Özgüven. 2000 s:21-36) Yüksek öğrenim gençliği , insan hayatında ergenlik çağının son dönemini yaşamakta olan veya aşmakta olan bir popülasyondur. Yükseköğrenim gençliği , ev ve aile nüfusundan çıkmakta kendi başına karar verme ve sonuçlarının sorumluluğunu yüklenme durumundadır. Bu dönem içersinde akademik başarı kız erkek ve arkadaş ilişkileri flört ve aile kurma kimlik kazanma gibi sorunları en uygun tarzda çözümleme ile yükümlüdür. Sağlıklı ve güçlü bir toplum da toplumun çekirdeğini olan aile ve evlilik yoluyla gerçekleştirilir. Bu noktada gençlerin oldukça seçici ve dikkatli davranmaları gerekmektedir. ( Tan. 1986 s:304) Yukarıda belirtilen problemin incelenmesi, için bu araştırma şu amaçla yapılmıştır: Bilindiği gibi evlilikte eş seçimi, gerçekleştirilmek istenilen evliliğin ve dolayısıyla toplumun sağlıklı ve doyum sağlayıcı olması açısından önemlidir. Bu nedenle karar vermeden önce evlenilmek istenilen bireyle evlenecek bireylerin her alanda birbirlerine uygun olup olmadıklarını değerlendirmeleri gerekir. Bu değerlendirmede bazı konularda esnek davranabilen bireyler, esnek davrandıkları konuları evliliklerinde sorun olarak yaşayabilmektedirler. Bu durumda mutsuzluğa ve istenmeyen olayların gündeme gelmesine neden olabilmektedirler. İşte istenmeyen bu durumların olmaması yada en az düzeyde yaşanması amacıyla gerçekleştirilen bu çalışmada evlilikte aranabilecek kriterler ve bunların gerekliliği, nedenleriyle birlikte ele alınmıştır. Sağlıklı ve mutlu bir birlikteliğin dolayısıyla sağlıklı ve mutlu bir toplumun devamı açısından; gerek duygu ve düşünce gerekse sosyo-kültürel ve ekonomik bağlamda bireylerin birbirleriyle uyum sağlayabilmeleri gerekir. Bunu da daha mantıklı ve uygun kararlar vererek sağlayabiliriz. Bu araştırmada bağımlı değişken öğrencilerin eş seçmedeki kriterleridir. Bağımsız değişkenler ise öğrenim görülen bölüm ve öğrencilerin cinsiyeti olmuştur. Araştırmanın uygulanacağı bölüm araştırmacılar tarafından seçilmiştir. Öğrenciler ise araştırma yapılacağı gün sınıfta olan öğrenciler olmuştur. 1. 2. Problem Cümlesi Eğitim Fakültesi Psikolojik Danışma ve Rehberlik bölümü öğrencilerinin evlilikte eş seçiminde kriterleri nelerdir? 1. 3. Alt Problemler Araştırılan alt problemler aşağıdaki gibi sıralanmaktadır. 1- Sosyo- ekonomik ve kültürel durumun eş seçimi üzerinde etkisi nedir? 2- Bireyin eğitim düzeyi eş seçimi üzerinde bir etken midir? 3- Aşkın evlilik ve bireyin aradığı kriterler üzerinde etkisi nedir? 4- Bireyin psikolojik açıdan evliliğe hazır olup olmamasının eş seçimindeki seçicilik üzerindeki etkisi nedir? 5- Bireyin fiziksel durumunun eş seçimi üzerinde ki etkisi nedir ? 6- Bireyin dini ve siyasi görüşünün eş seçimi üzerinde ki etkisi nedir? 7- Bekaretin eş seçimi üzerinde ki etkisi nedir ? 1. 4. Denenceler Araştırılan problem ve alt problemlere dayalı olarak denenceler aşağıdaki gibi sıralanmaktadır. Denence 1- Evlenecek bireyler ve aileleri sosyo-ekonomik ve kültürel yönden birbirlerine eşit veya yakın düzeyde olmalıdır. Denence 2- Eşlerin anlaşabilmeleri için ayni yada birbirine yakın eğitim düzeyinde olmaları gerekir. Denence 3- Aşk evlilik kararının verilmesinde önemli bir etkendir , ama tek kriter değildir. Denence 4- Evlenecek bireyin psikolojik açıdan evliliğe hazır olması ve kimliğini bulması evliliği olumlu yönde etkiler. Denence 5- Evlilik kararının verilmesinde fiziksel durum bireyin aradığı özellikteyse yeterli olmaktadır. Denence 6- Evlenecek bireylerin anlaşabilmeleri için dini ve siyasi görüşlerinin aynı yada birbirine yakın olması gerekir. Denence 7- Bekaret evlilik kararının verilmesinde önemli bir etkendir . 1. 5. Sayıltılar a) Araştırmadaki örnekleme evreni temsil etmektedir. b) Seçilen araştırma yönteminin verilerin çözümünde kullanılan istatistiki tekniklerin her yönüyle problemin ortaya çıkarılmasını sağlayacak niteliktedir. c) Anket gönüllü öğrencilere uygulanmıştır. d) Araştırmada veri toplamak için uygulanan anket geçerli ve güvenilirdir. e) Anket bu konuda uzman olan öğretmenimiz Yr. Doç. Dr. Seher Balcı’nın tetkik ve düzenlemelerinden geçirilmiştir. 1. 6. Sınırlılıklar a ) Bu araştırma Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi P.D.R bölüm öğrencileri arasında yürütülmüştür. b) Araştırmada öğrencilerin eş seçimine karşı tutumlarını belirlemek amacıyla uygulanan anket sonuçları üzerinde durulmuştur. c) Araştırmaya katılan öğrencilerin kimlikleri gizli tutulmuştur. 1.7.Tanımlar Evlilik : İki ayrı insanın birbirlerini benimsemek , birlikte yaşamaya alışmak, birbirlerine yardım etmek için bir araya geldikleri , toplumca belirlenen yasal bir ilişki biçimidir. (Atabek 1989) Kriter : Evlenmeyi düşünen bireylerin eş seçiminde aradıkları nitelikler. Eş seçimi : Bireylerin ömür boyu birlikte yaşamak amacıyla kendi niteliklerine uygun kimseleri tercih etme davranışlarıdır. P.d.r. :Psikolojik danışma ve rehberlik bölümü. BÖLÜM II İLGİLİ ARAŞTIRMALAR Araştırmanın bu bölümünde konu ile ilgili kaynaklardan ve daha önce yapılan araştırmalardan yararlanılarak evlilik ve eş seçimiyle ilgili gerekli açıklamalar yapılmıştır. Mutluluk ve sıkıntıları ile evlilik , bireylerin büyük bir çoğunluğu tarafından ulaşılmak istenen bir amaç olarak algılanmaktadır .Son yıllarda daha çok Batı toplumlarında yaygınlaşma eğilimi gösteren nikahsız birliktelik yaşantılarına rağmen , evlilik tüm dünya toplumlarında önemini korumakta ve desteklenmektedir. (Durmazkul 1991) Günümüzdeki ilke ve kuralları belirlenmiş evlilik temeline dayalı aile kurumunun yaklaşık dört bin yıllık bir geçmişi vardır. M-Ö. İki bin yıllarında Mısır’da başlayan evlilik kurumu , toplum düzenini , kültür ve geleneklerin sürekliliğini , yeni nesillerin bakım ve eğitimini sağlayan bir kurum olarak süre gelmiş toplum , dini kurumlar ve devlet tarafından da desteklenmiştir. (Yıldırım 1992) Evlilik olgusu sözleşmeye dayalı hukuki olduğundan hak ve sorumluluklar yönünden bireysel düzeyde değil toplumsal düzeyde bir ilişki biçimi olmaktadır. Evlilik toplumlara üretkenlik ve süreklilik sağladığı için toplumların çoğu evlilik dışı cinsel ilişkileri ve özellikle doğacak çocuk açısından ortaya çıkacak sorumlulukları belirli bir düzene bağlamaktadır. (Güngören 1988) O’neill (1975) iki insanın evlenme kararını vermelerinde başlıca nedenler olarak; sevgi , güvenlik , ekonomik , refah , cinsellik ve duygusal paylaşımı saptamıştır. Ancak bu kararlar bireyden bireye olduğu gibi toplumdan topluma da bir değişme göstermektedir. (O’neill 1975) Ülkemizde evlenme yaşıyla ilgili yapılan bir araştırmada kızlarda ortalama ilk evlenme yaşının 17.7 olduğu görülmüştür. Kırsal bölgelerde ise bu yaş 17.2 düşmektedir. Ayrıca endüstri ve hizmet sektöründe çalışanların yani kentlerde yaşayanlarında diğerlerine kıyasla daha geç evlendikleri görülmektedir. Gelişmekte olan ülkelerde ve Türkiye de ise eğitimsizlik bir sonuç değil neden olarak görülebilir. Erken evliliklerde aile yapısında dengesizlik , yetişkin bir kişi olma özelliğini gösterememe daha çok rastlanan durumlardır. (Hacettepe dergisi 1985) Yine yapılan bir araştırmaya göre , bazı batı toplumlarında özellikle son yıllarda görülen evlilik dışı birlikte yaşamaların yaygınlaşması yönündeki artış eğilimlerine rağmen , evlilik halen toplumların hemen tümünde önemini korumakta ve devlet tarafından teşvik edilmektedir. (VI. 5 yıllık Kalkınma planı 1989) Üniversite öğrencileri üzerinde öğrencilerin Evlilik ve eş seçmeye ilişkin tercihleri konusunda Özgüven (1994) tarafından yapılan bir araştırmada , öğrencilere evlilikte ortaya çıkabilecek sorunlarda kimlerden yardım alabilecekleri sorulmuş ve dört seçenek verilmiştir. Bu soruya öğrencilerin % 36’sı aile büyüklerinden %23’ü yakın arkadaşlardan % 22’ si başka kişilerden ve % 19’u ise aile danışmanlarından yardım isteyebilecekleri şeklinde cevap vermişlerdir. Aile danışmanlarından yardım almada , kızların ( % 23 ) oranı, erkeklere ( % 15 ) göre biraz daha yüksek bulunmuştur. ( Özgüven 1994) Özgüven (1994)’nin üniversite öğrencileri üzerinde yaptığı bir araştırmada evliliğin neden gerekli olduğu sorusuna toplam kız ve erkek öğrencilerin %68’i yaşantılarını bir başkasıyla paylaşmak olarak cevaplandırmışlardır .Öğrencilerin cinsiyetlere göre yaşantılarını paylaşmak şeklinde ifade edilen cevap incelendiğinde , kızların %38’i ve erkeklerin ise %29’ unun bu görüşe katıldığı görülmektedir. Evliliğin bir gereği olarak kız ve erkeklerin genelde yaşantıların bir başkası ile paylaşılması olduğu görüşünde birleştikleri görülmektedir. Çocuk sahibi olmak ileride yalnız kalmamak , evlilikte cinsel ilişkiye izin verilmesi ve ailenin baskısı gibi cevapların yüzdeleri ise düşük çıkmıştır. Öğrencilerin %10’u kadarı evliliğin gereğine inanmadıklarını ifade etmişlerdir. (Özgüven 1994) Durmazkul ( 1991 ) tarafından yapılan benzer bir araştırmada da öğrencilerin büyük çoğunluğunun yaşamını bir eşle paylaşmak için evliliği düşündüklerini söyledikleri görülmüştür. (Durmazkul 1991) Üniversite öğrencilerinin karşıt cins arkadaşlığı konusunda Özgüven ve Bilge (1996)’nin yaptıkları bir araştırmada öğrencilerin büyük çoğunluğunun (%84) karşıt cins arkadaşlığının eş seçimini etkilediği kanısında oldukları görülmüştür. (Bilge ve Özgüven 1996) Üniversite öğrencilerinin eş seçme durumunda bireyde aradıkları nitelikler üzerinde yapılan bir araştırmada seçeneklerden ilk sırayı %33 ile eşin eğitim düzeyi %20 ile fiziki görünüm ile sağlık durumu , %16 ile yaş farkının olduğu görülmüştür. Bu araştırma cinsiyete göre incelendiğinde , yüzdelikler arasında biraz farklar olmakla birlikte , eğitim düzeyi kız ve erkeklerde ilk sırada yer almıştır. Erkeklerde fiziki görünüm kızlarda ise ekonomik durum ikinci sırayı almış , sağlık her iki cins içinde üçüncü sırada belirtilmiştir. Bu ilk üç sırayı erkeklerde sıra ile yaş farkı ve en sondada ekonomik durum kızlarda ise fiziki görünüm ile yaş farkı izlemiştir. (Durmazkul 1991) BÖLÜM III . YÖNTEM Bu bölümde araştırmanın yöntemi , evreni ve örneklemi , verileri elde etme şekli ve yolları , bunların analiz teknikleriyle ilgili açıklamalara yol verilmiştir. 3 .1. Araştırma Yöntemi Bu araştırmada veriler Anket-Survey yöntemi ile toplanmıştır. Araştırma uyguladığımız anket sonucu elde edilen bu veriler üzerinde yürütülmüştür. 3 .2 . Araştırma Evreni Bu araştırmanın evreni 1999-2000 öğretim yılında Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi Psikolojik Danışma ve Rehberlik Bölümünde okuyan öğrencilerden oluşmaktadır. 3 .3. Araştırma Örneklemi Bu araştırmanın örneklemi 1999-2000 öğretim yılında Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi Psikolojik Danışma ve Rehberlik Bölümünde öğrenim gören 140 öğrenciden oluşmaktadır. Uygulama seçkisiz örnekleme yolu ile yapılmıştır. 3 .4. Veri Toplama Araçları Araştırmada üniversite öğrencilerinin eş seçimine ilişkin tutumlarını belirlemek amacıyla hazırlanan anket uygulanmıştır. Anketteki sorular çoktan seçmelidir. Anketin geçerliği anketle ilgili olarak anketin sormak istediğini sorabilmesi yani konusuna uygunluğu ; cevaplayıcı yönünden ise ankete cevap verenin , samimi olarak istenene doğru olduğuna inandığı şekilde cevap vermiş olmasıdır. Anketin güvenirliği ise anketteki soruların okuyana ve anketi cevaplandıracak olana her zaman aynı anlamı vermesi eğer okuyucu anketi tekrar cevaplandırmış olsaydı ikinci cevaplamanın birinci cevaplamaya olan uyumu yakınlığıdır. Yukarıdaki bilgiler ışığında uygulanan anketin güvenilir ve geçerli olduğu sayıltısından hareket edilmiştir. 3 .5. Çözümleme Yöntemleri Anket ile elde edilen ham verileri anlamlı hale getirebilmek amacıyla , bu verilerin niteliklerine uygun yüzde hesaplamaları yapılmıştır. Sorular ait oldukları hipotezlere göre gruplanarak tablolaştırılmış , tabloların yorumu yapılarak hipotezlerin kabul görüp görmedikleri test edilmiştir. BÖLÜM IV BULGULAR VE YORUM Bu bölümde hipotezler tek tek ele alınarak , bu hipotezlerle ilgili bulgular ayrı ayrı tablolaştırılmıştır. Bu bulgular ışığında hipotezlerin kabul veya reddedildiği belirtilerek , hipotezle ilgili kısa bir yorumlama yapılmıştır. Araştırmanın giriş kısmında da belirtildiği gibi Eğitim Fakültesinde öğrenim gören Psikolojik Danışma ve Rehberlik Bölümü öğrencilerinin eş seçimindeki kriterlerinin neler olduğu araştırılmıştır. 4.1. Denence 1- Evlenecek bireyler ve aileleri sosyo-ekonomik ve kültürel yönden birbirlerine eşit veya yakın düzeyde olmalıdır. Bu hipotezi test etmek için ankete iki soru (1.ve 5.soru) konulmuştur. Bu soruların frekans ve yüzde değerleri Tablo-1’de verilmiştir. Tablo-1 Soru:1 Evleneceğiniz kişinin ekonomik durumu Benden iyi olmalı Ben ondan iyi olmalıyım Aynı düzeyde veya bana yakın olmalı Benim için önemli değil f % f % f % f % 21 15 15 11 79 56 25 18 Cinsiyeti N f % f % f % f % Kız 70 19 27 2 3 43 61 6 9 Erkek 70 2 3 13 19 36 51 19 27 Yukarıda Tablo 1’de de görüldüğü gibi ankete cevap veren 140 öğrenciden 21 öğrenci ( % 15 ) , evleneceği bireyin ekonomik açıdan kendisinden iyi durumda olmasını isterken 15 öğrenci ( % 11 ) kendisi evleneceği bireyden daha iyi durumda olmayı istemektedir. 79 öğrenci ( % 56 ) evleneceği bireyle ekonomik açıdan , aynı düzey yada birbirine yakın düzeyde olmayı istemektedir. 25 öğrenci ise ( % 18 ) ekonomik durumun kendileri için önemli olmadığını ifade ettikleri gözlenmiştir. Yukarıda Tablo da da görüldüğü gibi ankete cevap veren 70 kız öğrenciden ( %61 ) erkek öğrencilerinde ( % 51 )’nin evleneceği bireyle ekonomik açıdan aynı düzey yada birbirine yakın düzeyde olmayı istedikleri gözlenmiştir. Sonuç olarak ankete cevap veren 140 öğrenciden 79 öğrencinin evleneceği bireyle ekonomik açıdan aynı düzey yada birbirine yakın düzeyde olmayı istedikleri görülmüştür. Böylece bu sonuç % 56’lık bir oranla denencemizi desteklemiştir. Tablo-1 Soru:5 Evleneceğiniz kişinin ailesinin sosyo ekonomik ve kültürel yapısı Benim ailemden üstün olmalı Benim ailemden düşük olmalı Aynı düzeyde veya bana yakın olmalı Önemli değil f % f % f % f % 4 3 2 1 99 71 35 25 Cinsiyeti N f % f % f % f % Kız 70 4 6 0 0 55 78 11 16 Erkek 70 0 0 2 3 44 63 24 34 Yukarıda Tablo 1’de de görüldüğü gibi ankete cevap veren 140 öğrenciden 99 öğrenci ( % 71 ) evleneceği bireyin ailesiyle kendi ailesinin sosyo-ekonomik ve kültürel durumunun aynı yada birbirine yakın düzeyde olmasını , istemektedir. 35 öğrenci ( % 25 ) ailelerin sosyo-ekonomik ve kültürel yapılarının önemli olmadığını ifade etmişlerdir. Bunun yanında 2 öğrenci ( % 1 ) kendi ailesinin daha üstün olmasını isterken , 4 öğrenci nin ise ( % 3 ) evleneceği bireyin ailesinin daha üstün olmasını istedikleri gözlenmiştir. Yukarıda Tablo da da görüldüğü gibi ankete cevap veren 70 kız öğrenciden ( %78 ) erkek öğrencilerinde ( % 63 )’nün evleneceği bireyin ailesiyle kendi ailesinin sosyo-ekonomik ve kültürel durumunun aynı yada birbirine yakın düzeyde olmasını istedikleri görülmüştür. Sonuç olarak ankete cevap veren 140 öğrenciden 99 öğrencinin evleneceği bireyin ailesiyle kendi ailesinin sosyo-ekonomik ve kültürel durumunun aynı yada birbirine yakın düzeyde olmasını istedikleri görülmüştür. Böylece bu sonuç % 71’lik bir oranla denencemizi desteklemiştir YORUM : Evlenilecek bireyin birçok açıdan olduğu gibi ekonomik açıdan da aynı yada birbirlerine yakın düzeyde olmaları gerekir.Bu durum evliliğin yürütülmesinde daha sağlıklı bir yaklaşım olacaktır. Evlenilecek bireylerin ailelerinin de aynı düzeyde veya birbirine yakın olması gerekir. Ekonomik açıdan bireyler veya aileler arasında büyük ölçüde farklılıklar olması zengin olan tarafın daha düşük ekonomik durumu olan taraf karşısında daha üstün duruma gelmesine neden olabilir. Tarafların bu durumu kabullenmesi ve rahatsızlık duymaması halinde bu durum sorun olarak yansımayabilir. Fakat bu durumun bir yada her iki taraf tarafından da kabullenilmemesi evli bireyler ve aileleri arsında belli sorunların gündeme gelmesine neden olabilir. Bireylerin ve ailelerin bu duruma bakış açısı ne olursa olsun , bir tarafın zengin diğer tarafın daha az gelirli olması , zengin aile lehinde bir eşitsizliğin gündeme gelmesine neden olur. Eşitsizlik üzerine kurulan bir evlilikte er yada geç birçok sorunun gündeme gelmesi kaçınılmazdır. 4.2. Denence 2- Eşlerin anlaşabilmeleri için aynı yada birbirine yakın eğitim düzeyinde olmaları gerekir. Bu hipotezi test etmek için ankete bir soru ( 3.soru) konulmuştur. Bu soruya verilen cevapların frekans ve yüzde değerleri Tablo-2’de verilmiştir. Tablo-2 Soru:3 Evleneceğiniz kişinin Eğitim durumu Benim ailemden üstün olmalı Benim ailemden düşük olmalı Aynı düzeyde veya bana yakın olmalı Önemli değil f % f % f % f % 13 9 4 3 104 74 19 14 Cinsiyeti N f % f % f % f % Kız 70 1 1 4 6 56 80 9 13 Erkek 70 12 17 0 0 48 69 10 14 Yukarıda Tablo 2’de de görüldüğü gibi ankete cevap veren 140 öğrenciden 13 öğrenci ( % 9 ) eğitimi kendisinden yüksek bir biriyle evlenmek isterken 4 öğrenci ( % 3 ) eğitimi kendisinden düşük bir bireyle evlenmek istemektedir.104 öğrenci ( %74 ) evleneceği bireyle aynı yada ona yakın düzeyde eğitimi olan bireyle evlenmek istemektedir. 19 öğrencinin ise ( %14 ) evleneceği bireyin kendini yetiştirmesi halinde eğitim düzeyinin önemli olmadığını ifade ettikleri gözlenmiştir. Yukarıda Tablo da da görüldüğü gibi ankete cevap veren 70 kız öğrenciden ( %80 ) erkek öğrencilerinde ( % 69)’nun evleneceği bireyle aynı yada birbirine yakın eğitim düzeyinde olmayı istedikleri gözlenmiştir. Sonuç olarak ankete cevap veren 140 öğrenciden 104 öğrencinin kendisiyle aynı veya kendisine yakın eğitim düzeyine sahip bireylerle evlenmek istediği gözlenmiştir.Böylece bu sonuç % 74’lük bir oranla denencemizi desteklemiştir. YORUM : Eğitim durumunun bireylerin sağlıklı bir evlilik sürdürebilmesi üzerinde küçümsenmeyecek ölçüde etkileri vardır .Bireylerin birbirlerini anlayabilmeleri ve paylaşımları açısından aynı düzeyde eğitime sahip olmaları gerekir. Yüksek öğrenimi bitirmiş , bir bireyle ilkokul mezunu bir bireyin ne oranda bir paylaşımı olabilir. Birbirlerini ne oranda anlayabilirler evliliğin sürdürülmesi , bireylerin birbirlerini kabullenmeleri ve kendilerince belli bir evlilik düzeni kurmalarıyla sağlanabilir. Fakat paylaşımcı ve her alanda birbirini anlayabilen bireylerin oluşturacağı birlikteliğin daha anlamlı olacağı kanısındayız. Böyle bir evlilik her iki birey içinde daha doyum sağlayıcı olacaktır. Aksi halde bireyler evliliği kurulan düzeni sürdürdükleri bir işlev olarak algılayacaklardır. Paylaşımlarını farklı insan ve nesnelere yönelterek , birbirleri dışındaki bu kişi ve nesneler aracılığıyla doyum sağlamaya çalışacaklardır. Bu durumda bireylerin birbirinden bu alanda uzaklaşmalarına ve ilerde dolaylı olarak bazı sorunlar yaşayabilmelerine neden olabilir. Bu nedenle evlenecek bireylerin aynı veya birbirine yakın eğitim düzeyinde olması daha sağlıklı bir birlikteliği sağlayabileceğini söyleyebiliriz. 4.3. Denence 3- Aşk evlilik kararının verilmesinde önemli bir etkendir , ama tek kriter değildir. Bu hipotezi test etmek için ankete bir soru ( 7.soru) konulmuştur. Bu soruya verilen cevapların frekans ve yüzde değerleri Tablo-3’de verilmiştir. Tablo-3 Soru : 7 Aşk Evlilikteki tek kriterimdir Önemlidir fakat tek kriterim değildir Evlilik kararımı vermede etkili değildir Olursa iyi Olur ama şart değil f % f % f % f % 11 8 103 73 5 4 21 15 Cinsiyeti N f % f % f % f % Kız 70 6 9 57 81 0 0 7 10 Erkek 70 5 7 46 66 5 7 14 20 Yukarıda Tablo 3’de de görüldüğü gibi ankete cevap veren 140 öğrenciden 11 öğrenci ( % 8 ) evlilikte aşkı tek kriter olarak görürken , 5 öğrenci ( % 4 ) aşkın evlilikte karar vermede etkili olmadığını 21 öğrenci ( % 15 ) evlilikte aşkın olmasını fakat bunun şart olmadığını 103 öğrencinin ise ( % 73 ) aşkı önemli bulduğu fakat tek kriterinin aşk olmadığını ifade ettiği görülmüştür. Yukarıda Tablo da da görüldüğü gibi ankete cevap veren 70 kız öğrenciden ( %81 ) erkek öğrencilerinde ( % 66)’nın evlilikte aşkın önemli fakat tek kriter olmadığını söyledikleri görülmüştür. Sonuç olarak ankete cevap veren 140 öğrenciden 103 öğrencinin evlilikte aşkı önemli buldukları fakat bunun tek kriter olmadığını ifade ettikleri görülmüştür.Böylece bu sonuç % 73’lük bir oranla denencemizi desteklemiştir. YORUM : Aşkla birlikte gelen evlilik anlamlı ve hoş duyguların hakim olduğu bir ortamı da beraberinde getirir. Aşk olmadan da evlilik yürütülür , fakat aşkında mevcut olduğu evlilik çok daha anlamlı ve mutluluk verici olacaktır. Bazı bireyler mantık evliliğinin her zaman daha sağlıklı ve uzun süreli olacağını düşünürler , fakat aşkın olmadığı evlilik insanlara ne derece mutluluk getirir. Aşk mutlaka önemli bir etkendir fakat tek kriter olmamalıdır. Çünkü sadece aşık olduğu için kendisiyle aynı düzeyde olmayan biriyle evlenen bireyin evliliği , beraberinde birçok problemi , dolayısıyla da mutsuzluğu gündeme getirecektir. Bu yüzden tek kriter olmamalıdır. Mantık çerçevesinde fakat sevdiğimiz bir kişiyle evlenmek , daha sağlıklı ve uzun ömürlü bir evlilik sağlayabilir. 4.4. Denence 4- Evlenecek bireyin psikolojik açıdan evliliğe hazır olması ve kimliğini bulması evliliği olumlu yönde etkiler. Bu hipotezi test etmek için ankete bir soru ( 6.soru) konulmuştur. Bu soruya verilen cevapların frekans ve yüzde değerleri Tablo-4’de verilmiştir. Tablo- 4 Soru : 6 Psikolojik olarak kendinizi evliliğe hazır hissedip hissetmemeniz kararınızı Kesinlikle Etkiler Etkilemez Etkiler ama Kararımı Değiştirmeme Sebep olmaz Kararımı Ertelememe sebep olur f % f % f % f % 79 56 8 6 24 17 29 21 Cinsiyeti N f % f % f % f % Kız 70 44 63 0 0 10 14 16 23 Erkek 70 35 50 8 11 14 20 13 19 Yukarıda Tablo 4’de de görüldüğü gibi ankete cevap veren 140 öğrenciden 8 öğrenci ( % 6 ) psikolojik olarak evliliğe hazır olup olmamanın kararını etkilemeyeceğini 29 öğrenci ( % 21 ) bu durumun kararını ertelemesine neden olabileceğini 24 öğrenci (%17) bu durumun kararını etkileyeceğini fakat değiştirmesine neden olmayacağını 79 öğrencinin ise ( % 56 ) bu durumun kararını kesinlikle etkileyeceğini ifade ettikleri görülmüştür. Yukarıda Tablo’da da görüldüğü gibi ankete cevap veren 70 kız öğrenciden ( %63 ) erkek öğrencilerinde ( % 50)’nin bu durumun kararlarını kesinlikle etkileyeceğini ifade ettikleri görülmektedir. Sonuç olarak ankete cevap veren 140 öğrenciden 79 öğrencinin psikolojik olarak evliliğe hazır olup olmamalarının karalarını kesinlikle etkileyeceğini ifade ettikleri görülmektedir.Böylece bu sonuç % 56’lık bir oranla denencemizi desteklemişti YORUM: Evlilik insanoğlunun hayatındaki en önemli dönüm noktasıdır. Bireyin evlilik kararını vermesiyle birlikte alışkın olduğu ortamdan çok daha farklı bir ortama geçişi sağlanmış olacak , bu durumda bir çok sorumluluk ve yükü beraberinde getirecektir. Bu yüzden bireyler bu kararı vermekte güçlük çekmektedirler. Psikolojik olarak bireyin kendini evliliğe hazır hissetmesi gerekir. Evliliğe kendini hazır hissetmeyen bireyin bu kararı vermesi ve gerçekleştireceği evliliği sağlıklı bir şekilde yürütmesi daha güç olacaktır. Gerçekleştirilmiş olan evlilik bireye mutluluk ve doyum sağlayacağı yerde taşınmak zorunda bir yük olarak gelmesi olası bir ihtimaldir. Evlenecek olan bireyin , bu evliliği istemesi ve kendini bu birlikteliği yürütmeye hazır hissetmesi gerekir. Psikolojik olarak evliliğe hazır olmak ikinci bir etken olmasına rağmen , evliliğin sağlıklı bir biçimde yürütülebilmesi konusunda gerekli bir etken olduğu kanısındayız. 4.5. Denence 5- Fiziksel durum bireylerin evlilik kararlarını vermesinde bireylerin aradığı özellikteyse yeterlidir. Bu hipotezi test etmek için ankete bir soru ( 2.soru) konulmuştur. Bu soruya verilen cevapların frekans ve yüzde değerleri Tablo-5’de verilmiştir. Tablo- 5 Soru : 2 Evleneceğiniz kişinin fiziksel durumu Benim için önemli İlk etapta önemli sonra önemini yitiriyor Benim Aradığım Özellikteyse Yeterli Fark etmez f % f % f % F % 7 5 48 34 80 57 5 4 Cinsiyeti N f % f % f % F % Kız 70 2 3 33 47 32 46 3 4 Erkek 70 5 7 15 21 48 69 2 3 Yukarıda Tablo 5’de de görüldüğü gibi ankete cevap veren 140 öğrenciden 7 öğrenci ( % 5 ) evlilikte fiziksel durumun önemli olduğunu , 5 öğrenci ( % 4 ) fiziksel durumun fark etmediğini 48 öğrenci ( % 34 ) fiziksel durumun ilk etapta önemli olmasına rağmen daha sonra önemini yitirdiğini 80 öğrencinin ise ( %57 ) evlenecekleri kişinin aradığı özelliklere sahip olmasının yeterli olacağını ifade ettikleri görülmüştür. Yukarıda Tablo’da da görüldüğü gibi ankete cevap veren 70 kız öğrenciden %47 fiziksel durumun ilk etapta önemli olduğu fakat daha sonra önemini yitirdiğini söyledikleri erkek öğrencilerinde % 69’nun fiziksel durumun aradığı özelliklerdeyse yeterli olacağını ifade ettikleri görülmüştür.. Sonuç olarak ankete cevap veren 140 öğrenciden 80 öğrencinin fiziksel durumun kendisi için aradığı özellikteyse yeterli olduğunu söyledikleri görülmüştür.Böylece bu sonuç % 57’lik bir oranla denencemizi desteklemiştir. YORUM : Tanımadığımız bir insanı ilk etapta , fiziksel özellikleriyle değerlendiririz , fakat belli bir tanıma sürecinden sonra , o bireyi fiziksel durumundan ziyade kişilik özellikleriyle tanımlarız. Evlilik kararı esnasında da özellikle danışıklı dönüşüklü evliliklerde ilk etapta bireyin fiziksel özelliklerinin aranana uygun olması beklenir. Fakat belli bir tanıma sürecinden sonra bunlar yerini kişilik özellikleri gibi daha somut değerlere bırakır. Ankete cevap veren öğrencilerin büyük bir kısmı aradıkları özelliklere sahip olan bireyin isteklerini karşılamada yeterli olacağını ifade etmişlerdir. 4.6. Denence 6- Evlenecek bireylerin anlaşabilmeleri için dini ve siyasi görüşlerinin aynı yada birbirine yakın olması gerekir. Bu hipotezi test etmek için ankete iki soru ( 9.ve10.soru) konulmuştur. Bu soruya verilen cevapların frekans ve yüzde değerleri Tablo-6’da verilmiştir. Tablo- 6 Soru : 9 Evleneceğiniz kişinin Dini görüşü Benim aynı Olmalı Din benim için kriter değildir Farklı Görüşte olmayı tercih ederim Görüşlerimiz Aynı olsa iyi Olur ama şart değil f % f % f % F % 106 76 7 5 2 1 25 18 Cinsiyeti N f % f % f % F % Kız 70 58 83 3 4 1 1 8 12 Erkek 70 48 69 4 6 1 1 17 24 Yukarıda Tablo 6’da da görüldüğü gibi ankete cevap veren 140 öğrenciden 106 öğrenci ( % 76 ) evleneceği kişinin dini görüşünün kendisiyle aynı olmasını isterken 7 öğrenci ( %5 ) dinin kendisi için , kriter olmadığını ifade etmiştir. Farklı görüşte olmayı 2 öğrenci ( % 1 ) istemiştir. 25 öğrencinin ise ( % 18 ) dini görüşün aynı olmasının iyi olacağını fakat bunun şart olmadığını iade ettikleri görülmüştür. Yukarıda Tablo’da da görüldüğü gibi ankete cevap veren 70 kız öğrenciden % 83 erkek öğrencilerinde % 69’nun evleneceği bireyle aynı dini görüşe sahip olmayı istedikleri görülmüştür. Sonuç olarak ankete cevap veren 140 öğrenciden 106 öğrencinin evleneceği bireyle aynı dini görüşe sahip olmayı istedikleri gözlenmiştir.Böylece bu sonuç % 76’lik bir oranla denencemizi desteklemiştir. Tablo- 6 Soru : 10 Evleneceğiniz kişinin Siyasi görüşü Benim aynı Olmalı Benim için Önemli değil Farklı Görüşte olmayı tercih ederim Görüşlerimiz Aynı olsa iyi Olur ama şart değil f % f % f % f % 53 38 3 2 25 18 59 42 Cinsiyeti N f % f % f % f % Kız 70 31 44 2 3 13 19 24 34 Erkek 70 22 32 1 1 12 17 35 50 Yukarıda Tablo 6’da da görüldüğü gibi ankete cevap veren 140 öğrenciden 53 öğrenci ( % 38 ) evleneceği bireyle aynı siyasi görüşe sahip olmak isterken 3 öğrenci ( % 2 ) bunun kendisi için önemli olmadığını ifade etmiştir. 25 öğrenci ( %18 ) farklı görüşte olmayı istemekte 59 öğrenci ise ( %42 ) evleneceği bireyle siyasi görüşünün aynı olmasının iyi olacağını , fakat bunun şart olmadığını ifade etmişlerdir. Yukarıda Tablo’da da görüldüğü gibi ankete cevap veren 70 kız öğrenciden % 44’nün evleneceği bireyle aynı siyasi görüşe sahip olmayı , erkek öğrencilerinde % 50’nin siyasi görüşünün aynı olmasının iyi olacağını , fakat bunun şart olmadığını ifade ettikleri gözlenmiştir. Sonuç olarak ankete cevap veren 140 öğrenciden 59 öğrencinin evleneceği bireyle siyasi görüşünün aynı olmasının iyi olacağını , ifade ettikleri görülmektedir.bu sonuç denencemizi desteklememektedir. YORUM : Din ve siyaset hayatımızda yeri olan önemli unsurlardır. Bunlar çoğu zaman insanların yaşam tarzını da etkiler. Dolayısıyla farklı görüşlerde olan bireylerin birlikteliğini de olumsuz yönde etkiler. Her ne kadar eşler arsında karşılıklı saygı ve hoşgörüyle bu durum aşılmaya çalışılsa bile , çoğu zaman güçtür. Evlenecek bireylerin sağlıklı ve uzun ömürlü bir evlilik hayatı sürdürebilmeleri için aynı yada birbirine yakın görüşlere sahip olmaları gerekir. 4.7. Denence 7- Bekaret evlilik kararının verilmesinde önemli bir etkendir. Bu hipotezi test etmek için ankete bir soru ( 12.soru) konulmuştur. Bu soruya verilen cevapların frekans ve yüzde değerleri Tablo-7’de verilmiştir. Tablo- 7 Soru : 12 Evlilikte bekaret Benim için Önemli Benim için Önemli Değil Benim için önemli değil fakat toplum baskısı kararımı değiştirmeme neden olur Duruma ve Kişiye göre Değişir f % F % f % f % 106 76 9 6 15 11 10 7 Cinsiyeti N f % f % f % f % Kız 70 47 68 7 10 8 11 8 11 Erkek 70 59 84 2 3 7 10 2 3 Yukarıda Tablo 7’de de görüldüğü gibi ankete cevap veren 140 öğrenciden 106 öğrenci ( % 76 ) evlilikte bekaretin kendileri için önemli olduğunu ifade etmişlerdir. 9 öğrenci ( % 6 ) kendileri , için bekaretin önemli olmadığını 10 öğrenci ( % 7 ) duruma ve kişiye göre değişeceğini 15 öğrencinin ise ( %11 ) bekaretin kendisi için , önemli olmadığını fakat toplum baskısının kararını değiştirmesine neden olacağını ifade ettikleri görülmüştür. Yukarıda Tabloda da görüldüğü gibi ankete cevap veren 70 kız öğrencinin %68 erkek öğrencilerinde % 84’nün evlilikte bekaretin kendileri için önemli olduğunu ifade ettikleri görülmüştür. Sonuç olarak ankete cevap veren 140 öğrenciden 106 öğrencinin evlilikte bekaretin kendileri için önemli olduğunu ifade ettikleri gözlenmiştir. Böylece bu sonuç % 76’lık bir oranla denencemizi desteklemiştir. YORUM : Bekaret toplumdan topluma değişen bir olgudur. Toplumların geleneksel yapıları , inanç ve düşünceleri bekaret anlayışını değişik şekillerde etkilemektedir. Öyle ki bazı toplumlar da önemini kaybetmişken , bazı toplumlarda ise bizim toplumumuzda olduğu gibi namus olgusuyla eşdeğerde tutulmaktadır. Bu durum özellikle bayanlara mal edilmektedir. Toplumumuzda erkeklerde bakirelik aranmıyor , fakat bayanlarda ısrarla aranan bir husus olarak görülmektedir. Kanımızca bu anlayış süreç içerisinde değişecektir. Toplumumuzda evlilikte bekaret konusu hassas bir konu olarak görünmektedir ve evlilikte bekaret aranmaktadır. Anketteki Diğer Sorular ve Sonuçları ( 4.8.11.13.14. sorular ) Soru 4 Anketteki bu soruya cevap veren 140 öğrenciden 71 öğrencinin ( % 51 ) mutlaka çalışan biriyle evlenmek isterken 4 öğrenci ( % 3 ) kesinlikle çalışmayan biriyle evlenmek istemektedir. 45 öğrenci ( %32 ) bu kararı evleneceği bireyin isteğine bırakırken 20 öğrencinin ise ( % 14 )evleneceği bireyin çalışıp çalışmamasının fark etmeyeceğini söyledikleri görülmüştür. Ankete cevap veren 70 kız öğrenciden % 92 evleneceği bireyin mutlaka çalışması gerektiğini , erkek öğrencilerinde %60’nın bu kararı evleneceği kişinin isteğine bıraktığı görülmüştür. YORUM : Evlenmeyi düşünen bireyler genellikle çalışan biriyle evlenmeyi tercih etmektedirler. Bunun nedeni olarak her geçen gün zorlaşan hayat şartlarını gösterebiliriz. Evde sadece bir kişinin çalışması aile giderlerini karşılamaya yetmemektedir. Bu kişi ek iş yapsa da bu yetersiz kalabilmektedir. Bu nedenle evlilikte bireyler her iki tarafında çalışmasını daha uygun bulmaktadır. Bireyler gerek ekonomik gerek toplumsal birçok nedenlerden ötürü çalışan bireylerle evlenmeyi istemektedir. Soru 8 Anketteki bu soruya cevap veren 140 öğrenciden 40 öğrenci (%28 ) insan psikolojisinden anlamanın evlilik kararı üzerinde tamamıyla etkisinin olduğunu 36 öğrencinin ( %26 ) kısmen olabilir dediği 63 öğrencinin ( % 45 ) büyük ölçüde olabilir dediği 1 öğrencinin ise ( %0.7 ) yoktur dediği gözlenmiştir. Ankete cevap veren 70 kız öğrencinin % 44’nün insan psikolojisinden anlamanın evlilik kararları üzerinde etkisinin tamamıyla vardır dediği erkek öğrencilerinde %57’nin büyük ölçüde olabilir dediği gözlenmiştir. Soru 11 Anketteki bu soruya cevap veren 140 öğrenciden 13 öğrenci ( %9 ) evleneceği bireyin kıskanç olmasını isterken , 8 öğrenci ( %6 ) kesinlikle kıskanç olmasını istememektedir. 108 öğrenci ( % 77 ) evleneceği bireyin yerine göre kıskanç olmasını isterken 11 öğrencinin ise (%7 ) evleneceği bireyin kıskanç olup olmamasının fark etmeyeceğini ifade ettiği görülmüştür. Ankete cevap veren 70 kız öğrencinin % 87 si erkek öğrencilerinde % 67’nin evleneceği bireyin yerine göre kıskanç olmasını istedikleri görülmüştür. YORUM : İnsanoğlunun yapısında kıskançlık vardır. Fakat biz insanlar bunu çeşitli savunma mekanizmaları kullanarak bastırmaya veya bu durumu daha olumlu bir şekilde yansıtmaya çalışırız. İnsanoğlu mülkiyetçi bir zihniyete sahiptir. Sahip olduğu şeyleri başkalarıyla paylaşmak istemez , kişide oluşan bu durum kıskançlığı da beraberinde getirir. Belli bir noktaya kadar kıskançlık bastırılabilmesine rağmen bir noktadan sonra kişi değişik şekillerde tepkisini ortaya koyar. Kanımızca öğrencilerin yerine göre kıskanç bir bireyle evlenmek istemeleri de her alanda kıskançlık gösteren biriyle yaşamanın güçlüğünden kaynaklanmaktadır. Soru 13 Ankete cevap veren 140 öğrenciden 90 öğrenci (%64 ) flört ederek evlenmek istemektedir. 4 öğrenci ( %3 ) görücü usulü evlenmek istemektedir. 29 öğrenci ( %21 ) görücü usulü fakat karar öncesi bir süre flört ederek evlenmeyi istemektedir.17 öğrencinin ise ( %12 ) nasıl bir yöntemle evleneceğinin fark etmeyeceğini ifade ettikleri görülmüştür. Ankete cevap veren kız öğrencilerin %68’nin erkek öğrencilerinde % 60’nın flört ederek evlenmek istedikleri görülmüştür. YORUM : Evlilik kararının verilmesinde , kimileri görücü usulü evliliği daha sağlıklı ve sağlam temelleri olan bir yol olarak düşünürken , kimileri ise bunun yanlış olduğunu evlenecek bireylerin belli bir flört sürecinden sonra bu kararı vermesi gerektiğini ifade etmektedirler. Flört esnasında bireyler birbirlerini tanıma imkanı bulurlar. Fakat her iki tarafında kısmen maske kullanması mümkündür. Bireyler birbirlerine karşı ne kadar açık olmak isteseler de bunu tam anlamıyla gerçekleştiremeyebilirler. Bunun sonucunda da hayal kırıklığı ve mutsuz bir evlilik ortaya çıkabilir. Birey flört ettiği kişinin aile ortamını ve çevresini yeterince tanıma imkanı bulamayabilir. Bu durum da ilerde aileler arasında bazı anlaşmazlıkların ortaya çıkmasına neden olabilir. Görücü usulü evliliklerde ise bu olumsuzluklar daha nadir görülmektedir. Görücü usulü evlilikte bireyler , bir çok konuda kendilerine uygun bireylerle evlenmek istediklerinden , ortaya çıkabilecek bir çok problem daha başından engellenmektedir. Bütün bunlara rağmen görücü usulü evlilikte bireyler birbirlerini yeterince tanıma olanağı bulamayabilirler. Bu yüzden görücü usulü fakat bir süre flört ederek gerçekleştirilen evlilik daha sağlıklı olacaktır. Böylece hem evlilik sağlam temeller üzerine kurulmuş , hem de evlenmeyi düşünen bireylerin birbirlerini tanıma ve anlaşabilmelerine olanak sağlanmış olacaktır. Soru 14 Ankete cevap veren 140 öğrenciden 32 öğrenci (%23) evleneceği bireyle her konuda anlaşabilmesi gerektiğini ifade ederken 102 öğrenci ( %73 ) evleneceği bireyle birbirlerini anlayabilmelerinin yeterli olacağını , ifade etmişlerdir. 6 öğrenci ( % 4 ) kısmen anlaşabilmeyi yeterli görmektedir. Hiçbir öğrenci çoğu konularda zıt olmayı istememektedir. Ankete cevap veren kız öğrencilerin %74’nün erkek öğrencilerinde % 71’nin evleneceği bireyle birbirlerini anlamalarının yeterli olacağını ifade ettikleri görülmüştür. YORUM : Sağlıklı bir aile ortamının sağlanabilmesi ve bunun devam ettirilebilmesi için , bireylerin birbirleriyle anlaşabilmeleri gerekir. Anlaşabilmek her konuda aynı düşünce ve davranışa sahip olmak anlamına gelmemelidir. Her konuda kendimizle aynı düşünce ve davranışa sahip biriyle evlenmek yerine , kendisini anlayabileceğimiz ya da uyum sağlayabileceğimiz biriyle evlenmek daha sağlıklı bir yaklaşım olacaktır. Evleneceğimiz bireyin muhtemelen bizden farklı olan yönleri olacaktır. Önemli olan o bireyin bizden farklı yönlerinin olması değil , bizim bu farklı yönlere bakış açımızdır. Her insanın iyi olarak değerlendireceğimiz yönleri olabileceği gibi iyi olmadığını ifade ettiğimiz yönleri de olabilir. Bazen biz kendi kendimizle bile uzlaşamıyor olabiliriz. Bu nedenle evlilik kararında bireylerin kendini anlayabilecek biriyle evlenmesi daha sağlıklı olacaktır. Önemli olan evliliği düşünen iki bireyin birbirini anlayabilmesi ve uzlaşabilmeleridir. BÖLÜM V İNSAN GÜCÜ VE TAKVİM Bu araştırmanın yürütülmesinde araştırmacılar tek başlarına sorumlu olmakla birlikte araştırma yaklaşık 10 hafta sürmüştür. Ayrıca aşağıda belirtilen işlerde uzman yardımına başvurulmuştur. 1- Anketin hazırlanması ve uygulanması 3 Hafta 2- Anketi tasnif ve kontrolü 2 Hafta 3- İstatistiksel analizlerin yapılması 1 Hafta 4- Raporun yazılması ve basılması 4 Hafta BÖLÜM VI ÖZET YARGI SONUÇ VE ÖNERİLER Bu bölümde araştırmada ortaya çıkan bulgulara dayalı olarak varılan sonuçlar ve öneriler aşağıda sunulmuştur: ÖZET : Ankete cevap veren öğrenciler genellikle , her alanda uyum yapabilecekleri bireylerle evlenmeyi istemektedirler. Bireyler gerek eğitim , gerekse sosyo-ekonomik ve kültürel açıdan , gerekse düşünce yapısı bakımından kendileriyle aynı veya kendilerine yakın olan bireylerle evlenmeyi tercih etmektedirler. Ankete cevap veren öğrenciler çoğunlukla flört ederek verilen bir karar sonucu evlenmeyi gerçekleştirmeyi istemektedir. Bireyin kendisini psikolojik olarak evliliğe hazır hissedip hissetmemesi , bu kararı olumlu veya olumsuz yönde etkilemektedir. Ankete cevap veren öğrenciler bekarete önem verdiklerini ve evleneceği bireyin yerine göre kıskanç olmasını istediklerini ifade etmişlerdir. Evlilikte aşkın önemli bir unsur olduğunu ama tek kriter olmadığını belirtmişlerdir. Fiziksel olarak ise , aradıkları özelliklere sahip biriyle evlenmenin kendileri için yeterli olacağını belirtmişlerdir. SONUÇ : Araştırmada test edilen hipotezlerden elde edilen sonuçlar kısaca şu şekildedir : Eşlerin anlaşabilmeleri için , aynı yada birbirine yakın eğitim düzeyinde olmaları gerekir. Evlenecek bireyler ve aileleri sosyo-ekonomik ve kültürel yönden birbirlerine eşit veya yakın düzeyde olmalıdırlar. Evlenilecek bireyin fiziksel durumu bireyin aradığı özellikteyse yeterli olmaktadır. Evlenecek bireyler mutlaka çalışan bir bireyle evlenmelidirler. Bireyin psikolojik olarak kendini evliliğe hazır hissedip hissetmemesi evlilik kararını kesinlikle etkiler. Aşk evlilikte önemli bir unsurdur fakat tek tek kriter olmamalıdır. Evlenmeyi düşünen bireyler birbirleriyle aynı veya birbirine yakın siyasi ve dini görüşe sahip olmalıdırlar. Evlenilecek birey yerine göre kıskanç olmalıdır. Toplumumuzda evlilikte bekaret önemlidir. Evlilik kararı görücü usulü , fakat karar öncesi bir süre flört edilerek verilmelidir. Evlenecek bireylerin evlenecekleri bireylerle , birbirlerini anlayabilmeleri yeterli olacaktır ÖNERİLER : Araştırma Bulguları Çerçevesinde Şu önerilerde Bulunabiliriz : Evlilik kararını verme çok önemli bir hadisedir. Karar vermeden önce, evlenilmek istenilen bireyle evlenecek bireylerin her alanda birbirlerine uygun olup olmadıklarını değerlendirmeleri gerekir. Sağlıklı ve mutlu bir birlikteliğin dolayısıyla sağlıklı ve mutlu bir toplumun devamı açısından; gerek duygu ve düşünce gerekse sosyo kültürel ve ekonomik bağlamda bireylerin birbirleriyle uyum sağlayabilmeleri gerekir. Buda daha mantıklı ve uygun karalar verilerek sağlanabilir. 1 ) Evlenmek isteyen birey evleneceği bireyle aynı yada birbirine yakın eğitim düzeyinde olmalıdır. Evlenecek bireyler arasındaki eğitim farkı fazla olmamalıdır. 2 ) Evlenilmek istenilen birey ve ailesi ile sosyo-ekonomik ve kültürel yönden , aynı veya birbirine yakın düzeyde olunması gerekir. 3 ) Evlilikte eş seçiminde fiziksel durum ilk etapta önemli olabilir fakat daha sonra yerini farklı kriterlere bırakacaktır. Bu nedenle aranılan özelliklere sahip bir bireyle evlenmeyi düşünmek daha sağlıklı olacaktır. 4 ) Her geçen gün zorlaşan hayat şartlarını dikkate aldığımızda , bireylere çalışan biriyle evlenmelerini önermemiz daha mantıklı olacaktır. 5 ) Bireyler kendilerini psikolojik olarak evliliğe hazır hissetmeden , evlilik kararını vermemelidirler. 6 ) Aşk , evlilikte önemli bir unsur olmasına rağmen evlilikte tek kriter aşk olmamalıdır. 7 ) Evlenecek bireylerin dini ve siyasi düşünceleri aynı veya birbirine yakın düzeyde olmalıdır. 8 ) Bireylerin birbirini kıskanması istenmeyen bir durumdur. Fakat bireylerin aşırıya kaçmamak , şartıyla yerine göre birbirini kıskanması istenilen bir davranış olabilir. Yerine göre bu duygunun ifade edilmesi de gerekebilir. 9 ) Toplumumuzda evlilikte bekaret aranılan bir unsurdur. Muhtemelen bu durum ilerde de önemini koruyacaktır. Bu yüzden evlilikte bekaret aranılmaktadır ve önemlidir. 10 ) Bireylerin çoğu evlilikte karar vermeden önce flört edilmesi gerektiğini ifade etmelerine rağmen , evliliğin daha sağlıklı ve uzun ömürlü olması için görücü usulü fakat karar öncesi bir süre flört edilerek evlilik kararı verilmelidir. 11 ) Evlenecek bireylerin sağlıklı ve uzun ömürlü bir evlilik sürdürebilmeleri için , birbirlerini anlayabilmeleri gerekir. EK – 1 ANKET Açıklama : Bu anket üniversite öğrencilerinin eş seçimlerinde ki kriterlerini öğrenmek amacıyla hazırlanmıştır. Anket çoktan seçmeli sorulardan oluşmaktadır. Size en uygun seçeneğin başına cevap kağıdında (x) işaretini koyunuz. Bu anketin geçerliği; soruları dikkatli okumanıza ve samimi cevaplar vermenize bağlıdır. Vereceğiniz cevaplar gizli tutulacak başka hiçbir yerde kullanılmayacaktır. Bu anketin cevaplandırılmasında gösterdiğiniz yardım ve ilgiden dolayı teşekkür ederiz. CEVAP ANAHTARI Cinsiyetiniz Kız ( ) Erkek ( ) 1- Evleneceğim kişinin ekonomik durumu; • Benden iyi olmalı • Ben ondan iyi olmalıyım • Aynı düzeyde veya bana yakın olmalı • Benim için önemli değil 2- Evleneceğim kişinin fiziksel durumu; • Benim için önemli değil • İlk etapta önemli fakat daha sonra önemini yitiriyor • Benim aradığım özellikteyse yeterli • Fark etmez 3- Evleneceğim kişinin eğitim durumu; • Benden yüksek olmalı • Benden düşük olmalı • Aynı düzeyde veya bana yakın olmalı • Kendini yetiştirmişse önemli değil 4- Evleneceğim kişi; • Mutlaka çalışmalı • Kesinlikle çalışmamalı • Bu karar evleneceğim kişinin isteğine bağlı olmalı • Fark etmez 5- Evleneceğim kişinin ailesinin sosyo -ekonomik ve kültürel yapısı; • Benim ailemden üstün olmalı • Benim ailemden düşük olmalı • Aynı düzeyde veya benim aileme yakın olmalı • Önemli değil 6- Psikolojik olarak kendimi evliliğe hazır hissedip hissetmemeniz kararımı; • Kesinlikle etkiler • Etkilemez • Etkiler ama kararımı değiştirmeme sebep olmaz • Kararımı ertelememe sebep olur 7- Aşk; • Evlilikte tek kriterimdir • Önemlidir fakat tek kriterim değildir • Evlilik kararımı vermemde etkili değildir • Olursa iyi olur ama şart değildir 8- İnsan psikolojisinden anlamanın evlilik kararım üzerindeki etkisi; • Tamamıyla vardır • Kısmen olabilir • Büyük ölçüde olabilir • Yoktur 9- Evleneceğim kişinin dini görüşü; • Benimle aynı olmalı • Din benim için kriter değildir • Farklı görüşte olmasını tercih ederim • Görüşlerimiz ayni olsa iyi olur ama şart değil 10- Evleneceğim kişinin siyasi görüşü; • Benimle aynı olmalı • Farklı olmasını tercih ederim • Benim için önemli değil • Görüşlerimiz ayni olsa iyi olur ama şart değil 11- Evleneceğim kişi; • Kıskanç olmalı • Kesinlikle kıskanç olmamalı • Yerine göre kıskanç olmalı • Fark etmez 12- Evlilikte bekaret; • Benim için önemli • Benim için önemli değil • Duruma ve kişiye göre değişir • Benim için önemli değil fakat toplum baskısı kararımı değiştirmeme neden olabilir. 13- Evleneceğim kişiyle; • Flört ederek evlenmek isterim • Görücü usulüyle evlenmek isterim • Görücü usulü fakat karar öncesi bir süre flört ederek evlenmek isterim • Fark etmez 14- Evleneceğim kişiyle; • Her konuda anlaşabilmeliyim • Çoğu konularda zıt olmalıyız • Kısmen anlaşabilmem yeterli • Birbirimizi anlayabilmemiz yeterli.
Eşlerdeki psikolojik sorunlar yuva yıkıyor Erkeklerde sinirlilik, alkol bağımlılığı, kadınlarda ise titizlik, kronik yorgunluk ve hastalık hastalığı olarak kendisini gösteren gizli depresyon, tedavi edilmezse ailenin dağılmasına yol açıyor. Evliliğinizin sıhhati için bazı tedbirler almanız gerektiğini bilmelisiniz. Son zamanlarda kolunuzu kıpırdatacak haliniz yok. Bir bezginlik, bir tükenmişlik ki sormayın. Lavabonun içinde yıkanmayı bekleyen üç beş bardak gözünüze dağ gibi görünüyor, silinecek camları, süpürülecek halıları düşündükçe bayılacak gibi oluyorsunuz. Çocuklar yıkanmamış önlükleri için, eşiniz vaktinde hazırlanmayan sofra için sitem ediyor. Her şey üstünüze üstünüze geliyor ve size neler olduğunu kendiniz de dahil olmak üzere hiç kimse anlamıyor. Depresyondaki bir ev hanımını tanımlıyor bu cümleler. Hayatın normal akışını sekteye uğratan ve zaman içinde tüm ev halkına sirayet eden bu karamsar tablo, eşler arasındaki iletişimin bozulmasının en önemli nedeni olarak gösteriliyor. “Eşlerden birisinin depresyona girmesi ve uzman yardımına başvurulmaması yüzünden pek çok yuva dağılıyor.” diyen Prof. Dr. Nevzat Tarhan, depresyonun her zaman açık belirtilerle kendisini göstermemesinin tedaviyi, dolayısıyla da evliliği zora soktuğunu ifade ediyor. Erkeklerde sinirlilik, öfke patlamaları, tahammülsüzlük şeklinde kendisini gösteren örtülü depresyon, kimi zaman uzun yıllar boyunca anlaşılamıyor. 25 yıldır gizli depresyon yaşayan ve eşiyle çocuklarının kendisinden uzaklaştığını söyleyen bir erkek hasta, sinirli halinin karakterinden kaynaklandığına inandığı için bunun bir hastalık olacağını düşünmemiş hiç. Tedaviden sonra “Aslında asabi bir insan olmadığımı anladım.” diyen hasta için adeta ikinci bir hayat başlamış. O içeri girince neredeyse kaçacak delik arayan eşi ve çocukları da hayatı, tedaviden önce ve tedaviden sonra diye ikiye ayırmışlar. Erkeklerin gizli bir depresyon içinde olup olmadıkları içkiye ve sigaraya olan aşırı bağımlılıkları ve unutkanlıklarıyla da anlaşılabiliyor. Yetiştirilişi nedeniyle gizli depresyonu bağırma çağırma, öfke patlamaları şeklinde gösteremeyen kadın ise kendini temizliğe adıyor. Hastalık derecesinde titiz olan ve temizliği hayatının odağına yerleştiren kadın, bu kez çocuklarıyla yeterince ilgilenemiyor, eşe ve çocuklara ortalığı kirletirler kaygısıyla baskı yapmaya başlıyor. Kapıyı söküp banyoda arap sabunuyla yıkayan bir kadın hasta, çocuklarının ve eşinin hata yapma endişesiyle kendisinden korkar olmalarının ev hayatını mutsuzlaştırdığını fark etmiş. Gizli depresyonun kadınlarda kronik yorgunluk olarak da ortaya çıkabildiğini belirten Prof. Dr. Tarhan, ‘Bütün gün uyusam bile dinlenemiyorum.’ şeklinde dile getirilen bu şikayete zaman içinde neredeyse damlaya damlaya biriken stresin yol açtığını söylüyor. “Sürekli stres, beynin yüksek frekanslı dalgada çalışmasına ve enerji depolarının boşalmasına neden olur. Beyni kemiren düşüncelerden daha yorucu bir şey yoktur. İnsan kamyon çarpmış gibi hisseder kendisini.” diyen Prof. Dr. Tarhan, tedaviden sonra evin duvarlarının rengini, çiçeklerin açtığını fark edip mutlu olan, yediğinden içtiğinden tat almaya başlayan, kendisini enerjik hissettiği için eşine ve çocuklarına daha çok vakit ayıran kadın hastalarının hayatı adeta yeniden keşfedişlerinden oldukça etkilenmiş. Kadınlardaki örtülü depresyon bulgularından birisi de ‘hastalık hastalığı’. Başı ağrıdığı zaman beyninde tümör olduğunu, parmağı uyuştuğu zaman felç olacağını zanneden kadınların doktor doktor dolaşması da vaktin ve paranın boşa harcanması, bir türlü iç huzuru yakalanamaması gibi sebepler yüzünden eşlerin iletişimi zedeleniyor. Evlilikteki uyumlu beraberliği bozan tek sebep depresyon değil elbette. Sadece çocuklara has zannedilen hiperaktiflik ve hastalık boyutundaki kıskançlık da yuva yıkabiliyor. Aceleci, neredeyse panik halinde, beklemeye tahammül edemeyen, her şeyin hemen olmasını isteyen mükemmelliyetçi hiperaktif erkeklerin çorba önlerine sıcak geldi ya da dışarıya çıkmak için eşi biraz uzun hazırlandı diye kavga çıkarmasının işten bile olmadığını söyleyen Prof. Dr. Tarhan, az miktardaki kıskançlığın tutkal etkisi yaptığını; ama aşırısının genellikle eşlerden birisinin boşanma davası açmasıyla sonuçlandığını dile getiriyor. Eşinin pencereden dışarıya bakıp bakmadığını anlayabilmek için perdeye toplu iğneler yerleştirecek kadar kıskanç olan bir erkek hastanın evliliği hüsranla sonuçlanmış. Beyinde kıskançlıkla ilgili bir bölüm olduğunu ve o hücre grubunun aşırı çalışmasının böyle bir hastalığa yol açtığını söyleyen Tarhan, ilaç tedavisiyle aşırı kıskançlığın yok edilebildiğini belirtiyor. (Ülkü Özel Akagündüz / İstanbul)
Prof. Dr. Nevzat TARHAN Evin Küçük Hükümdarı Çocuğun ruhsal gelişiminde önemli üç ana unsur sevgi, disiplin ve ilgidir. Bu üç unsur uygun dozda verilmelidir. Bir sabun düşününüz, gevşek bırakırsanız kaçar, çok sıkarsanız yine kaçar. İşte çocukta böyledir. Dengeli ve ölçülü ana baba tutumları gerekir. Söylemesi kolay, uygulaması zor. Atakan 17 yaşında uzun boylu, modaya uygun giyinen, saçı jöleli, etkileyici genç bir adam. Konuşurken küçümseyici, alaycı, kibirli, küstahtı. Sinemadan, oyunculuktan hoşlanıyordu. Yalnızdı. Kız arkadaşı çoktu. “Anneme, babama parasal olarak bağlıyım, duygusal olarak değil” diyordu. Doktora lüks arabaları çizdiği için getirilmişti. Neden yaptığı sorulduğunda, “Benim yoksa onlarında olmasın” diye cevap veriyordu. Hiç pişmanlık duymuyordu. Atakan’ın özgeçmişi incelendiğinde iki kişilik sevgi verilmişti. Hep övülüyordu. Ailenin tek çocuğuydu. Hep hazıra alışmıştı. Emek vermeden elde etmek istiyordu. Anne ve babası, “Biz çocukluğumuzda çok mahrumiyet çektik, o çekmesin” diyorlardı. Her istediği oluyordu. Atakan çocukluk narsisizminden çıkamamıştı. Narsisistik (özsever) kişilik özellikleri olan “kendini özel ve önemli görmek, eleştiriye dayanıksızlık, çıkarcılık, başkasını kullanmak, aşk, zenginlik, para, güç düşkünlüğü, övgüyle beslenme, hep kayrılmak isteme, empati kuramama, kıskanç, küstah özellikleri” değişik derecede taşıyordu. Anne-baba iyi niyetle evde bir “gurur abidesi” yetiştirmişlerdi. Artık herkesi küçük gören bir birey ortaya çıkmıştı. SEVGİDE ÖLÇÜ Sevgi çocuğun her dediğini yapmak değildir. Bir çiçeğe fazla su verilirse nasıl zararlıysa sevginin fazlası da zararlıdır. Sevginin fazlası da zararlıdır. Ya kibirli veya tembel bir kişilik ortaya çıkar. Ben merkezci özellik olgun olamayan kişiliklerde vardır. Sevgi yatırımını egosuna yapmış, kendisi dışında nesnelere sevgisini yönlendirmemiş bu kişiler yanlış sevgi almışlardır. Primer narsisizm’de çocuk kendisini sever. Büyüdükçe sevgisini kendisi dışındaki nesnelere de yatırır. Sekonder Narsisizm’de yani şizofrenide sevgi tekrar kişiye döner. Sadece kendisi vardır, kendisini sever, ilgisi kendisine yönelmiştir. Narsisistik kişilikte sevgi çıkarı olan şeylere yönelmiştir. Çıkarı olmayan şey onun için önemsizdir. Matür (olgun) savunma düzenekleri Alturizm : Fedakarlık Assetizm : Zevke değer vermemek Antisipasyon : Sezgi. Supcosyon : Kontrollü baskı Sublimasyon : Yüceltme (cinsel enerjiyi sanata yöneltme gibi) Narsisistik savunma düzenekleri Projeksiyon : Yansıtma (kusur bende değil onda) İnkar : Reddetme Distorsiyon : Çarpıtmadır. Görüldüğü gibi “ben merkezci” birey özeleştiri yapamaz, kendisini sorgulayamaz, kusuru başkasında arar. Kendini beğenmek, özgüven farkı: Mezarlıkta yürürken ıslık çalan bir insan özgüven sahibi gibi gözükür. Aslında son derece güvensizdir, fakat güvenli rolü oynamaktadır. Korkularını böyle bastırır. İşte narsisistik kişide sıradan insan olmaktan korkar. Korkusunu gidermek için hep başkalarını eleştirerek savunma içerisindedir. Egosunu böyle tatmin eder. Çocuk yaşadığını öğrenir! Ailede çocuğun model aldığı kişi özsever kişilik özellikleri taşıyorsa o çocuk bu modeli benimser. Ailede bu kişilik özellikleri ebeveyn yoksa, fakat sürekli egosu şişirilen, alçak gönüllülük öğretilmeyen çocuksa özsever olur. ÖVGÜDE ÖLÇÜ Çocuğun iyi davranış ve çabalarını övmek öz güven kazandırır. Çocuğun kişiliğini övmek büyüklük hastalığına (ego hipertrofisi) götürür. Övgü ve onay sözcüklerine herkesin ihtiyacı var ama yerinde kullanılırsa. PAYLAŞMA DUYGUSU “Benmerkezci” birey başkasını değil ondaki çıkarını sever. Eşine hediye alırken bile kendi işine de yarayacak bir hediye alır. İnsan sosyal bir varlıktır, mutlaka vermeyi öğrenerek büyütülmelidir. Çocukluğunda paylaşma ve yardımlaşma kavramlarını kazanmalıdır. EMPATİK İLETİŞİM Karşı tarafın duygu, düşünce ve ihtiyaçlarını anlamaya çalışma becerisi çocuk yaşlardan kazandırılmalı. Başkasının hakkına saygı duymak, “sen onun yerinde olsan ne yapardın” sorusunu öğrenen çocuklarda gelişir. Kendisi için istemediği şeyi başkası içinde istememe yüksek ahlakına sahip olmak hiçte kolay değildir. Özsever özelliklerini gördüğümüz çocuğun her hareketi onaylanırsa, evin küçük hükümdarı olur. İleri yaşlarda Anne-Babayı silkelemeye başlar. Kendisini alkışlayanların omuzunda yükselip onlara acı çektiren bireyler yetiştirmemek dileğiyle.
KURAL 1: Önce arkadaşlık! Hatta arkadaşlık öyle ön plana çıkmalı ki aşk ancak arkasından gelmeli. Çünkü, romantik aşkın kıvılcımı söndüğünde arkadaşlık ateşinin kalpleri ısıtıyor olması lazım. KURAL 2: Önemli konuları karşınızdaki insanın işi başından aşkınken gündeme getirmeyin. Sizin birinci önceliğiniz belki de o sırada karşınızdaki insanın birinci önceliği değil. Hele işi başından aşkınsa, yoğunsa, kafasına iş takılmışsa … Oysa siz, gerekli ilgiyi göstermediği sonucunu -yanlış da olsa- çıkaracaksınız. Bekleyin … Doğru zamanı yakaladığınızda konu orada çözülecektir. Yanlış zamanlama yüzünden çözümlenemediğinde içinizde büyüyecektir. Çözümlenemeyen sorunlar zamanın geçmesiyle beslenerek büyür. KURAL 3 : Ön fikirli olmayın, yani karşınızdakini “peşin hükümle” haksız ilan etmeyin. Örneğin; “Sen anlaşılmazsın” yerine “Ben seni anlamakta zorlanıyorum” demeyi tercih edin. Aslında böyle yapınca karşı tarafın savunmasını kırıyor ve onu açık olmaya zorluyorsunuz. Karşınızdakinin lafını ağzına tıkamaktansa cevap almaya bakın. KURAL 4 : Ne istediğinizi tam olarak bilin. Karşınızdakinden şikayet edeceğinize, siz tam olarak ne istediğinizi söyleyin ve karşınızdakinin buna tepkisinden hareket ederek yolunuza devam edin. Sonuçta sizin kafanızın içinde ne olduğunu bilemeyebilir. Genellikle tartışmaların başlama nedeni, birisinin sevgi arayışı, ilgi ve alâka isteğidir. Ne istediğinizi tam olarak bilin ve onu isteyin. Sevgi dilenmek için rol yapmayın. KURAL 5 : Karşınızdakinin istek ve duygularına kilitlenin. Birisi sizi suçladığında hemen olayın kendi tarafımızdan görünen boyutunu anlatmaya başlarız. Bu hepimize normal gelir ama aslında bu bir savunma mekanizmasıdır. Ne yapabileceğinize dair sorular sorun. Savunma dürtüsü kendine güven eksikliğinden doğar ve asıl konudan uzaklaştırır. KURAL 6 : Bir seferinde bir konuyu tartışın. Bunu “bir sefer bir konuyu tartışın” şeklinde de yazabiliriz. Çünkü genelde bir tartışma sırasında ondan evvelki on tartışmanın da hesabı ortaya çıkar. Bu durumun işleri kolaylaştırmadığını hepimiz biliyoruz. Doğru söz ayrıca savunma istemez. KURAL 7 :Tam olarak neyi kastettiğinizi açık edin. Mesela eşiniz bir köşeye çekilmiş sessiz sessiz duruyor. Bu şartlarda “Bana mı sinirlendin?” diye sorarsınız veya “Sen niye sinirlisin?” diye mi? Bana mı sinirlendin? demek daha akıllıcadır. Size olmayabilir ve açılır derdini anlatır. Eğer sizeyse ne olduğunu konuşursunuz. Oysa, “niye sinirlisin?” demenizin altında “Sen sinirlisin” düşüncesi yatıyor. Konuşurken ince ayar önemli! KURAL 8 : Karşındakini dinleyin. Bu kadar basit. Çoğu zaman karşınızdaki insanın tek istediği onu dinlemenizidir. Dinlediğinizden ve ne dediğini anladığınızdan emin olduğunda mesele kalmayacak. KURAL 9 : “Sen” yerine “Ben ” kullanın. Kural basit … Hep geç kalıyorsun yerine ” “Beklemekten haz etmiyorum” veya “Dağınıksın” yerine “Arkanı toplamaktan yoruldum” gibi. Kendinizi nasıl hissettiğinizden sadece siz sorumlusunuz! KURAL 10 : Talimat vermeyin, rica edin. Talimatla rica arasındaki fark; Talimat yerine gelmezse cezası vardır. Mesela bir somurtma, bir hareket, sessizlik, sırt dönme. Oysa ricaların cezası yoktur ve belki de bu yüzden rica ettiğinizde her şey daha kolay olur. Gerçek rica kimseye sorumluluk yüklemez. KURAL 11 : Karşınızdakine cevap vermek yerine tepki göstermeyi seçmeyin. Tepki, harekettir; birisine ağzınızı açmadan bir duyguyu iletirsiniz. Cevap vermek ise sözel bir eylem. Konuşmaya davet ediyor. Hoşunuza gitmeyen bir şey olduğunda tepki değil cevap verin. Böylece sorun, anlaşılmaz bir durum, bir bilmece olmaktan çıkar. Tepki verirseniz karşılığında tepki alırsınız ve neticede hedeften uzaklaşırsınız. KURAL 12 : Duygularınız sizi yanıltmaz. Çatışmanın nedeni duygu değil sizin o duygu karşısında verdiğiniz tepkidir. Duygu ile düşünceyi ayırabilmek gerekiyor. Hem kendimiz hem de karşımızdaki için. Sevdiği insan eve çok geç gelirse herkes sinirlenebilir, kırılır, üzülür. Ama bu hissi doğal karşılayıp konuşmak gerek. (O içeri girer girmez üzerine saldırmak yerine). Hissetmek, insan olmanın bir parçası. Hislerinizi değil, tepkilerinizi tartın. KURAL 13 : Anlayışlı olun! İnsanlar bir fikri defalarca dile getiriyorlarsa “anlayış” arıyorlar demektir. Yani mutlaka sizinde onlarla aynı fikirde olmanız gerekmiyor. Karşı tarafı anlıyor olmanız yetecektir. Bir çocuk düşünün, “Senden nefret ediyorum” diye ağlıyor. Siz ona kırılacağınıza çocuğun nasıl mutlu olacağını düşünürsünüz, öyle değil mi? İşte anlayışlı olmak bu. Her zaman aynı düşüncede olmak gerekmez, ara sıra anlayış göstermek çok işe yarar. KURAL 14 : Eşiniz, “Hayatım” dediğinde oradaki “Hayatım ” ın gerçek anlamını yakalamaya çalışın. Kavga ederken bile söylenen “Ama hayatım anlamıyorsun vallahi” formülünde karşınızdaki size bir mesaj vermeye çalışıyor ve aslında size “hayatım” derken o kendi hayatını dile getiriyor. O hayatı görebilmeniz önemli. Her tartışmanın altında bastırılmış bir istek vardır. Onun ne olduğunu bulun. KURAL 15 : Eşinize duygularınızın ne olduğunu, o duyguyu hisseder hissetmez söyleyin. Türk filmlerinde çok olur, biri “akım” derken diğeri başka bir şey anlar. İnsan karşısındaki hakkında aslında doğru olmayan bir hisse kapıldı mı ayıkla pirincin taşını! Bu his geldiği anda işin aslını ortaya çıkartmak gerek, o nedenle duygu hissedilir edilmez verdiğiniz tepki dile getirilmeli. Tabii bu işin bir istisnası var; eski kavgalar. Mesela kendinizi evde yalnız hissettiniz diye, “Sen zaten iki ay önce eve de sabaha karşı gelmiştin” diye başlamamak lâzım. Bir anda bir insan yada bir durumun sizi çok kızdırması güç ama birikmiş kızgınlığı patlayabilir. Bardağı taşıran son damla durumlarını yaşamamak için bardağın dolmasına izin vermemek gerekir. KURAL 16 : %100 dürüst olun. ve bu da günde 24v saat sürsün. Veya %99.99 dürüst olun. “Bugün suratın hasta gibi görünüyor” demenin alemi yok! Ama eşiniz ona karşı hep açık olmadığınızı bilirse ve ilişki dürüstse arada sağlam bir güven ilişkisi oluşuyor. Bilmek istediğinizi sorun! Dürüst olun ki güven olsun. Güven olsun ki arkadaşlık doğsun ki Arkadaşlık olsun ki uzun bir ilişkinin tadı olsun! KURAL 17 : Ara sıra işi şakaya vurun. Aranızda yaptığınız konuşmalar mahkeme tutanağı değil! Bazen yerinde bir espri her şeyi yumuşatır. Kadın; bu huyun böyle devam ederse bende çeker giderim! Adam; Nereye gidiyorsun, bende geleyim … Gülümseten cevaplar işi kavgadan çıkarır, meseleye yapıcı yaklaşım sağlar. KURAL 18 : Falcılık yapmayın. Bir insanı ne kadar yakından tanırsanız kafasından geçenleri o kadar rahat okumaya başlarsınız. Ancak önemli konularda işin bu yönüne fazla güvenmemek gerek. Ya yanlış okumuşsanız. Konu önemliyse sormaktan çekinmeyin, sorun. Durum apaçık belli olsa bile, işin doğrusunu sormak aslında yanlış bir düşünceyle yola devam etmekten kat be kat iyidir KURAL 19 : Ana yoldan sapmayın! Bazen birisine -kırılıp, üzülecek diye- söylememiz gereken bir şeyi söylemeyiz. Ama söylememiz gerekebilir. Burada izlenmesi gereken yol; ilk önceliğimizi ortaya koymak. Söylemesi zor bir şeyi anlatmadan önce bir açılım yapabiliriz. Seni çok seviyorum, senin için en iyisini istiyorum, bu konu aramızı bozsun istemiyorum. Zor şeyi söylemeden önce karşınızdakine olan zaafınızı ortaya koyarsanız iki tarafın da işi kolaylaşır. Sevdiklerinizle zor konuları konuşurken duygularınızı dile getirin. Getirin ki, tartışmalar sizi beraber kılan sevgiden ayırmasın. KURAL 20 : Lâfı dolandırmayın. Yani size yazdığımız bu 20 altın kuralı mutlaka uygulayın. Ve asla unutmayın; Sevenler arasında iletişimin üç büyük temel kuralı vardır : Duygular, duygular, duygular …
Prof. Dr. Nevzat Tarhan “Stresi Mutluluğa Dönüştürmek”, Timaş Yay, 2002 Evlilikte Stres Kaynakları “Uzun ilişkiler karşı tarafın eksikliklerini abartır, üstünlüklerini küçümser.” Aile terapistlerine en çok sorulan soru şudur: “Evliliğin yıkılmasını neye bağlıyorsunuz? Ekonomik sıkıntılar mı? Konuşamamak mı? Parasızlık mı? Kıskançlık mı? Sadakatsizlik mi? İlgisizlik mi? Eğitimsizlik mi? Kişilik çatışması mı?..” Bunların çoğu birer belirtidir.Gerçek sebep sevgi , saygı ve güven bağlarını zayıflatan herhangi bir şeydir.Evliliği bir arada tutan harcın malzemeleri sevgi , saygı ve güvenden oluşur. 1- İLGİSİZLİK Sevgi bir ateştir. Sürekli yakılması ve beslenmesi gerekmektedir. İlgilenilmediğin de ateş nasıl sönerse sevgi ateşi de öyle söner gider. Sevgiyi ateşleyen birinci şey ilgidir. Ateşe değer vermektir, bakımını yapmaktır. Herkesin yaşadığı bir evi vardır.Evi yıkılmaktan , yıpranmaktan korumak için sürekli bakım ve ilgi gerekir.Bırakılırsa ev dağılır.Tamiri ertelenirse bozulmalar başlar. Belirli aralıklarla boya badana gerekir. Bir eşya bilgisizlikten tahrip olabildiğine göre insan ilişkilerinde en önemli bağ olan sevgi de sürekli bakım ve ilgiye alınmazsa dağılıp çürüyecektir. Evlilikte insanlar birbirlerine ilgilerini yitirdiler mi kalbi ilgilerini başka şeylere yöneltirler. Çocuklara, kariyere, evin eşyasına, spora, modaya, ev temizliğine, araba tutkusuna, şöhrete, zenginliğe… Böyle durumlarda evlilik ihmal edildiği için bakımsız kalacaktır ve yıpranmalar, arızalar, yani sorunlar başlayacaktır. Erkekler daha mı ilgisiz? Kendisini iş başarısına odaklamış bir kişi evlendiğinde eşine zaman ayırma ve ilgilenme gibi “gerçek dünya” ile karşılaştığında zihinsel bir pişmanlık hissedebilir. Eğer erkek bencilse sorun başlayacaktır. Evine zaman ayırmama gerekçesi olarak şöyle der “Ben zaten sizin için çalışıyorum, ekmek kavgası başka çarem yok”. Kısa da olsa kaliteli bir beraberliği, hem iş hem ev başarısını beraber götürebileceğini düşünmezse fırtınalar başlayacaktır. Diplomalı Hizmetçilik mi? Evini otel ve restoran gibi kullanan bir erkek eve geldiğinde “Nasılsın?” demeyi ihmal edecektir. Sevgi dolu bir bakışı, bir tebessümü esirgeyecektir. Bütün gün çocuklarla, mutfakla uğraşmış bir kadın kendisine değer verilmediğini hissettiği an evliliği sorgulaması doğal bir hakkıdır. Evlilik danışmanına gelen bir danışana eşi ile ilgili bilgiler sorarız; kişisel geçmişi, zevkleri, nefret ettiği şeyler… Bu bilgileri alırken eşinin göz rengini bilmeyen erkeklere rastlamak mümkündür. İyi baba, iyi iş adamı olmak yetmiyor, iyi bir koca da olmak gerekiyor. Kadınlarda ilgisizliğin şekilleri: Eve, eşyaya kendisini kaptırmış veya çocuklarla ilgilenmekten kocasına “Hoş geldin” demeyen eşler nadir değildir. Bütün gün bakımlı ve göz alıcı bayanlarla bir arada olan erkek evde iyi bir anne, iyi bir ev hanımı ama iyi bir eş ve arkadaş olmayan kadınla uzun süre beraberse evliliği sorgulamaya başlayacaktır. Sağlam ailenin üç özelliği: Nebraska Üniversitesinde ‘İnsan Gelişimi ve Aile Bölümü’ yöneticisi Nick Stinnett, güçlü ailelerle bir araştırma yaptı(1979). Bulduğu üç önemli ortak özellik şunlardı: Dine bağlılık: Sürekli ve düzenli Kiliseye gidiyorlardı. Övgü ve takdir: Aile üyeleri karşılıklı ruhsal okşamalar içindeydiler Birlikte zaman: İş, eğlence, yemek gibi çok alanda beraberdiler. Dostluk mu, Evlilik mi? Evliliğin uzun sürmesi için tarafların eşit ve denk olması önemlidir. Bunun tek istisnası vardır, “Dostluk duyguları”. Yan yana durduklarında karıkoca diyemeyeceğiniz kişiler öyle paylaşımlar içindedirler ki beraber olduklarında kendilerini çok mutlu ve güvende hissederler. Böyle kişilerde sevgi yakalandıktan sonra bazı adet ve davranışlarla beslenebilmiştir. Dostluk davranışının en önemli özelliği, ‘onu’ memnun etmeye çalışmaktır. Onun zevklerine, isteklerine ve beklentilerine uygun çabalar içinde olmak. Küçük hediyeler almak. En önemli hediyenin ona ayrılan zaman olduğunu bilmek. Kendi çıkarını ikinci planda tutmak. En önemli içten, karşılıksız, samimi sevgi. En iyi aşıkların en duygusal insanlar değil, birbirlerine en çok zaman ayıran insanlar olduğunu unutmayalım. 2– KISKANÇLIK İnsanın yaşayan ruhu üzerinde en zedeleyici duygulardan belki birincisi kıskançlıktır.Kıskançlık duygusu altında sahip olma , kendisine öncelik verme istekleri yatar.Sahip olduklarını kaybetme korkusu kıskançlık duygularını ayaklandırır. Kıskançlık duygularını ayaklandıran başlıca şeyler eşlerin düşüncesizce yaptığı eylemlerdir. Bir de kıskançlık hezeyanı vardır ki , gece eşini uykudan uyandırıp rüyada kimi görüyordun diye soran eşler biliyoruz.Telefona geç cevap verse , kapıyı geç açsa yanlış yorumlarla evde kavga çıkaran , TV seyrettirmeyen , gazete okutmayan eşler evde psikolojik terör estirirler.somut hiçbir dayanağı olmayan böyle suçlamalar genelde kıskançlık paranoyasının belirtileridir.Bu bir hastalıktır. İlaç tedavisi gerektirir. Asıl üzerinde durulması gereken şey kıskançlığın bu boyuta gelmeden önce yapılacak şeyleri iyi değerlendirmektir. Kıskançlık evliliğin yıkılmasını engeller mi? Kıskanç bir tipseniz kıskançlığınızın patalojik (marazi ) olup olmadığını sorgulayın.Patolojik kıskançlık somut olay ve gerçeklere dayanmaz.Hayali aldatılma korkuları vardır ve ihtimalleri olmuş gibi kabul eder.Kuşku fırtınası oluşturan kıskançlık evliliğe zarar verir.Ancak hafif bir kıskançlık evlilikte harç özelliği taşır. Sevgi ve ilginin bir ifadesidir.Suçlayıcı ve saldırgan olmayan kıskanç bir eş eşini yüceltir, kimseyle paylaşmaz ama onu da incitmez.Böyle kıskançlıklar faydalıdır. Hangi kıskançlık evliliği yıkar ? Patalojik kıskançlık evde kıskançlık patlamaları ve kuşku fırtınası estirecektir. Bu durum da kavga demektir. Sürekli suçlanan bir eş savunmaya geçecektir. Böyle durumda eş ne yapmalıdır?Kesinlikle açık ve dürüst olmalıdır.Şaka bile olsa yalan söylememelidir.Marazi kıskançlık tedavi gerektiren bir durumdur.Mutlaka profesyonel yardım alınmalıdır.Aile terapisi ile birlikte ilaç tedavisi de gerekir.Beyinde kıskançlıkla ilgili hücre gruplarının kimyasal dengesinin bozulması söz konusudur.Bu tedavisi olan bir durumdur.Psikoterapi ve uyuşturucu olmayan ilaçlarla tedavi bir arada böyle hastalara yardım edilebilir.Kapıcıyla görüşmeyi , telefonda uzun konuşmayı sorun yapan bir eşle hayat zor geçer. Eşim beni sevmiyor! Kıskançlığın arka planındaki duygu budur.Eşinin aileye bağlılığı konusunda kafasında sorular uyanmıştır.Eşi eskisi gibi ona sarılmıyordur.Cinsellik azalmıştır. Güler yüzle sevgi ile bakmıyordur.Konuşmaktan kaçınıyordur kısaca ona olan ilgisinin azaldığını düşünmektedir.Düz mantıkla baktığında “Hayatında birisi var , artık onu seviyor “ kuşkusu kafasında uyanacaktır.Böyle durumlarda eşinin kendisini sevip sevmediğini kontrol etmek için bilinç dışı testler yapacaktır.Kızdıracak ters sorular soracak , yalan söyleyip söylemediğini kontrol edecektir.Çok evlilikte böyle dönemler olmuştur.Eşini seven dürüst ve içten bir eş böyle durumda eşine ısrarla ve tekrarla yanıldığını söyleyecektir.Kızıp tersleyecek değil ama sabır ve ikna yöntemleri ile kaygılarını giderecektir.Böyle durumlarda şaka bile olsa yalan söylememek gerekir. Kıskançlığın arkasında ilgi azalmasının yattığı bilinirse çözüm kolaydır. Sevgi dolu bir balayı güler yüz ve birkaç güzel söz… Ceza evlerinde , aile içi kıskançlığa bağlı cinayet olguları o kadar çok ki özellikle Karadenizli ailelerde bu çok yaygın.Başlangıçta çözüm kolay. Tek yolu kıskançlığın arkasındaki mesajı iyi anlamaktır. Kıskanç eşin her dediği yapılırsa büyük risktir.İkiyüzlülükle suçlanır , çıldırabilirsiniz.Yanlış isteklere güzellikle hayır demeyi başarmak gerekir. Seks yaşamınız nasıl? Bir kadın kocasının başka bir kadına bakıyor olmasından rahatsız olması doğaldır.Bu duyarlılıktan taviz vermemelidir.Aksi takdirde kocasının elinden kaydığını görecektir. Eşler ne yapıyor? Birinci uygulama eşini seksten yoksun etme.Onu tehdit edecek , öfke , gözyaşı düşmanlıkla fırtınalar esecektir.Çoğu kadın bu davranışı gösterir.Sonuçta evlilik ilişkisi derin yara alır.Erkek eve yönelse de ikiyüzlülüğü seçecektir. Yapılması gereken nedir? Tam tersi.Akıllı kadın cinsel açıdan daha heyecanlanır , canlı ve neşeli olur. Kadının erkeğe karşı en etkili silahı cinsel etkileme gücüdür.Bu gücü kadınlar erkeği geri almak , eve bağlamak için , yasak ilişkiyi engellemek için kullanmalıdırlar.Çünkü erkek Poligam’a ( çok eşlilik ) yatkındır.Bu konuyu açtığınızda kadınlar “Ben cinselliği sevmiyorum , hoşlanmıyorum “ diyorlar.Doğrudur.Özellikle kültürel özellik olarak kadınlar cinsel yönden duygularını bastırmaktadırlar.Ama seks çılgınlığının yaşandığı günümüzde eşlerinin yasak ilişkisini önlemek için yatakta aktif ve saldırgan kadınlar akıllı kadınlardır. Uzun ayrılıklara dikkat! Kısa yokluklar sevenler için duyguları güçlendirir.Birbirlerini özlemek sevenler için önemli bir ölçüdür.Uzun yokluklarda sevgi bağlarında zayıflamalar olağandır. İşkolik , kariyer peşinde erkekler veya kadınlar iş heyecanına o derece kendilerini kaptırırlar ki eş ve çocuklar akıllarına bile gelmez.İş seyahatleri sık ve uzun ayrılık gerektirirse evlilik için ateşle oynanıyor denebilir. “Bensiz yaşamaya alışabilir” kaygısı eşler için önemlidir.”Göz görmeyince gönülde istemez”.Evlilik için önemli bir uyarı ve tehlikedir.Askerlik , özel görev , yurt dışı çalışmaları zorunlu ayrılıklardır.Ancak dünyanın elektronik bir köy olduğu günümüzde gözle gönül mesafesi birbirine çok yaklaştı.Elektronik ilgi de sevgiyi devam ettirir. Eşinize güvenmelisiniz! Eşler zekice olmayan bir yaklaşımla eşini eve bağlı tutmak için “ kontrollü gerilim stratejisi “ uygulamaya çalışır.Eşini gergin bir ipin üzerinde tutmak kuşku fırtınası içerisinde çok eşin yaptığı hatadır. Böyle suçlayıcı , yargılayıcı , tehdit edici yaklaşım ilişkide sevgiyi uyandırmaz , korkuyu uyandırır.Eğer bir eş kocasını aldatmak istiyorsa veya koca karısını aldatmak istiyorsa onun vicdanında bekçi yoksa ve sevgi ağır basmıyorsa bir yolunu bulacaktır. O halde çözüm ilişkide “sevgiyi nasıl uyandırırız’a ” kafa yormaktan geçer. Hiç kimse kendisine güvenilmemesinden suçlanmaktan hoşlanmaz. Özellikle doğruyu söylüyorsa, ilişkiye zarar verir. Güvenilmemiş olmak işimizde en kötüyü ortaya çıkarır. Güvenilmiş olmak işimizdeki en iyiyi ortaya çıkarır. Bir insanın eşine inanması ona verilecek en büyük armağandır. Eşinize iyi isimlerle seslenirseniz o ismi koruyabilmek için elinden gelen her şeyi yapacaktır. Rahmetli Ayhan Songar’ ın torunu Almanya ya giderken ona bir nasihatı vardı “ kızım seni önce Allah’a sonra kendine emanet ediyorum”. Küçük hanım “Bu güvene layık olma duygusunu hiç aklımdan çıkaramadım” diyordu. 3- CİNSEL ALDATMA “Eşimin ilgi duyduğu bir kadın var, güzel bir evliliğimiz vardı. Bunu neden yaptı, ben ne yapmalıyım, ilgi duyduğu kişi benim kadar bile sevimli değil” Psikolojik danışmana sırf başvuru sebeplerimden biriside budur. İstatistikler ABD’ de 100 erkekte 70’i, 100 kadından 25’i başka birisi ile beraber olduğunu söylüyor. Boşanmalar 1955 de %10 iken 1995 de % 52 ye çıkmış durumda. Burada cinsel aldatmaların büyük rolü var. Aile saadetine zarar verecek böyle bir davranış onaylanacak bir davranış değildir. Bir insan hem evli kalırım hem cinsel olarak istediğimi yaparım diyorsa bu evliliğin doğasına aykırıdır. Ergeç bir bedel ödemek zorunda kalacaktır. Fakat bir kimse beşeri zaaf olarak böyle bir eylemde bulunuyor ve sonra pişman oluyorsa yapılacak şeyler vardır. Bu ilişki siz istemedikçe asla sona ermez. Yapılan bazı hatalı tutumlar eşleri haklıyken haksız duruma düşürmektedir. Birinci tutum: Misilleme yapmak İnsanda doğal bir dürtü vardır. Öc almak, ona aynı ilaçtan içirmek, aynı acıyı çektirmek, yani kendi yasak ilişkinize sahip olmak. Bazen de eşinize istenilebilir, beğenilebilir olduğunuzu göstermek, kanıtlamak, kıskandırmak için yapma arzusu uyanabilir. Fakat sonuç genelde yıkım olmaktadır. Sallantıda olan evlilik yıkılmakla sonlanacaktır. Yahut taraflardan biri ceza evine diğeri mezaristana gidecektir. İkinci tutum: Duyguları bastırmak Ağlamaya ihtiyacınız varsa ağlamalısınız, incindiyseniz açıklamalısınız. İnsanın kendisini denetlemesi iyidir ama bu duygularını ifade etmemesi anlamına gelmez. Duygularınızı doğru yöntemlerle ifade etmelisiniz. Kavga dili haklı insanı haksız duruma düşürür. Karşı tarafı savunmaya iter. Onun vicdanını rahatsız edecek duygu ifadesinin yolunu bulabilirsiniz. Üçüncü tutum: İşlenen suçu sopa gibi kullanmak Bazı insanlar sevdiklerinin hata yapmasından hoşlanır. Başkalarının hatası onun hatasını az gösterir. Bu hatayı sevdiğini denetlemek için sopa gibi kullanır. Böyle uygulamalar doğru yöntemler değildir. Aradaki sevgiyi uyandırmaz. Korku egemen bir ilişki iki tarafı da mutlu etmeyecektir. Başkasının hatasında kalbi kırılan kimse “Sen dili” ile değil “Ben dili” ile konuşmayı başarmalıdır. Semavi bağışlayıcılık idealdir ancak herkes başaramaz. Bağışlamayı zamana bırakan bir insan karşı tarafı suçlamak, yargılamak gibi kolay bir yol yerine kendini sorgulamak, öz eleştiri gibi ben dili’ni kullanmalıdır. “Suçun bir bölümü benim üzerimde” diyebilen bir insan gizlenmiş tehlikelerin oyununu bozacaktır. Dördüncü tutum: Ayrıntılara dalmak Acı olayları sürekli sorgulamak karşı tarafa kendini aşağılanmış hissettirir. Bazı insanlarda korkunç bir soru sorma ve merak dürtüsü vardır. Olayın ayrıntılarını dakikası dakikasına öğrenmek kötü niyetli bir dürtüdür. Halk arasında güzel bir söz vardır “Pisliği karıştırıp sonra kokuyor demek” gibi. Gerçekten hataların üzerine toprak örtmeyi başarabilmek çok zordur ama gereklidir. Hatasını kabul eden bir insana sürekli hesap sormak onu aşağılayacaktır. Kendini kötü hisseden bir insanda karşı tarafa sevgi duygularını uyandıramaz. Muhtemelen kaçınma davranışına veya kavga diline sebebiyet verilir. Beşinci tutum: Kendine güveni kaybetmek Olayları ayrıştırabilmek çok önemlidir. Eşiniz sekse mi düşkün, baştan mı çıkarıldı? Eşiniz sizin kötü bir eş olduğunuzu mu düşünüyor, yoksa zayıflık mı gösteriyor? Bu olay sizin çekici olmadığınız, sevilecek biri olmadığınız anlamına mı geliyor? Böyle bir kanaat insanı depresif yapacaktır. Ancak olayları ayrıştırarak düşünen bir insan “Benim hatam varsa bile böyle davranması gerekmezdi” diyerek kendine güveni kaybetmeyecektir. Kendisine değer vermek ayrı öz eleştiri yapmak ayrıdır. Bir insan kendine güveni kaybetmeden kendini sorgulayıp geliştirmenin yolunu bulabilir. “Bu olay bana neyi öğretti” diyebilmek bilgece bir yaklaşımdır. FEMİNİST KADINLAR Feminist kadın denildiğinde erkeklerden nefret eden, kadın-erkek ilişkilerini savaş alanı olarak gören, cinsel özgürlük tutkunu kadınlar anlaşılır. Gerçek feministler yalvaran erkeklerden hoşlanırlar. Erkeğe seks için ihtiyaç hisseder. Erkeği doğal düşman olarak görme eğilimi aslında erkek egemen kültürlere tepki olarak oluştu.Gerçekten de kadını ucuz köle olarak gören değer vermeyen güdülmesi gereken tutumlara sessiz kalınmamalıydı. Erkeklerin kadınlar üzerinde hakkı olduğu gibi kadınlarında erkekler üzerinde hakkı vardı.Bunu Hz. Peygamber veda hutbesinde söylemişti.Ancak uygulamada bu tam gerçekleşmedi.Günümüzde bu inanç çizgisindeki kişiler kadın-erkek ayrımını netleştirmelidirler. Allah’ın nazarında kadın ve erkek eşdeğerdedir.Kadın ve erkek birbirini tamamlamak için yaratılmışlardır. O halde erkek egemen veya kadın egemen hareketler sorgulanmalıdır. Erkeklere kadınsız , kadınlara erkeksiz yaşamayı önermeye kimsenin hakkı yoktur. Bu insanın psikolojik doğasına aykırıdır. Kadın erkek açısından sadakate dayalı güzel bir ilişkiden daha mutlu edici bir zevk kaynağı yok gibidir. Özgür ve bağımsız eş! Mutlu evliliği birbirlerine bakan iki eş değil birlikte dışarıya aynı noktaya bakmayı başarabilen kişiler oluşturur. İşletmecilikte bir kural vardır.Büyük yönetici farklı insanları aynı amaç etrafında benzer hareket şekliyle çalıştıran yöneticidir. Bu kural evlilikte de geçerlidir. İki farlı insan iyi bir evlilik hedefine farklılıklarını yaşayarak birbirlerini ezmeden ulaşabilirler. Evlilik psikolojik bir ihtiyaçtır. Bir çıkar ortaklığı değildir. Eşini para makinesi gibi gören, bozulan makineleri tamir ettiren, akan boruyu onaran insan gibi görmek bencilliktir. Fakat çok bağımsız kadın biliriz ki, kariyeri var, dolu hayatı, tatmin edici iş, ihtiyaçlarını gideren yardımcısı var ama bir erkeğe ihtiyaç hisseder.Evde kendisini bekleyen , gününü nasıl geçtiğini merak eden , onu umursayan , konuşacak birinin olması yani bir dostunun olması her iki cins içinde psikolojik doyum demektir. Evliliği cinsellik dışında dostluk ilişki sırtını dayayacağı dayanak , sığınacağı bir liman gibi düşünmek insanın doğasında vardır. Evlilik dostluk ise birbirine ruhen eşit ve tamamlayıcı olmalıdır.Kadın egemen ve erkek egemen hareketler evliliğin ruhuna aykırıdır. Gizli feministlik Evlilik danışmanları eski yıllarda ümitsiz , yalvaran , gözyaşları içinde bir kadın, duyarsız, otoriter , öfkeli bir koca örneğine çok rastlarlardı. Ancak son yıllarda , kocasının zevk almasını engelleyen “İki kaşığı varsa birini kır , onu devamlı gergin ip üstünde tut “ mantığıyla hareket eden , evde kontrolü elde tutmak isteyen eşlere çok rastlıyoruz. Feminist hareket kadın-erkek ilişkisini savaş alanı haline getirdi. Görünüşte ve söylemde feminist olmayan ama uygulamada feminist olan geleneksel kadın tipi evliliği savaş alanı haline çeviriyor. Özellikle kocasının ailesine karşı itici , dışlayıcı tutumları ile ona sahip olmak istiyor.Feminist bir bencillikte denebilen bu tutum sorunu bazı erkekler aman gerginlik olmasın diyerek teslimi silah ederek anne-babasına sırtlarını dönüyorlar. Bazı erkekler fizik güç kullanmaya kadar aşırı tepkilere girebiliyor. Geleneksel feminizmde erkek çocuğun annesinin de kendi geçmişinde benzer tutum içinde olduğu söylenebilir. Feminizm ister açık ister gizli olsun evlilikte romantizmi yok ediyor , sevgiyi azaltıyor, düşmanlık duygularını alevlendiriyor. Kayınvalide sendromu Evlilik danışmanlarının çok konuştuğu konulardan biriside anne-babalar. Kayınvalide ve pederi sevmek ancak aynı zamanda onlarla özgür olmak mümkün mü? Bir erkek çocuk da annesiyle güçlü , sıcak ilişki , bağ kurduysa bu övgüye layık bir durumdur.Evlendikten sonra annesinden onu incitmeden uzaklaşmayı başarmışsa bu tutum övgüye layık bir durum olacaktır.Bu durum iyi anneyi de mutlu edecektir. Genç kızlara iyi kocaların annelerini gerçekten seven erkekler olduğunu söyleyebiliriz.Böyle erkekler uzaktan sevmeyi de sürdürebilirler.Annelerine ve eşlerine güzellikle hayır diyebilmek kolay kazanılan bir beceri değildir.
BAŞARIDA ADANMIŞLIĞIN ROLU “ İnanç yapma gücünü harekete geçirir.” Çünkü inanç, güçlü inanç, aklı yol ve yöntemler ile nasıl yapılırı bulmak üzere harekete geçirir.“ “ Cesaretimi kaybetmiyorum, çünkü vazgecilen her yanlış girişim, ileri doğru atılmış yeni bir adımdır.” Thomas EDISON Edison’ un Asistanı: “ 700. denemede de başarısız olduk “dediğinde Edison: “ Hayır, başarısız olmadık , yapmamamız gereken 700 şey öğrendik.” diye cevap veriyor. “Tüm düşlerimiz gerçekleşebilir, eğer onları kovalayabilecek cesareti kendimizde bulursak.” Walt Disney Walt Disney Bataklık üzerine müthiş bir eğlence merkezi kurma kararı alıyor. Para için bankaları dolaşıyor tam 300. Bankadan kredi alabiliyor. Başaracağınıza inanmanız başkalarının size güven duymalarına neden olur. Bernard Shaw, yalnız beş yıl boyunca okula gitmiş olmasına rağmen, öylesine ünlü bir yazar olmuştur ki, 1925’ de Nobel Edebiyat Ödülü’ ne layık görülmüştür. İlk olarak, bir mağazanın muhasebe kayıtlarını tutmakla işe başlamış, sonra dört yıl süreyle veznedarlık yapmış. Bu arada yazarlıkla geçinmeye karar vermiş ve tam beş adet romanı artarda yazmış. Bunları İngiltere ve Amerika’ da ki yayın evlerine yollamış, hepsinden de red cevabı almış; ama yinede ümitsizliğe kapılmamıştır. Kendini tiyatro eleştirmenliğine vermiş , onda da başarılı olamamıştır. Denemelerinden vazgeçmeyerek, çalışmaya ve bu arada kendini geliştirmeye devam etmiş. Bu çabaları 21yıl süren Shaw, sonuçta bir dramaturg olarak tanınıp,ün kazanmıştır. Tüm başarılı insanlar, başarının engellemenin öbür tarafında filiz verdiğini bilirler. Anthony ROBBINS “Başarıya ulaşamayanların yüzde doksanı yenilgiye uğramamıştır… Sadece pes etmişlerdir.” Poul J. MEYER Morgan Freeman : •“21 yaşından beri bir duvara tosluyordum. Kendimi bildim bileli oyuncu olmak istedim. Araştırdım umut ettim, çaresizlik içinde yalvardım.” diyen Freeman, ın ilk ciddi beyaz perde deneyimi, 50 yaşındayken oynadığı “Street Smart” taki muhabbet tellalı rolüydü. (1998 itibariyle) Bu gün 61 yaşında olan aktör Hollwood’ un en çok arananı olmayı başarmıştır. FİLİMLERİ: “Driving Miss Daisy, Seven/ Yedi , Amistad, Kiss The Girls, Deep Impact/ Derin Darbe, Hard Rain, Unforgiven, Robin Hood, Glory/Zafer, The Shawshank Redemption/Esaretin Bedeli. KARARLILIK GENELLİKLE BAŞARI GETİRİR. Esaretin bedeli filminde Tim Robins (Endy) kütüphaneye 6 yıl boyunca kitap almak için para istiyor 6. Yılın sonunda istediğini devlet dikkate alıyor. Ve ona 200 dolar para gönderiyorlar. ( her hafta bir mektup gönderiyor bu da 312 mektup eder.) Endy bundan sonra her hafta iki mektub birden göndermeye başlıyor. Ve onu 200 dolarlık çekle başlarından atamayacaklarını anlıyorlar 500 dolarlık bir çek daha gönderiyorlar. * Wright Kardeşler’in uçağı keşfetmelerindeki yüreklilik ve kararlıklıklarına ne demeli? Dört yıl boyunca, şiddetli rüzğarlara ve bir çok kazaya direnerek, dayanılmaz koşullarda projelerini tasarladılar, kurdular, denediler. Ya şöyle deselerdi: “Zor dostum, zor! Haydi eve gidip unutalım bunu.” Yaşamları pahasına, düşlerinin yolunu izleyerek uğraştıkları bisiklet işinden de olmuşlardı. Ya şöyle deselerdi: “İşimizden olmaya deymez.” O zaman dünyanın her yerini bu kadar ziyaret edebilir miydik? * Sylvester Stallone Artistlik bürosuna baş vurduğunda “Hey! Sen bizim tam aradığımız insansın. Hemen gel, sana bir filimde rol verelim.” mi dediler sanıyorsunuz? HAYIR. Sylvester başarıya ulaşıncaya kadar rol üstüne ret cevaplarına dayanma gücü gösterdi. O işe başladığında binden fazla ret cevabıyla karşılaştı. O Newyork’ ta bulabildiği tüm artistlik bürolarına baş vurdu ve hepsinden de HAYIR cevabı aldı. Fakat O; zorlamaya denemeye devam etti. Ve sonunda “Rocky” filmini yaptı. O bin kez hayır cevabı almasına rağmen, bin birinci kapıyı çalma cesaretini göstermiştir. Siz ne kadar HAYIR cevabına dayana bilirsiniz? Yapılan anketlerde “Başaramayacağıma inandığım derslere çalışmak istemediğimden” maddesini işaretleyen öğrenci ne yapabilir ki ? Endişeleri düşünürsen başarısız olursun. Hep zaferi düşünmelisin. “İnsanlara inanırsanız olanaksızı başarırlar.” Nancy DORNAN Çocuklarımızı yenilgiye biz mi hazırlıyoruz? Tommy okulda bazı zorluklarla karşı karşıyadır. Sürekli sorular sorar, ama derslere yetişemez. Ne zaman bir şey denese başarısızlığa uğrar.Öğretmeni sonunda pes eder ve annesine onun öğrenemediğini ve asla bir yere varamayacağını söyler. Ama Tommy’ nin oğluna inanmaktadır. Evde oğluna ders vermeye başlar ve ne zaman başarısızlığa uğrasa ona umut ve tekrar denemesi için cesaret verir. Peki Tommy ‘ ye ne oldu dersiniz. O bir mucit oldu. Bin kadar patentin sahibi haline geldi. Bunların arasında fonograf ve ilk akkorlu elektrik ampulü de vardır. Onun adı Thomas Edison’ du. Eğer çocuklarımıza cesaret ve umut verirsek ne kadar ileriye gideceklerini kimse söyleyemez. Yıllar önce insanların acıya dayanıklılığını ölçmeyi amaçlayan bir deney yapılmış. Psikologlar bir insanın içi buz dolu bir kovaya ayaklarını çıplak olarak sokmalarını istemişler ve ne kadar dayanabildiklerini ölçmüşler. Sadece bir faktörün bazı insanların diğerlerinden iki kat daha fazla dayanabilmelerini sağladığını görmüşler. Bu faktörün ne olduğunu biliyor musunuz.? CESARET. Yanında kendine cesaret veren biri olan denekler, diğerlerine oranla acıya daha fazla katlanmışlar. Bir insan kendisine cesaret verildiğini hissettiğinde , olanaksız şeylere bile katlanabilir ve inanılmaz güçlükleri yenebilir. BİR HİKAYE Bu, bir kartal yumurtası bulup onu kır tavuklarının yuvasına koyan genç bir Amerikan kızılderilisinin hikayesi. Kartal yumurtadan çıkar civcivlere katılır. Tabii muhteşem renkleri, iri ve güçlü kanatlarıyla diğerlerinden farklıdır, ama diğer tavuklardan biri olduğuna inanarak büyür. Pislikleri eşeler, tohumları gagalar, gıdaklar, birkaç santim zıplayıp yeni bir şey gagalamak için kanatlarını döver . Çünkü tavuklar böyle yapıyordur. Bir gün gökyüzüne bakar ve inanılmaz bir yetenekle yelken uçuşu yapan muhteşem bir kuş görür.”Ne güzel bir kuş ! Nedir bu? “ diye sorar. “O bir kartal, “ cevabını verir tavuklardan biri, “bütün kuşların reisi. Ama aklına getirmeye bile kalkma, asla onun gibi uçamazsın.” Sonunda kartal bir kır tavuğu olduğunu düşünerek ölür. “Yenildiğine inanırsan, buna uzun süre inanırsan sonunda yenilgi bir gerçek olur.” Norman Vincent PEALE “İnandığı bir hedefe odaklandığında, hayatında birçok şeyi değiştireceğini bilen biri”. İşçi Sanders. Otoyolun kenarında bir lokantası vardı. Otoyol başka bir yere taşınınca lokantası iflasla burun buruna geldi. Ama o endişeye kapılmadı. Çünkü o biliyordu ki, endişelenmesi veya paniğe kapılması ona hiçbir şey kazandırmayacaktı. Onun için asla olumsuz düşüncelere fırsat vermedi. İşe başladığında ne kadar sermayesi vardı biliyor musunuz? Sadece bir piliç tarifi. Lokanta sahiplerine piliç tarifi satarak onlardan pirim almak size mantıklı geliyor mu? Ama bu iş Sanders’ in odaklandığı konuydu. O bunun hayatında bir fark yaratacağına inanıyordu. Kendinizi bir test edin. Böyle bir işi yapmak istiyorsunuz; acaba bu tarifi satmak için kaç lokantaya gidersiniz? Sanders’ in aldığı her hayır cevabı onu daha çok kamçılıyordu. “Bulacağım!” diyordu, “benimle iş yapacak lokantayı bulacağım!”. Tüm A.B.D.2 yi dolaşmıştı neredeyse. Geceleri arabasında yatıyordu. Hiç de rahat sayılmazdı, ama o buna aldırmıyordu. O hedefine odaklanmıştı aradığı lokantayı bulacaktı. 1009’ cu lokanta sahibiyle konuşurken Sanders ‘ ın beklediği şey oldu. Adam bu projeye ilgi gösterdi. Lokanta sahibiyle saatlerce konuştular. Lokanta sahibi hayalci bir insana “Evet” dedi. Evet cevabıyla birlikte Kentucky Fried Chicken efsanesi yazılmaya başladı. CENGİZ HAN Doğada gördüğü olumlu bir örnekten ilham alan 14. Yüzyıl Moğol imparatoru Cengiz Han’ ın öyküsü oldukça ilginçtir. Ordusu, güçlü bir düşman tarafından dağıtılmış. Düşman askerleri civarı gözden geçirirken, imparator terkedilmiş bir ağıda saklanıyormuş. Orada yatar ve kendini umutsuz ve mahzun hissederken, bir karıncanın bir mısır tanesini dik bir duvarın diğer yanına taşımaya çalışmasını seyretmiş. Mısır tanesi, karıncadan daha büyükmüş. Karınca, taneyi duvarın üstüne tam altmış dokuz kez taşımaya çalışmış. Altmış dokuz kez geriye düşmüş. Yetmişinci denemesinde, mısır tanesini tepeden diğer tarafa itmiş. Cengiz Han bağırarak ayağa sıçramış! O yılmaması gerektiğini anlamış. Kuvvetlerini toplamış ve düşmana savaş açmış. Sonunda imparatorluğu, Karadeniz’ den , yukarı Ganj nehrine kadar uzanmış.
Ben Neler Yapabilirim ? Bir kimsenin kendisine uygun mesleği seçebilmesi için önce kişisel özellikler ve mesleklerin özellikleri konusunda ayrıntılı bilgi sahibi olması gereklidir. “Ben neler yapabilirim ve ben edineceğim meslekten neler bekliyorum ? ” mesleklerin özellikleri ise “ilgilendiğim meslekler ne gibi özellikler gerektirmektedir ve ne gibi olanaklar sağlamaktadır.?” sorularına verilecek cevaplara açıklık kazanacaktır. “Ben neler yapabilirim” sorusuna cevap verebilmesi için kişinin yeteneklerini tanıması gereklidir. İnsanların çok çeşitli işleri değişik düzeylerde yapabildikleri bir eğitim programından yararlanmada bireyler arasında farklar olduğu bilinen bir gerçektir. Yetenek bir eğitim programından bireyin ne derece başarılı olacağının ipuçlarını veren bilgi ve beceriler bütünü olup, kalıtımla getirilen öğrenme gücünün çevre desteği ve deneyimle geliştirilmiş kısmını ifade eder. Meslek seçiminde dikkate alınması gereken yetenekler tanımlanmıştır. Bunlardan bazıları : Soyut Düşünebilme : Bu sözcük, sayı veya şekillerle ifade edilen soyut kavramları öğrenebilme ve bunları kullanarak akıl yürütme gücü olarak tanımlanabilir. Bu yetenek üniversite giriş sınavlarında sözel ve sayısal yetenek olarak ölçülür. Bu yeteneğe sahip kişilerin fizik, biyoloji ve sosyoloji gibi mesleklerde başarılı oldukları görülür. Akılcı Bir Dille Yazabilme : Sözcükleri ustalıkla kullanabilme, zengin bir kelime dağarcığına ve çağrışım gücüne sahip olma şeklinde tanımlayabileceğimiz bu yetenek, dil-edebiyat programlarında başarı için gerekli olan ve yazarlarda gözlenen özel bir yetenektir. Bu yeteneği, sözcüklerle ifade edilen kavramları kullanarak akıl yürütebilme yeteneği ile karıştırmamak gereklidir. Başkalarını Anlayabilme : İletişim sırasında karşıdaki insanın ne düşündüğünü, neler hissettiğini anlayabilme gücü olarak tanımlanan bu yetenek “eş duyum” (empati) olarak adlandırılmaktadır. Psikolojik yardım hizmetlerinde çalışan psikologların, psikolojik danışmanların, öğretmenlerin, hekim ve hemşirelerin yöneticilerin bu yeteneğe sahip olmaları mesleklerinde başarılı olmalarını sağlayabilir. Şekil İletişimini Görebilme : Şekilleri ayrıntıları ile algılayabilme, şekiller arasındaki benzerlikleri ve farkları görebilme gücünü yansıtan bu yetenek, teknik alanlarda ve plastik sanatlar alanında başarı için gereklidir. Uzay İlişkilerini Görebilme : Bu yetenek cisimleri üç boyutlu görebilme, bir şeklin düzlem üzerinde veya bir cismin uzayda hareketini göz önünde canlandırabilme (Mesela bir evin planına bakarak yapılmış hali) gücünü ifade eder. Tahmin edileceği gibi bu yetenek mimarlıkta, plastik sanatlarda, marangozluk ve terzilikte ve benzeri mesleklerde başarı için gereklidir. Mekanik Yetenek : Uzay ilişkilerini görebilme, şekil ilişkileri yetenekleri ile ilişkili olan bu yetenek, bir makinanın işyerindeki ilkeyi kavrayabilme, makinanın parçaları arasındaki ilişkiyi görebilme, makina desenleri çizebilme veya makinayı geliştirici fikirler üretebilme gücünü ifade eder. Makina tamiri ve yapımı alanında çalışanlarda bu yeteneğin çok güçlü olması gerekir. El – Parmak Becerisi : Elleri ve parmakları ustalıkla kullanabilme de bir özel bir yetenek olup kuyumculuk cerrahlık gibi küçük objelerle uğraşmayı gerektiren mesleklerde çalışanların bu yeteneklerin gelişmiş olması meslek başarısı için çok önemlidir. Göz – El İş Birliği : Düz bir çizgi çizebilme, bir hedefi uzaktan vurabilme gibi becerilerde ifadesini bulan ve yetenek, el – parmak becerisi gibi mimarlıkta, sanatta, kaynakçılıkta, marangozlukta ve cerrahi alanında başarı sağlanması için gerekli bir yetenektir. Kas Koordinasyonu : Güçlü kaslara sahip olmak ve bunları eş güdümle kullanabilmek de bir yetenektir. Bu yetenek tahmin edileceği gibi sporla uğraşan kimselerde çok gelişmiştir. Spor meslekleri yanında ritmik dans, bale gibi sanat dalları bu yeteneği gerektiren alanlardır. Renk Algısı : Bu yetenek renkleri ve aralarındaki ince farkları algılayabilme gücünü ifade eder. İç mimarlık dekorasyon gibi sanat dallarında, gıda üretimi gibi mesleklerde çalışanların renk körü olmamaları, renkleri iyi algılamaları gerekmektedir. Yapıcılık : Alışılmış olanın dışına çıkabilme, yeni ve değişik fikirler yöntemler ortaya koyabilme gücü olan yapıcılık her türlü çalışma alanında kendini gösterebilirse de bilim ve sanat çalışmalarında, teknik alanlarda, işletmecilikte kişi yapıcı gücünü daha fazla ortaya fırsatı bulabilir. Yukarıda tanımlananlardan başka müzik resim gibi,çok erken yaşlarda kendini gösteren sanat yetenekleri herkesçe bilinen ve belli çalışma alanları ile ilgili olan yeteneklerdir. Okullardaki çeşitli dersler ve ders dışında yapılan etkinlikler bu yeteneklerin kullanıldığı ve geliştirildiği çalışma alanlarıdır. Yeteneklerini tanımak isteyen bir kimse, okulda çeşitli konuları öğrenmeye çalışırken yaşadıkları üzerinde düşünebilir; hangi konuları daha çabuk ve kolay, hangilerini zorlukla öğrendiğine bakarak, yetenekleri hakkında bir fikir edinebilir. Bir kimse geçmiş başarılarını tarafsız bir tutumla değerlendirebildiği ölçüde yetenekleri hakkında doğru bir karar verir. Bir Kişinin Şahsiyetini Belirleyen Nedir ? Her şey. Bir bireyin şahsiyeti, hoş veya sempatik, arkadaşça ve kötü huylu veya hoş olmayan veya şüpheci veya hemen savunmaya geçer gibi (çok sık olarak yapmaya alıştığımız şekilde) sınıflandırılamaz. Bir bireyin şahsiyeti bu bireyin bugün toplam olarak ne olduğudur. Giyimi yiyecek tercihi, zevk aldığı ve kaçındığı konuşmalar, jest ve mimikleri, düşünceleri meseleleri ele alış tarzı. Her bireyin şahsiyeti bir başkasından tamamen farklıdır. Şahsiyet ; kalıtım, yetiştirilme, öğrenim veya öğrenimsizlik, çevre, iş ve eğlence deneyimleri, anne-babanın tesiri, din gibi etrafımızdaki tüm sosyal etkenlerin bir eseridir. Tüm bu etkilenmelerden insanlar hayatta karşılaştıkları ile (işle birlikte yaşama ile, yaşayışla, başarı ve başarısızlıkla) başa çıkabileceği bir şekilde şahsiyetini şekillendirmeyi öğrenir. Sonuç olarak şahsiyet, her bireyin hayatla kendisine has mücadele yolunun toplam ifadesidir. İnsanlar Niçin Çalışır ? İki nedenden dolayı ; birincisi, getirdiği para ve paranın satın aldığı gereksinimler ve zevkler için; ikincisi, diğer insanlarla beraber olmak veya kişisel başarma duygusu gibi çalışmanın getirdiği tatmin. Çalışanların çoğu için hangi karşılık daha önemlidir, para mı yoksa iş tatmini mi ? Bu kişiye bağlıdır. Şüphesiz çoğumuz her ikisi için çalışıyoruz. Ancak kişisel yaşantımız için yeteri kadar çok bir gelir olmadığı sürece, iş tatmini arka planda kalır.
SÖZLÜ SINAV STRESİ Sözlü sınavlardan korkmak, sınavın yarattığı “ya başaramazsam” korkusundan öte topluluk önünde konuşma zorluğunun da sıkıntısını içerir. Bu nedenle sözlü sınavlara hazırlanırken iki noktaya dikkat edilmelidir. Birincisi; bilgi yönünden hazır olabilmek diğeri de topluluk önünde konuşabilmede rahat olabilmektir. Sözlü sınavlara bilgi açısından hazırlanma planlı çalışmakla ilgilidir. ışlenen dersleri günü gününe çalışan, verilen ödevleri yaparak geçmiş konuları sürekli tekrarlayan ve dersi anlayarak öğrenen bir öğrenci sözlü sınava bilgi yönünden hazırlanmış olur. Ders çalışmayla ilgili önemli tekniklerden biri; önce konunun tümünü okuyup genel bir görüş kazanmaktır. Sonra konuyu; bölüm bölüm ve bütün olarak kişinin kendi kendisine anlatması gerekmektedir. Kendi kendine anlatma çalışması; konunun kişi tarafından iyi anlaşıldığının bir göstergesi olması açısından sözlü sınavlarda önemlidir. Bu çalışma bir anlamda sınav öncesi bir prova niteliği taşımaktadır. Sözlü sınavlarda edinilen beceriler; daha sonra öğretmenle kurulan diyaloglarda ve sınıf içerisinde derse katılma boyutlarında yararlı olacaktır. Sözlü olarak kişinin kendini daha rahat ifade edebilmesi toplum önünde yapacak olduğu konuşmalarda ve katılacak olduğu tartışmalarda kendisine yol gösterecektir. YAZILI SINAV STRESİ Sınava girmeden önce “sınavda başarısız olacağım” düşüncesi, kişinin sınavı gerektiğinden fazla büyütmesinden ve sınavda hangi soruların çıkacağının bilinmemesinden kaynaklanan bir durumdur. Ders çalışırken sınavda sorumlu tutulan konuların hepsine değil de bazılarına çalışılması sınav öncesinde ve sınav esnasında daha çok gerginlik yaratmaktadır. Böyle bir durumda, belirsizlikleri en aza indirmek için sınavda sorumlu tutulan her konuya çalışılması gerginliği büyük ölçüde ortadan kaldıracaktır. Sınava hazırlanma aşamasında yapılan en büyük yanlışlık sınavın olacağı günün bir gün akşamından çalışmaktır. Okunan bilgiler hem kısa süreli akılda kalacak hem de tam bir öğrenme sağlamayacaktır. Okulda öğretilmeye çalışılan bilgilerin ilerdeki lise döneminde ve üniversite sınavına hazırlık aşamasında gerekli olacağı düşüncesiyle çalışılması “bu bilgileri neden öğreniyorum?” sorusuna güzel bir cevap olacaktır. Yazılıya hazırlanma aşamasında dikkat edilmesi gereken konular şöyle sıralanabilir; Dersleri günü gününe çalışmak için günlük – haftalık plan hazırlamak, özellikle sosyal derslerle ilgili kısa kısa önemli konuları içeren özetler çıkarmak, ezberlemekten öte konuyu çok iyi anlamaya çalışmak, hafta sonunda ağırlıklı olarak o dersle ilgili sorular çözmek için zaman ayırmak ve sınavda sorumlu tutulan tüm konuya çalışıp sınav öncesi çalışılmayan yerle ilgili kuşkuları ortadan kaldırmak gerekmektedir. Tüm bu sorumlulukları yerine getiren bir kişi, sınav öncesinde sınavla ilgili tüm yerlere çalıştığı için daha iyi not alabilme şansını artıracaktır.
Aşağıda çocuğunuzun okul başarısını arttırma adına uygulayabileceğiniz pratik öneriler sunuyoruz. 1 – Sorumluluk duygusunu arttırmaya çalışın 2 – Yaşına uygun yapabileceği görevler verin 3 – Başarılı olmuş kişileri ona sevdirin ve örnek gösterin 4 – Kendine güvenmesini sağlayın 5 – Okul arkadaşları ile iyi ilişkiler kurmasını sağlayın 6 – Onda yapamayacağı şeyler istemeyin 7 – Onunla birlikte vakit geçirin kendini ifade etmesini sağlayın 8 – Onun okul başarılarını uygun bir şekilde ödüllendirin 9 – Ona her zaman cesaret verin ve konuşun 10 – Aile içi huzuru ve sevgi ortamını onun için hazırlayın 11 – Onun kapasitesinden daha fazla beklentilere girmeyin 12 – Uyku düzeninin bozulmamasını sağlayın 13 – Ders çalışırken belli aralarla dinlenmesini sağlayın 14 – Yaşıtları ve başkaları ile onu kıyaslamayın 15 – Onunla mümkün olduğu kadar nitelikli zaman geçirin 16 – Çok aşırı dres yapmasını sınırlayın
Renk ve rengin özellikleri Işığın cisimlere çarptıktan sonra yansıyarak gözümüzde bıraktığı etkiye renk denir. Renk kavramı içinde birbirinden farklı dalga boylarına sahip, kendi fiziksel sınırları içinde farklı tonlara, doygunluklara ve değerlere ulaşabilen ışın gruplarını tanımlamak gerekir. Bir rengin yansıttığı ışık miktarına göre bir “değeri”, aynı renk ailesinin değer ve doygunluk açısından ayrılan ancak yakın ilişkileri görülen derecelenmeye bağlı “tonu”, görsel şiddetine ve saflığına göre de bir “doygunluğu” söz konusudur. İnsanlarda renk duygusunun oluşması için bir cisimden yansıyan ışığın yanısıra, gelen ışık karşısında normal çalışan bir göz ve beyinde kusursuz bir görme merkezi gerekir. Bu bağlamda renk şu üç sistemde incelenir: a) Psikolojik sistemde renk: Beynimizde uyanan bir duyumdur. b) Fizyolojik sistemde renk: Çeşitli ışık cinslerinin göz retinası üstündeki sinirler vasıtasıyla oluşturduğufizyolojik olaylardır. Sinir sistemlerimizde renk mevcuttur. c) Fiziksel sistemde renk: Işığın hangi dalga uzunluklarını hangi oranda bulundurduğuna dair, ölçülerle rakamlarla ifade edilebilen değerleridir. Göz bu dalga titreşimlerini renk sinirleri vasıtasıyla beyne gönderir ve renk görülür (Çağlarca, 1993). Kısaca, ışığın göze gelmesi fiziksel, bu ışınlar karşısında gözde meydana gelen işlemler fizyolojik, ışınların gözde algılanması olayı psikolojik olaydır. Çevreyle olan duyusal etkileşimimizin ağırlıklı kısmı, ışık ve renk uyaranlarının oluşturduğu görsel algılamalarımıza dayanmaktadır. Işık frekansının belli bir orandaki yoğunlaşması sonucunda ortaya çıkan renkler, içerdikleri düşük ya da yüksek titreşimli enerjileriyle insan psikolojisi ve davranışları üzerinde etkili olmaktadırlar. Renklerin psikolojik etkileri, insanın zihinsel aktivitelerini, fiziksel performansını, psiko sosyal durumunu etkilemekte, insan-donanım-çevre sistemi içinde önemli bir rol üstlenmektedir. Rengin psikolojik etkileri Psikolojik etkilerine göre renkler sıcak ve soğuk olarak sınıflandırılır.Sıcak renkler, dalga boyu yüksek olan sarı, kırmızı ve turuncudan oluşur. Bunun yanı sıra dalga boyu daha düşük olan soğuk renkler ise mavi, mor ve yeşildir. Sıcak renkler daha çabuk algılanabildikleri ve görsel düzen içinde görünebilir olduğu için bize yakın olma hissi uyandırır. Soğuk renklerin ise geriye çekilme etkisi vardır, uzaklık hissi doğurur (Uçar, 2004) Sıcak renkler, izleyeni uyarır ve neşelendirir. Fiziksel gücü, enerjiyi, dinamizmi arttırır, metabolizmayı hızlandırır; fazlası ise heyecan, yorgunluk, şiddet, saldırganlık ve konsantrasyon güçlüğü yaratabilir. Örneğin, Amerikan otomobil kuruluşu, kırmızı renkli otomobil kullananların diğer renklerde araç kullananlara göre daha mfazla kaza yaptıklarını belirlemiştir (Becer,1999). Ayrıca, trafik işaretlerinde örnek teşkil ettiği gibi, tehlike ve yasakların belirtilmesinde kırmızının, dikkat, uyarı amaçlı olarak sarı rengin kullanıldığı görülür. Turuncunun dışa dönüklük, girişimcilik, sosyallik sağladığı, sarının şeffaflık, hafiflik, serbestlik duygusu uyandırdığı da ortaya konmaktadır. Sıcak renkli cisim ve mekanların daha yakında ve büyük göründükleri bilinir. Örneğin büyük mekanların küçük görünmesi istendiğinde sıcak renkler kullanılması uygun olduğu gibi, küçük mekanların da soğuk renklerle boyanarak daha büyük algılanması sağlanabilir. Soğuk renkler ise yatıştırıcı ve dinlendiricidir; güven, huzur, üretkenlik, sorumluluk, düzen, ferahlık, barış, özgürlük gibi duyguları çağrıştırır. Düzeni ve rahatlık duygusunu çağrıştırması nedeniyle resmi giysiler ve üniformalarda mavinin tercih edilmesi, hastane odalarında, ameliyat giysilerinde parlamayı önlemesinin yanında, negatif enerjiyi alması, güven ve huzur telkin etmesi nedeniyle yeşilin kullanılması birer örnektir. Soğuk renkler aşırı dozda kullanıldıklarında ise kasvetli, hatta moral bozucu, bir etki yaratabilirler; tembellik, ağırkanlılık, hayalperestlik, duygusallık uyandırabilirler. Işığın tamamen yutulduğu ya da yansıtıldığı birer renksizlik durumu olan siyah ve beyazın ise meydana mgetirdiği bazı psikolojik çağrışımlar söz konusudur. Siyah, güç, tutku, otorite, ciddiyet, resmiyeti temsil ederken; beyazın temizlik, saflık, istikrar, teslimiyet gibi çağrışımları söz konusudur. Gelinlik ve hemşire giysilerinin beyaz olması bu masumiyet, arılık ve hijyen duygusuna dayanır. Rengin, objelerin algılanan ağırlığı, mekanlarda geçirilen sürenin uzun ya da kısa hissedilmesi üzerinde de etkili olduğu saptanmıştır. Ağırlık etkisinin kırmızı, mavi, turuncu, yeşil, sarı gibi bir sıralamayla azaldığı belirtilmiştir. Ayrıca yapılan tahminler, sıcak renklerin hakim olduğu mekanlarda geçen zamanın gerçek sürenin üstünde olduğu, soğuk renklerle renklendirilmiş mekanda geçirilen sürenin ise gerçek sürenin altında kaldığı yönündedir. (Aydınlı, 1989). Yapılan deneylerde, renklerin bireyin koku ve tat alma duyuları üzerinde de etkili olduğu saptanmıştır. Örneğin sarı ve yeşilin ekşi, turuncu, sarı ve kırmızının tatlı, mavi ve yeşilin acı, soluk yeşil ve açık mavinin tuzlu tatları çağrıştırdığı, yeşilin çam kokusunu, eflatunun parfüm kokusunu çağrıştırdığı saptanmıştır (Teker, 2003). Renklerin insanda yarattığı psikolojik etkilerin iyi bilinmesi durumunda, etkisi güçlendirilmiş mekanların elde edilebilmesi kolaylaşacaktır. Renklerin, mimaride kullanımında, bilinen özelliklerin özenli bir denge içinde değerlendirilmesi gerekir. Bir renk, eşyayı olduğundan daha büyük gösterirken, duvarlarda kullanıldığında odayı olduğundan daha küçük gösterebiliyor. Renklerin insanın duygusal yaşamını etkileme özelliği de, mimaride sürekli kullanılır. Çünkü renkler, insanların duyu organlarındaki algılamayı etkiler. Örneğin bir eşya herhangi bir renkle sert görünürken, diğer bir renkle yumuşak görünebilmektedir. Yine bazı renkler insanların seslere duyarlılığını arttırmakta, bazıları da azaltmaktadır. Bir başka araştırmada, bir içecek, rengi yüzünden daha tatlı algılanabilmektedir. Sonuç olarak renkler insan duyularını belli ölçülerde yanıltabilmekte ya da yönlendirebilmektedir. Renkler, objelerin büyüklüğünün farklı algılanmasına neden olurlar. Bir eşya, soğuk renklerle daha küçük, sıcak renklerle daha büyük görünür. Yine soğuk renkli eşyalar daha uzakta, sıcak renkli eşyalar daha yakında hissedilir. Evin içindeki odanın duvarları, sıcak renklerin koyu tonlarından biriyle boyandığında, duvarlar daha yakın görünecek, bu yüzden de oda olduğundan daha küçük algılanacaktır. Eğer tavan koyu bir sıcak renge boyanırsa basık görünecektir. Oysa bu evin dışı sıcak renklerden biriyle boyansa, ev olduğundan büyük gibi hissedilecektir. Mimaride, sıcak ve soğuk renklerin bu özellikleri, bir binayı ya da odayı olduğundan büyük ya da küçük göstermek için sıklıkla kullanılır. Örneğin bir koridorun kısa kenarı soğuk, uzun kenarı sıcak renge boyanarak, koridor geniş, gereksiz uzunluğu da kısa gösterilebilir. Yine mimaride, zamanın yavaş geçmesinin istendiği yerlerde sıcak renkler önerilir. Zamanın olduğundan hızlı geçmesinin istendiği yerlerde ise soğuk renkler tercih edilir. Örneğin, binaların misafir odaları soğuk renklerle boyalı olduğunda, insanlar rahatsız olmadan uzun süre bekleyebilirler. Doğal ışığın az olduğu mekanlarda sıcak renkler kullanılır. Sıcak renkler ortamı daha ışıklı gösterir. Doğal ışığın fazla olduğu mekanlarda ise soğuk renkler ışık düzeyini dengeler. Mekanın ısısını olduğundan yüksek göstermek için yine sıcak renkler kullanılır. Çok sıcak ortamlarda ise soğuk renklerle görsel ısı dengesi sağlanır. Ana renklerin dışında olan siyah, beyaz, gri ve kahverengi, genellikle yapı malzemelerinin doğal renkleri olmakla mekan kurgusu açısından özel önem taşımaktadır. O yüzden bu başlık altında bazı özelliklerine değinmekte yarar vardır. SİYAH : Bu rengin, ışığı emici bir özelliği vardır. Bundan ötürü mekanı küçük göstermenin en etkili yoludur. Siyah, çok yoğun ve ağır enerjiler taşır. Kullanıldığı yerlerde dikkatli olmak gerekir. BEYAZ : Siyahın zıddıdır. Yani ışığı yansıtır ve mekanı alabildiğince geniş gösterir. Ayrıca her türlü renkle uyuştuğundan kullanım alanı geniştir. Fakat çok yoğun kullanıldığında donuk ve soğuk bir atmosfer yaratacağı gözden uzak tutulmamalıdır. GRİ : Siyahla beyaz arasındaki dengeyi gösterir. Genel olarak sıkıcı ve yoğun enerji yayar. Çoğunlukla fon rengi olarak kullanılır. Grinin açık tonları parlak renklerle kontrast oluşturur, yumuşak renklerle uyum sağlar. KAHVERENGİ : Bağlılığı ve toprağı sembolize eder. Yoğun bir enerji taşıdığından ölçülü kullanılmalıdır. İnsana kendine güven ve emniyet hissi verir. Tamamlayıcı renk olarak açık turuncu yeşil ve turkuaz kullanılabilir. RENKLERLE ETKİLEŞİM Bazı renkler, beynimizin sahip olduğu yüksek frekansları daha rahat etkiler. Çünkü onlar daha yüksek dalga frekansına sahiptir. Bazı renkler ise düşük frekanslıdır ve düşük enerji değerlerinde faaliyet gösteren vücut bölgelerimizle etkileşim içinde bulunurlar. İnsan bedeni, bir çok enerji alanına bölünmüştür. Bedenimizi çepeçevre saran bu enerji alanları, vücudumuz ve onun hayati fonksiyonlarıyla sıkı sıkıya bağlıdır. Vücudumuzu bulut gibi saran bu enerji alanı, ışık, renk, elektrik, ısı, ses, manyetik ve elektromanyetik etkiler ile sürekli bir etkileşim içinde bulunur. Bunları bilimsel olarak ölçmek mümkündür.” diyor Ted ANDREWS[i] ve devam ediyor : “Renk bir ışık frekansının belli oranlarda yoğunlaşması sonucunda ortaya çıkar. Bu özellikleri ile, uyarıcı oldukları kadar çökkünlük yaratıcı, yapıcı oldukları kadar yıkıcı, itici ya da çekici olabilirler. Buradan yola çıkarak her rengin bazı tedavi edici ve dengeleyici unsurlar taşıyabileceğini söyleyebiliriz.” Bu bilgileri, bedenimizin içinde yaşadığı mekanlara yansıtırsak, mekan kurgusunun içerdiği amacın da renklerle desteklenebileceği, bu etkinin doğru renklerle güçlendirilebileceği, yanlış renklerle zayıflatılacağı sonucuna da varabiliriz. Biraz daha düşündüğümüzde, çevremizdeki renkleri seçmenin, “ben böyle istedim” demekten başka bir açıklama getiremeyen mimarın ya da dekoratörün seçimine terk edilecek kadar basit bir iş olmadığını anlarız. AURA İnsan vücudunu çepeçevre saran ve onun içine işleyen spektrum alanına yani elektromanyetik bölgeye AURA denir. Yunanca “esinti” ya da “meltem” anlamına gelir. Auranın temel görevi, atmosferdeki beyaz ışığı emerek temel renklere ayırmak ve enerjilerinden yararlanmak üzere ilgili güç merkezlerine yani çakralara iletmektir. Sağlıklı bir insanın aurasındaki renkler canlı temiz ve pürüzsüzdür. Yorgunluk ve fiziksel sağlık sorunları, auranın canlılığını doğrudan etkiler. Olumsuzluktan etkilenen bölgelerde benekler, enerji okları ve gereksiz parçacıklar oluşur. Giderek enerji kaybına yol açan çatlaklar ortaya çıkar. Aura; üç katmandan meydana gelir. Vücudun içine işlemiş olan ilk katmana “eterik alan” denir. Bu katman; güneşten, gezegenlerden, atmosferden ve çevremizden gelen hayati enerjileri bedenimize ileten bir araçtır. Yaklaşık 10 cm kalınlığındadır. Çevresine çoğunlukla mavi ve gümüşi bir parlaklık saçar. Diğer katmanlara göre daha yoğun titreşimlere sahiptir ve daha katıdır. Omuz ve baş çevresi, en çok yoğunlaştığı bölgelerdir. İkinci bölge “psikolojik alan” olarak adlandırılır. Genişliği yaklaşık 1 m dir. Fakat bu kalınlık bireyin duygusal durumuna göre değişim gösterir. İlk bölgeye göre yoğunluğu daha düşüktür. Dördüncü boyutla ilişkilidir. Uzay ve zaman kavramları bu bölgede nötralize olur. Yani boyutsuz hale gelir. Üçüncü bölge “zihinsel ya da ruhsal alan” dır. 2.5 m genişliğindedir. Karakter yapısına göre bu genişlik artabilir. Sürekli hareket halindedir. Beşinci boyut ile bağlantılıdır. Diğer canlılarla ve varlıklarla, bu alan vasıtası ile ilişki kurarız. Dördüncü farklı bölge, ilk üç katman arasında uyum bölgesi olarak yer alan “çift eterik alan”dır. Görevi; ana katmanlara enerji taşıyarak onları desteklemektir. Bu ara katmanlar oksijeni toplayıp, karbondioksiti tahliye ederek, hücre duvarını oluşturan gözenekli zarlara benzer görev üstlenirler.. Bir başka yaklaşımla, işlev bakımından atmosferi dengede tutan ve hayati fonksiyonları destekleyen, mor ışınları süzen ozon tabakasına benzetilebilir. Daha önce ancak bu konuda özel yeteneği olan kişilerce algılanabilen aura ilk kez, Londra’daki St. Thomas hastanesinde Dr. Walter J. KILNER tarafından geliştirilen mor ötesi spektrumun görünmez enerjisine duyarlı bir ekran sayesinde görünür hale gelebilmiştir. Semyon ve Valentine KIRLIAN tarafından bulunan, auradaki renk ayrımlarını algılamayan, sadece doğal enerji alanlarını görüntüleyen Kirlian fotoğrafçılığı ile aura görüntülenmesini karıştırmamak gerekir. Vücudun yaydığı elektriksel ve manyetik enerjiler, beyin dalgalarını ölçen EEG gibi modern cihazlarla da ölçülebilmektedir. İnsanın yayınladığı ışınlar, yatay ve dikey olarak çeşitli uzunluklarda çevreye yayılır. En uzun ışınlar parmaklardan, dizlerden ve kalçalardan çıkanlardır. Buradaki elektromanyetik spektrum gözle görülen ve görülmeyen enerjilerden oluşur. Auradaki spektrum, görünür ışıklara göre farklı bir bölgede yer alan fakat güneş ışığınınki ile tamamen paralellik gösteren bir özelliktedir. Sekiz renkten oluşan sistemimize vücudumuzda sekiz temel çakra karşılık gelir. Bu renkler değişik hızda hareket eden ışınlar ya da dalga boylarıdır. Spektrumun bir ucunda, dalga boylarının yavaş hareket ettiği ve uzun çizgiler meydana getirdiği yerde kırmızı renk oluşur. Dalga boylarının hızlı hareket ettiği ve kısa çizgiler oluşturduğu diğer ucunda ise daha az yoğunluktaki renkleri, örneğin maviyi ve moru fark ederiz. Bizim renk olarak algıladığımız bu dar aralığın dışında; kızıl ötesi ve mor ötesi ışınları, gamma ışınları, x ışınları, kozmik ışınlar ve radyo dalgaları gibi bir çok değişik ışın bölgeleri vardır.. Görünür ışık bölgesi tüm spektrumun ancak yüzde beşi kadar bir alan kaplamaktadır. ( Şekil s:108 ) İnsanlar kendi manyetik atmosferlerine bağlı olarak karakterlerini oluştururlar. Kişilerin duygu dünyası ve genel mizaçları, söz konusu manyetik atmosferin bir ürünüdür. İnsandaki fiziksel, zihinsel ya da ruhsal değişimler, anında aurasına yansır. Örneğin aurasında kırmızı renk eksikliği bulunan bir kişi, içe kapanık ve ciddi bir karaktere sahiptir. Fiziksel olarak ta düşük tansiyondan şikayet eder. Öte yandan aurasında yoğun bir kırmızı olan kişinin çok dışa dönük bir yapıda olduğu gözlemlenir. Bu iletişim karşılıklıdır. Edgar CAYCE’ya göre insanın en sevdiği renk, aurasında en ağırlıklı olarak bulunan renktir. Bir gün aura renklerine dıştan müdahale yöntemleri bulunduğunda birçok sorunun kolaylıkla çözülebildiği görülecektir. Renk konusunda yapılan araştırmalardan elde edilen bulgular Renklerin insanda uyandırdığı fizyolojik ve psikolojik etkiler göz önüne alındığında hareketlerimizi ve reaksiyonlarımızı etkilediği ortaya konulmaktadır. Renk konusunda yapılan araştırmalarda renkle ilgili bulgulardan bazıları şöyledir: Sayfa üzerine konulan renkli kapakların, görsel stresi ve başağrısını azalttığı, -aydınlatma ve metin özellikleri de dikkate alınarak- okul çağındaki çocukların %25’inde okuma hızını arttırdığı tespit edilmiştir. (Wilkins, 2001) Uyarıcı tasarıma ait mevcut standartlar ve talimatlarda, kırmızı, turuncu ve sarı renkleri tehlike, uyarı ve mönlem sinyalleri olarak uygulanmaktadır. Katılımcılar üzerinde yapılan deneylerin sonuçları, yaralanma olasılığı, okunabilirlik, ürünün fark edilirliğine dayalı algılanan risk değişkenleri açısından renkle sunulan işaretlerin, etiketlerin, siyah-beyaza oranla çok daha okunaklı ve fark edilir olduğunu ortaya koymuştur. (Braun , Mine and Silver , 1995) Renk görsel işlemlerde dikkati destekleyen, ekrandaki enformasyonu hızla düzenleyip, yapılandıran bir faktör olarak bilgisayar sunumlarında büyük önem taşır. Bilgisayar ortamına aktarılmış haritalardaki renk kullanımı da bir tür coğrafik bilgi sistemi gibi ele alınarak, renk ve şekille tanımlanmış harita sembollerinin oluşturduğu örüntülerin algılanmasında işten beklenen bilişsel taleplere de bağlı olarak önemli rol oynar. (Smith, Dunn, Kirsner and Randell ,1995) Bilgisayar destekli öğretimde ekran rengiyle dersler arasındaki etkileşimi araştıran çalışmalarda her ders bölümü için ayrı bir renksel tema kullanıldığında hafıza testlerinin etkili olduğu gözlenmiştir. Sonuçlar, ekran rengiyle, ders görevleri arasında bir etkileşim olduğunu, hafıza içerikli bir etkisi olduğunu ortaya koyar. (Clariana, 2004) Web sayfalarındaki linklerde mavi rengin kullanımına ilişkin eleştirilerde mavi rengin zor kavranır, dalga uzunluğundan dolayı odaklanma etkisinin az olduğu vurgulanır.Yaşlanmayla birlikte mavinin algılanmasındakihassaslığın arttığına dikkat çekilerek, retinanın merkezinde maviye hassas konik duyargaların yoksunluğu nedeniyle küçük nesnelere karşı bir mavi körlüğünden söz edilmektedir. Konik duyargaların %64’ü kırmızıya duyarlı olmasına rağmen dış kenarlara doğru azaldıkları için ilk etapta rahatlıkla gözükmezler. Algılamanın ilk aşamasında maviye duyarlı konik duyargalar, ikinci aşamasında kırmızıya duyarlı konik duyargalar devreye girer. Sonuç olarak mavinin küçük objeler için değil ama zemin rengi için uygun olduğu söylenebilir. Sıcak renkler (kırmızı , sarı, turuncu gibi) aktif durumları göstermede, dikkat gerektiren durumlarda kullanıcının katılımını sağlamada kullanılır; soğuk renkler (yeşil, mavi, mor gibi) ise arka planı göstermede ve enformasyonu konumlandırmada etkilidir. (Pearson and Van Schaik., 2003) Bu konudaki diğer bir araştırmada da renk kombinasyonlarının doğruluk payı, araştırma ve reaksiyon hızı üzerinde etkili olduğunu saptamıştır. Ek olarak bu kombinasyonlar tercih ve sunum kalitesi ve performans müzerinde de etkilidir. Mavinin üst renk (metin rengi) olarak uygun olmadığını söyleyenlerin yanı sıra beyaz zemin üzerinde etkili olduğunu ortaya koyanlar da vardır. (Ling and Van Schaik, 2002) Deneysel veriler, parlaklık ve renk tonlarına dayalı kombinasyonların görsel tercihleri ve okuma hızını etkilediğini ortaya koymaktadır. Okuma hızının geliştirilmesi açısından üst rengin zemine göre daha koyu ve mdaha az doygun; görsel tercihleri geliştirmede ise zemin renginin daha koyu ve üst rengin daha doygun olması gerektiği ortaya konmaktadır. (Wu and Yuan, 2003) Çalışma yeri rengi, çalışanların durumunu, tatminini, motivasyonunu ve performansını etkileyen bir çevresel faktördür. Sıcak renkleri insanları dışa odakladığı, çevreyle olan farkındalıklarını arttırdığı; soğuk renklerin ise içe döndürdüğünü, görsel ve zihinsel işlere odaklanmayı sağladığı görülür. Kırmızı saldırganlık, kızgınlık, gerilim, heyecan, mutluluk, dinamizm ile birlikte anılmakta, mavi, yeşil rahatlama, konfor, güvenlik, barış, huzurla ilişkili olmaktadır. Çalışma yerlerinde çevreyi izleyen öğrencilerin duygu ve düşünceleri üzerine yapılan anketlerde, mavi odada kırmızı odaya göre kendilerini daha sakin ve iyi hissettiklerini belirtmişlerdir. Çevresel ilişkiler açısından mavi sakinleştirici, kırmızı güdüleyici bir renk olmakla birlikte, çevre renklerinin işin niteliğine uygun seçilmesi gereklidir. (Stone , 2003), Bilgisayar sunumlarında renge dayalı kodlama metodolojisi kullanıldığında monokrom veya katmanlanmamış sunumlara oranla hedefe ulaşma süresinde belirgin azalma görülmüştür.Görsel katmanlama geniş olarak kartografi ve haritamsı bilgisayar gösterimlerinde kullanılır. Renk kullanımı burada katmanların ayrımlaşmasını ve yüksek fark edilirliğin oluşmasını sağlar. Görsel katmanlaşma bir anlamda öğrenme sürelerinin kısalmasında ve hata oranlarının azalmasında etkilidir. (Laar and Dehse, 2002). Renk katmanlarının yoğunlukla kullanıldığı diğer önemli bir alan da üç boyutlu tasarım ve üretim yazılımlarıdır. Verilerin ayrı katmanlar halinde değerlendirilerek, düzenlendiği ve son aşamada birleştirildiği bu uygulamalarda gerekli değişikliklerin hızla ve kolayca yapılabilmesi, zaman, emek ve enerji kayıplarını da en aza indirgemektedir. Günümüzde iş göreninin vazgeçilmez aracı olan bilgisayarların yazılım ve donanım bileşenleriyle birlikte insanın yeteneklerine uyum sağlaması önem arz etmektedir. Bu uyum sorunu gerek bireyin işe alınmasında bilişsel ve psikolojik niteliklerin tespitinde, gerekse möbilgisayar sistemlerinin tasarımında ve neticede her türlü bilişim sistemlerine dayalı iş tasarımlarında dikkate alınmak durumundadır. Yazılımlar açısından insan niteliklerine olan duyarlılık daha belirgin ve tasarımı da daha zordur. Özellikle paket programların ortaya çıkmasıyla beraber kullanıcı ara yüzleri bilgi iş görenlerinin iş verimliliğini etkileyen en önemli faktörler arasında yer almıştır. Burada algılama, bilginin görsel olarak sembolizasyonu, grafik tablolama, biçimin yanı sıra renk de kullanıcı açısından bilgilerin anlaşılmasında önem arz etmektedir. Geleceğin yaşam ve iş dünyasında bilgi iş göreninin mverimlilik sorunu artan bir şekilde yöneticileri meşgul edecek ve bilişsel ergonomi alanındaki çalışmalar önem kazanacaktır (Akova, 2000). Renklerin doğru kullanıldıklarında performansı ve verimliliği arttırıcı özelliklerinin yanısıra, bilinçsiz kullanıldıklarında yorulma, stres artışı gibi durumlar yaratabilir, görsel algılamayı düşürebilir, görme gücüne zarar verebilir, çalışanların hata oranını arttırabilir; yönlenme ve güvenliği olumsuz etkileyebilir. Renk ve Işıklar Çevremizle ilgili algılarımız ve izlenimlerimizin çogu görsel duruma baglıdır. Bir mekanın insanlar tarafından nasıl algılandıgı ve insanların bu algılama işlemi sonucunda mekana yönelik oluşan tepkileri, mekanın nasıl sunulduguna baglıdır. Insanın psikolojisi ve fizyolojisi kullanılan ışık düzeneginden etkilenir; her birey çevresine farklı tepkiler verir. Işıgın dagılımı, düzeyi ve oranı algılama işlemini etkiledigi gibi işitme ve sıcaklık hislerini de etkiler. Işık, bina tasarımlarının, özellikle de, iç mekan düzenlemelerinin vazgeçilmez tasarım unsurlarından biridir. Hızlanan teknolojik gelişmeler, insanların gereksinimlerini en iyi biçimde karşılamak amacıyla, tasarımlara da yansıtılır. Bu gelişmeleri destekleyecek bilimsel araştırmalar hızlandırılmalı ve teknolojik gelişmeye uyum saglanmalıdır. Işık ve aydınlatma da bu yönde çalışılması gereken, mekan tasarımları açısından önemi olan unsurlardır [i] Ted ANDREWS
Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki; milletimiz dünyanın en zeki milletleri arasındadır. Çabuk, kolay ve pratik çözümler bulma konusunda eğer her gün haber bülteni izliyorsanız vatandaşlarımızın kendi imkanlarıyla başardığı dahiyane projeleri görmeniz mümkündür. Bunun yanında hiçbir milletin aklına gelmeyecek tedbirler ve çözüm önerileri yine bizim milletimizin aklına gelir. Kumandayı eskimesin diye poşetleyen başka bir millet göremezsiniz. Ne yapsın? Kumanda ne kadar uzun ömürlü olursa bir kumanda parası cebinde kalacak. Dünyanın en şüpheci milleti de biziz galiba. Bir restaurantda cebimizdeki para görünmesin diye masanın altında sayıp bir çırpıda koyarız hesap kutusuna. Sanki herkes cebimizdeki paranın hesabını yapıyormuş gibi. Kimseye güvenmemek hayat felsefemiz olmuş. Şimdi “zaman kötü” dediğinizi duyar gibiyim. Türkiye sınırları içerisinde yaşayan hemen hemen herkes paranoid bozukluk yaşar. Yani her an birisi bana kötülük yapabilir. Kendimize özel bu çözümler bununla da sınırlı değildir. Kül tablasını biz bulmadık ama bir peçeteyi ıslatıp kül tablasının içine koyarak rüzgarda külün uçmamasını sağlayan sistem bizim icadımızdır. Bize özel yemekler vardır örneğin. “elinin körü, zıkkımın kökü, ziftin peki…” hoş daha tadan olmadı ama hala revaştadır bu yemek türleri. Cana yakındır bizim milletimiz. Misafirine, eğer severse misafiri tabi, elinden gelen her şeyi ikram eder. Bir çoğumuzun başına gelmiştir herhalde eve gelen misafire o az koy dedikçe fazla koymak. Misafir yememekte ısrar ederse “Allah’ını seversen” deyip misafirin köşeye sıkıştırıldığı bu sahne hep yaşanır. Naziktir bizim milletimiz. Çayı bitince ters çevirip koyar kaşığını bardağın üstüne. Dünyanın hiçbir yerinde bu kadar nazikçe reddedilemez, bir bardak çay. Düğün kasetleri ve resimler misafirlere mutlaka gösterilir. Ikıla sıkıla izler yazık misafirde. Doktor reçeteye çok ilaç yazarsa bizim için iyidoktordur. Ya yeni açılan dükkan da kazanılan ilk paranın çerçevelenmesine ne demeli… bu kadar zannediyorsanız yanılıyorsunuz. Çocuk yetiştirmek de uzmanlık alanımızdır. Çünkü düşerek bir yerini inciten çocuk birde babasından sopa yer “sen niye düştün” diye.. Kolonya çocukların kafasına, büyüklerin ellerine dökülür bizim ülkemizde. Çocuk da büyüdüğünü buradan anlar zaten. Umutlarıyla yaşar bizim insanımız. Yüzyıllardır mutluluk vaat edilir, mutsuzluk yaşatılır. En küçük olay da bile umutlarıyla oynanır. Sıkan ayakkabı, dar gelen kıyafetin bile gittikçe açılacağını umut eder ve öyle satılır, ayakkabı ve kıyafetler. Üst komşu gürültü yaptı mı eline aldığı sopayla kalorifer peteklerini döver ses kesilsin diye. Kim demiş Türkler sadece Türkçe bilir… petekle mors alfabesini kullanan tek millettir Türkler. NLP’nin en önemli kurallarından bir tanesi biriyle anlaşabilmek için benzer noktalar bulmaktır. Hepimizde birbirimize benzeriz aslında. Düşünün! Annenizin evinde eski davul fırınların nerede durduğunu.. cevap; buzdolabının üstü. Ya elektrik süpürgesi.. cevap; yatak odasında kapının arkası. Velhasıl farklıdır bizim milletimiz.. hassasiyetleri, nezaketi, çözümleri farklıdır.
Yaratıcılık, ezberci ve klişeleşmiş düşünme biçimlerinden çok yönlü, disiplinler arası, kalıplaşmış ve ön yargılardan uzak düşünme biçimlerine ulaşma, sentezlere varabilme ve sonuçta yeni düşümceler ya da özgün ürünler ortaya koyabilmedir. Diğer bir tarif; Yaratıcılık, değişik durumlarda esnek, akıcı, özgün, alışılmıştan farklı bir şekilde düşünmeyi kapsar. Özgünlük nedir? Benzersiz cevaplar üretme olarak tanımlanabilir. Esneklik nedir? Değişen koşullara uyum sağlama yeteneğidir. Öğretmenler düzenleyecekleri farklı ortamlarla öğrencilerin esnek düşünmelerini destekleyecek alıştırmalar yapmalarına yardım edebilirler. Akıcılık nedir? Fikirlerin hızlı bir şekilde sıralanmasıdır. Örneğin, çocuklara beyaz ve yenilebilir şeyleri sıralayın diye sorulduğunda, süt, ekmek, un, patates ezmesi, şeker, tuz, diye sıralayan çocuğun akıcılık puanı, bunlardan sadece süt, un, şeker gibi daha az yiyecek adı verenden daha yüksektir. Öğretimde Yaratma Kişinin eski bilgi ve yaşantılarına dayanarak yeni nesne ve düşünler ortaya koyması olgusuna denir. Yaratma bir tür sentez yapma yeteneğidir. Öğrencilerin yaratıcılığını, yani özgün, akıcı, esnek düşünmesini daha önce sabitleşmiş ön öğrenmeler engelleyebilir. Duygusal faktörler de yaratıcı problem çözmeyi engelleyebilir. Çocuktaki “hata yapma” korkusu, onu yaratıcı problem çözmekten alıkoyar. Çocuk hata yapmaktan korkmadığı zaman yaratıcı problem çözme durumları daha eğlenceli ve güdüleyicidir. l Yaratıcı Problem Çözme Öğretiminde Kullanılacak Stratejide Aşağıdaki Altı Ögenin Bulunması Gerekir: 1. Kuluçka (tasarlama) için zaman veriniz 2. Yargıyı erteleyiniz. 3. Uygun bir hava yaratınız. 4. Problemi analiz edeniz ve özelliklerini listeleyiniz. 5. Öğrencilerin yaratıcı bilişsel yeterlikleri öğrenmelerine rehberlik ediniz 6. Öğrencilerin yaratıcı problem çözmeleri için çok sayıda alıştırma yapmalarını ve bilgilendirici dönüt almalarını sağlayınız. Yaratıcılığı Kolaylaştıran Öğretmen Davranışları 1. Öğrencileri bir birey olarak kabul etme ve öyle davranma 2. Öğrenciyi özgür olmaya özendirme 3. Öğrencilere model olma 4. Sınıfın dışında onlara çok zaman ayırma 5. En iyiyi bekleme ve aşılabileceğini gösterme 6. Heyecanlı olabilme 7. Öğrencileri eşit kabul edebilme 8. Öğrencileri doğrudan ödüllendirebilme 9. İlgili 10. Sürekli okuyan kişiler olabilme 11. İkili ilişkide kolay iletişim kurma Yaratıcılığı Engelleyen Öğretmen Özellikleri 1. Öğrencinin cesaretini kıran 2. Güvensiz 3. Aşırı eleştiren 4. Davranışlarında, bir uçtan diğerine gidip gelen 5. Heyecanı olmayan 6. Düz okumayı vurgulayan 7. Dogmatik ve katı 8. Alanla ilişkisini sürdüremeyen 9. Genelde yetersiz 10. Dar ilgileri olan 11. Sınıf dışında tartışma ve konuşma olanağı olmayan Öğretmenler İçin Öneriler 1. Okulda ve derslerde öğrencilere mümkün olduğu kadar hoş yaşantılar geçirtilmeye çalışılmalıdır 2. Öğrencilere başarılı olma fırsatı verilmelidir. 3. Bayrak törenlerine ve milli bayramlarda yapılan törenlere öğrencilerin katılımı ve bu etkinliklerden zevk almaları sağlanmalıdır. 4. Öğrencilere törenlerde iyi örnek olunmalı, dersler ve diğer nesnelerle ilgili korkular hissettirilmemelidir. 5. Öğrencilerin istendik duyuşsal tepkileri pekiştirilmelidir. 6. Okul ve sınıfta mümkün olduğunca cezadan kaçınılmalıdır Yaratıcı Düşüncenin Okulda Geliştirilmesi 1. Okulda problem çözme becerisinin geliştirilmesine olanak sağlanmalıdır. Problem çözme becerisinin temel olduğu ilerlemeci akımın uygulandığı okullarda, yaratıcılığın daha çok geliştiği görülmüştür. 2. Öğrencilere problem verildiği zaman onların çeşitli denenceler önermesine ve bunların doğruluğunu test etmelerine izin verilmelidir. 3. Öğrencilere düşüncelerini serbestçe açıklamaları için izin verilmeli, onların yaratıcı düşünceleri pekiştirilmelidir. 4. Arada bir beyin fırtınası tekniği kullanılarak, öğrencilere kimse tarafından eleştirilmeden düşüncelerini söyleme fırsatı tanınmalıdır.